Gündem Analiz – Muhammed Eyüp / 2023 Şubat / 123. Sayı
Demokrasi birçok insanın halen adını koyamadığı, aklında net bir yere oturtamadığı ve dolayısıyla karşısında gerçek bir duruş sergileyemediği bir mefhumdur. Demokrasi meselesi, yaklaşan seçimler münasebetiyle bir kez daha karşımıza çıkmakta, Müslümanların gündemini meşgul etmektedir. Demokrasinin neyimiz olduğunu değerlendirmek, bu konuda açık bir yaklaşım sergilemek gerekmektedir.
Biz Müslümanların vakti oldukça kıymetli olan kimseler olmamız gerekir. Vaktin kıymetini bilmenin önemini Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem birçok kez vurgulamıştır. İçerisinde bulunduğumuz çağda ise Müslümanlar işgal ve saldırı altında olduğundan, vaktimizi çok daha iyi değerlendirmemiz gereği doğmaktadır. Bu sebeple bizlerin böylesi tartışmalar içerisinde boğulması ciddi bir vakit kaybıdır. Bundan ziyade Müslümanların, kendileri için bir sorun ve meydan okuma arz eden meseleleri iyice değerlendirmesi, adını net olarak koyması ve tavrını belirleyerek yoluna devam etmesi icap eder. Demokrasi meselesi de bu gibi konular arasında yer almaktadır.
Türkiye Müslümanları, demokrasi meselesiyle onlarca yıldır inişli çıkışlı bir macera yaşamaktadır. Demokrasinin ne olduğuna ilişkin kitap ve risalelere neredeyse bir asırdır rastlamaktayız. Bu mesele bilhassa son 50 senedir yoğun olarak işlenmiş, Müslümanların umumunun zihninde halen bu konuya dair net bir çerçeve oturtulamamıştır. Bu elbette bizlerin gayret eksikliğinden kaynaklandığı gibi küfür ve şer güçlerin propaganda ve eğitim faaliyetlerinden de kaynaklanmaktadır.
Demokrasi Meselesinin Özü: İnsanın İlahlık İlanı
Demokrasi özü itibarıyla yasama yetkisini tümüyle insanın eline veren sistematik yaklaşımın adıdır. Bu bakımdan demokrasi sadece siyasi bir rejim değil, bir inanç bütünü ve bir paradigmadır. Demokrasinin içerisinde, onunla ayrılmaz bir bütün haline gelmiş ifade özgürlüğü, cinsel yönelim özgürlüğü, sekülerizm, laiklik gibi mefhumlar da yer almaktadır.
Demokrasi ile beraber insana, kendisine ilişkin her türlü yasayı belirleme yetkisi verilmektedir. Bu yasalara siyasi yasaların yanı sıra sosyal yasalar da dahildir, böylece neyin meşru, ahlaki, doğru olduğuna insanlar karar vermektedir. İnsanlar kendilerine uygulanacak kanun hükümlerini doğrudan veya dolaylı olarak belirleyebilmektedir. Aynı zamanda insani ilişkilerde neyin doğru neyin yanlış olduğu da böylece insanlar tarafından belirlenmektedir. Örneğin, eğer insanların çoğunluğu bunu isterse eşcinsel evlilik meşru kabul edilmektedir. Bu sadece bir kanun maddesiyle sınırlı kalmamakta, tüm toplumun zihniyetini değiştirmektedir. Batı Avrupa’da günümüzde eşcinsel ilişkiler artık itiraz edilemez bir hak haline gelmiştir ve bu durumu eleştirenler tamamen toplumdan dışlanmaktadır.
Benzer şekilde fuhşiyata varan ilişkiler, teşhir derecesindeki açıklık, faiz gibi birçok sosyal mesele de insanlar tarafından meşru kabul edildiğinden toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiştir.
Demokrasiyle beraber insana verilen bu güç, bazı kimselerin söylediği gibi, yöneticileri seçmekle sınırlı değildir. Demokrasi esasen Allah azze ve celle’ye ait olan hüküm koyma yetkisini insana vermekte, böylece insanı ilahlaştırmaktadır. Bu yönüyle demokrasi, insanın haddini bilmemesinin, Rabbine isyan edip meydan okumasının sistemleşmiş halidir. Bu tavrın altında yatan sosyolojik ve psikolojik süreçleri, Batı Avrupa’da 1700’lerden itibaren şekillenen fikrî eğilimlere vakıf olan bir kimse kolaylıkla anlayacaktır. Dünya üzerindeki her türlü ilahi güç ve egemenliği reddeden Batı, insana hâkim olan sosyal yasalar da dahil olmak üzere her türlü ayrıntıyı kendisi belirlemek istemiştir. Demokrasi işte bu isteğin sonucu olarak doğmuş bir tür üst-inançtır. Sosyal demokrasi, muhafazakâr demokrasi gibi türevleri bulunmakla beraber demokrasi, insanın ilahlığını ilan ettiği bir din gibidir.
Demokrasi Kisvesi Altında Yatanlar
Bu noktada asıl anlaşılması gereken, klasik çağdan modern çağa geçiş sürecinde hangi güçlerin tasfiye edildiği ve kimlerin güç kazandığı hususudur. Demokratik düzenin, yani insanın ilahlık iddiasının dünyaya hâkim olması sürecini ne tür aktörler oluşturmuştur?
Batılıların tabiriyle “halkın egemenliği”, gerçek yüzüyle ise hâkim güçlerin değişmesi süreci yeni güç çevreleri doğurmuştur. Geçmişte, klasik dönemde, yani 1700’lerin öncesinde siyasi gücü elinde bulunduran kesimler birçoğumuzun malumudur. Geçmişten gelen hanedanlar, geniş toprak sahipleri, Papalık veya benzeri Kilise otoriteleri ve gücünü bunlardan alan çeşitli prenslik ve krallıklar… Batı Avrupa’da bu dönemle beraber ticaretin gelişmesi, ayrıca Amerika-Afrika-Asya kıtalarının yağmalanması ciddi bir servet birikimine yol açmıştır. Bu servet birikimine sahip olan kimseler, siyasi gücün krallıkların ve papazların elinde bulunması sebebiyle, parasal güçlerini siyasi güce tahvil edememiştir. Nihayetinde yaşanan gerilimler, “aniden” büyüyen halk hareketleri, kralların ve papazların çağının son bulmasıyla, onların yerine sözde “halkın” özde ise servet sahibi burjuvanın geçmesiyle neticelenmiştir.
Yine bu yıllarda ortaya çıkan sanayi üretimi, faizi yasaklayan Katolikliğin fikirlerinin çöpe atılarak Protestan ahlakın doğmasıyla beraber bankacılık ve faizciliğin büyümesi, yeni zengin kesimleri oluşturmuştur. Bu kesimler, yeni aileler, güç odakları, silah tüccarları ve benzerleri; kendi hakimiyetlerine meydan okuyacak ideolojik-dinî yeni bir anlayışın çıkmaması ve bu düzenin yıkılmaması için tüm imkânlarını seferber etmişlerdir. Korkulan bu yeni anlayışın ortaya çıkmaması için, öze dönüşü sağlayabilecek her türlü düşünce yasaklanmış, beşeriyeti esas almayan tüm ideolojiler çöpe atılmıştır. Yeni düzen artık sadece insanın ilahlığını kabul etmekte, bundan başka şeyler düşünen herkesi geri kafalı, gerici ilan etmektedir. Bugün medya, bankacılık, ilaç firmaları, limanlar, havalimanları, gümrükler, deniz ticaret yolları, enerji hatları gibi dünya iktisadının tamamına yakınını oluşturan kalemler bu düzenin elindedir ve onun can damarlarını oluşturmaktadır.
Demokrasinin hâkim hale geldiği ve eski güçlerin tasfiye edildiği süreç tüm dünya için oldukça kanlı bir dönem olmuştur. İlk olarak Avrupa’da milyonların öldüğü savaşlar yaşanmış, ardından Avrupalı güçler dünyanın geri kalanına bu düzeni dayatmak için Afrika ve Asya’yı tarumar etmiştir. En nihayetinde kendi içerisinde paylaşamadıkları hakimiyet ve servet, aynı zamanda yeni düzenin ortaya çıkardığı iktisadi buhranlar, bu güçleri kendi aralarında iki büyük dünya savaşı yapmaya itmiştir. Düzenin sahipleri bununla da yetinmemiş, Soğuk Savaş süreci ve sonrasında kendi güç rekabetleri üzerinden dünyanın geri kalanında milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet vermiştir.
Yeni düzen, elbette demokrasinin, yani halkın egemenliği olarak lanse edilen sistemin arkasına gizlenmiş haldedir. İnsanlar kendi kendilerini yönettiklerine inandırılmıştır. Tüm dünyadaki insanlar kendi kendilerini yönettikleri halde nasıl olup da küresel refahın yalnızca dünyanın yüzde 1’inden daha az bir bölümünde toplandığı, dünyanın yüzde 99’unun ise tamamen sefalet içerisinde yaşadığı ise halen cevap arayan bir sorudur.
İşte demokratik sistemin kisvesi altında yatan budur. Dünyaya yön veren güç ve iktidar sahiplerinin önüne çekilen demokrasi perdesiyle insanlar, kendilerini yönettiklerine inandırılmaktadır. Oysaki dünya sistemi perde gerisinden tanzim edilmekte, çeşitli güç ve iktidar odaklarının ittifakı ve kararlarıyla dünyaya yön verilmektedir. Demokratik ittifakın içerisinden bir milim dahi başını dışarı çıkaranlar ise ambargolar, yaptırımlar ve atom bombaları ile “hizaya” getirilmektedir. Demokrasiyle beraber insanlar inançsız hale getirilmiş, “bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” anlayışıyla herkesin serbest olduğu bir dünya tasavvuru ortaya konmuştur. Oysa herkesin istediğini yapmakta serbest olduğu bir dünyada, güç ve iktidar sahipleri lehine büyük bir eşitsizlik ortaya çıkacağı açıktır. Ancak maalesef dünya bu eşitsizliği büyük bir lütufmuş gibi benimsemektedir.
Demokrasi Neyimiz Olur?
Demokrasi, tüm dünyanın imkân ve servetini %1’lik bir kesime veren bu düzenin adıdır. Bu düzen insanların dünyasına da ahiretine de sefalet saçmaktadır. İnsan başıboş yaratılmamıştır, bu sebeple her istediğini yapamaz. Bunu yaptığı takdirde başına gelecek olan felaketler, dünyanın mevcut haline bakılarak görülebilir.
Dünyanın geri kalanı gibi Türkiye Müslümanları da mevcut sistemin nelere yol açtığının şuurunda olmak durumundadır. İşte sürekli olarak karşımıza çıkarılan sistemin özeti budur.
İnsanlar birkaç senede bir sandıklara çağrılarak bu sisteme meşruiyet devşirilmeye çalışılmaktadır. Müslümanlar, sistemin kendisinin kurguladığı yöntemlere başvurarak değişimi gerçekleştirebilecekleri illüzyonuyla uyutulmakta, pasifize edilmektedir. Müslümanların mahallesindeki bazı kalem sahipleri bilerek veya bilmeyerek, perde gerisinde belirli çıkarlar peşinde koşarak yahut koşmayarak, bu illüzyona hizmet etmektedir.
Allah azze ve celle insanı başıboş yaratmadığı gibi, vahiy yoluyla ona çok kıymetli bilgiler göndermiştir. Küfür sistemi, sistemin efendileri, insanın nasıl aldatıldığı, bozuk düzenlerin nasıl ve hangi yollarla değişeceği, yeni bir düzenin nasıl kurulacağı Kur’an ve Sünnet’te gayet açıktır. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem de tüm bu süreçler hususunda bizler için pratik bir örnek sunmuş, küfrün karanlık düzenini paramparça ederek bugüne dek canlılığını sürdüren bir İslam nizamı oluşturmuştur.
Rabbim bizleri ibret alan ve kendi yolunda ilerleyenlerden eylesin.
Bellidir Müslümanın yolu, ufku, kıblesi.
Aldatmasın bizleri zulmün, küfrün hilesi.
O mübarek Rasulün yolundan gayrısıyla
Kurtulamaz insanlık, yükselmez “İslam” sesi.