Bir Heyecanla; Dünya Ufalanır Avuçlarda                                   

Serbest Köşe – Said Özdemir / 2014 Mayıs / 18. Sayı

Aydınlığın kıymetini bilmek için mahpusu olmak gerekir karanlıkların. Küfür üzere hayat yaşayanlar imânı bilmedikleri gibi; dâvette pasif kalanlar ise aksiyon adamlarının yaşadığı aşkı, heyecanı bilemezler. Asrımızda sahabe olmak, dini öğrenmek, dini yaşama ve yaşatma gayretinde bulunmak öteye susamakla, âb-ı hayat peşinde olmakla mümkündür.

İlk vahiy çorak gönüllere ekilmeye başlayınca heyecan da peşi sıra gelmişti. Zaten bu heyecanları yüzünden zayıf ve fakir olan tevhid erlerinden bazılarını yakalıyorlar, bir kısmının boynuna ip takarak şehrin azgın gençlerine teslim ediyorlardı. O genç ve çocuklar, bu mazlum insanları cadde cadde, sokak sokak gezdiriyorlardı. Sokaklarda dolaştırılan bu insanların anne ve babaları hâdiseyi seyrediyor, içlerinden bir kısım anneler yerlerde sürünen çocuklarına hakaret ediyor, bazen tekmeliyorlar ve bazen de küfrediyorlardı. Hak davada ısrarlı olarak taviz vermiyorlar, kendilerine bu işkenceyi yapanların hidayetleri için dua ediyorlardı. Tüm bunlara rağmen Mekke’nin sıcak havasında İmân vardı, İmân’ın yanında bir de heyecan vardı. Heyecanları yükseklere/yücelere aşktı, heyecanları dâvetti, heyecanları savaştı. Heyecanları cenneti şerh eden rüyalardı. Zifaf gecesinde alamadıkları zevki cihad meydanlarında ribatta bir hendekte oturarak alırlardı. Onlar da insandı bizler gibi. Canları sıkıldığında bir kişinin hidayetine sebep olur yeryüzüne saadet ekerlerdi. Onları bıraksalar 10 kişiyle dünyayı fethetmeye, İslam’ı ulaştırmaya çalışacak azimleri, himmetleri vardı.

İbadette heyecan, ilimde heyecan, davette heyecan hissediyordu sahabe-i kiram evet, ama bunu neden ve nasıl hissediyorlardı… Heyecan anlık, mevsimlik bir şey değildi onlarda. Bunu yapmacık olarak “heyecanlanmalıyım” duygusuyla da yapmıyorlardı. Buna tek bir cevap bulabiliyor insan, yazının en başında değinildiği gibi “imân” onların yüreğine, yeryüzünün damarlarına can veren yağmur gibi hayat veriyor, coşku ve sevinçle adım atmalarının yegâne sebebi oluyordu. Bugün heyecansızlığın nedeni, imânla ilgili bir zaaftan kaynaklanıyor. Hem de tevhidi zeminde hareket eden, imânın en büyük imkân olduğunu sloganlaştıran kimselerde bilhassa bu problemin yaşanması gerçekten düşündürücü. Demek ki imânın kalplere tam olarak inmediği, yapay heyecanlarla avunulduğu bir dönem geçiriyoruz. İnsanlar bir mitingden, basın açıklamasından duydukları heyecan ve iç tatmini, namazda, zikirde, tilavette, ilmi ders ve toplantılarda bulamıyorlar. Enfal Suresinin ilk ayetlerinde zikredildiği gibi mümin olamamanın sonucu bu heyecansızlık. Sahabe ile bizi ayıran en büyük fark. Yürekten gelen imânî bir yenilenme olmadığı sürece heyecan ithal edilebilir bir şey olmayacaktır.

Ey İman yoluna giren kardeşlerim! İslam adına içinizde bir kıpırtı, bir hareketlilik, bir heyecan varsa, bundan dolayı sevinin, bunu Allah`ın bir lütfû ve ihsanı olarak bilin ve aman ha bunu kaybetmemeye çalışın. İçinizi saran heyecanın; bir kenti, hatta koca bir ülkeyi bir halı gibi uçlarından tutup balkondan çırpabileceğinize, sallayıvereceğinize inandırmalı. İnsan heyecanlı olduğu zaman karşısına çıkan büyük işler bir anda küçülür ve kolaylaşıverir. Sürekli imân, heyecan, aksiyon, realite deriz çıtayı yükseltmekten, hedefleri büyütmekten bahsederiz. Nice zaferlerin arka planına bakıldığında imân eden yürekleri ve yere göğe sığmaz kıpırtıları buluruz. İlk nesil böyle bir minval üzere yetiştiler. Son süreçte ise yaşadığımız dönemlerin en acı yönü; ‘müslümanların ilimde, davette ve cihadda’ sürekli bir heyecan göster(e)memeleridir. Kalplerimizde beliren kıpırtı, maalesef anlık hale gelmiştir. Hemen hemen her meselede ilk başlarda gösterdiğimiz tavrı, isteği, azmi ve kararlılığı son ana kadar sürdüremiyoruz. Bu anlık tavırlar neticesinde; nice başlatılan planlar ve programların sekteye uğramasına, Müslümanların yerinde saymasına, dava yolunda ciddi adımlar atılmamasına sebep olmuştur. Nice kurulan yapılar enkaz haline gelmiş, dava adamlarının gönüllerine yine hüzün çökmüştür.

Teşbihte hata olmaz. Bazı müslümanların heyecanları gel-git şeklindedir. Musa aleyhisselamı Kudüs sınırına getirip, oraya kadar peşinden ayrılmayan, ‘Biz de seninle beraberiz ya Musa’ deyip, tepeden bakıp sıkıntıları görünce ‘Bu iş bize göre değilmiş ya Musa, sen git Rabbinle beraber savaş’  diyen İsrailoğullarını andırıyor böyle heyecanlar. Ama Müslümanın heyecanı böyle olmamalıydı. Önüne siyeri açıp okuduğunda o anı yaşar gibi okumalıydı.  Öyle bir heyecan sarmalıydı ki onu, Uhud’u yaşamalıydı her yönüyle. Hz. Hamza ile dertleşmeliydi cenk meydanında. Ötelere doğru gitmeli Abdullah bin Cahş’ın duasına amin demeliydi. Bir adım daha atıp Enes bin Nadr gibi cennet’in kokusunu Uhud’un eteklerinde hissetmeliydi.

Müslüman adam;  bir davet, sohbet meclislerine ya da özel dersine giderken bile heyecanı adımlarından belli olmalı, daha evinden çıkarken bile cennet bahçesi’ne gidiyormuş gibi vedalaşmalı, giderken de yeni ufuklara, yeni hedeflere göz dikmelidir. Niçin gittiğinin farkında olmalı. Bu zamana düşen çağrıya icabet eden bir fert gibi gitmeli. Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh gibi: “Ben varken İslam asla zaafa uğramaz” demeli. Yürürken meclis de, evde içeceği çayı, ikram edilecekleri değil de bugün öğrendiklerimle maneviyat âleminde neler yapabilirim? İslam’ı nasıl güçlendirebilirim demeli. Kendisinden önce gelip-geçen Allah’ın nimetlendirdiği kardeşlerini düşünmeli, onlardan olmak için gayret etmeli. Öğreneceği ilimlerle neler yapacağını, kimlere nasıl tebliğ edeceğini düşünmeli mesela yürürken zihninden Hubeyb’i geçirmeli. Hani yakalanıp Mekke’ye sevkedilmişti. Günlerce zindanda bekletildikten sonra idam edilmek üzere Mekke’nin o günkü hezeyan dolu gürültüleri arasında idam edileceği yere götürülüyordu. Tabiri caizse içi yanıyordu, mahzunla karışık kederliydi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisine verdiği tebliğ görevini yerine getirememenin acısı içerisindeydi. Şimdi de eli ve dili bağlanmış idama sürükleniyordu. Durmadan gözlerini çevresinde gezdiriyordu. Kendisini ölümden kurtaracak birini arayan gözler değildi bunlar. Dini tebliğ edebileceği bir insan arıyordu. O insanların içerisinde geleceğin ızdırapla yaşayacağı şahsiyetler de vardı. Son anda olsun acaba birinin ebedî hayatını kurtarabilir miyim, diye düşünüyor ve etrafını onun için süzüyordu. Ya Rabbi! Ölüme giderken bile senin dinini düşünüyor, karanlık ortamda İnsan kurtarmanın çabasına girişiyordu. Müslümanın derdi bu olmalı, sohbet meclislerine böyle gitmeli, böyle gelmeli…

Kardeşim! Şu heyecana bir bakın, ashâb-ı kiram, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yürümesini şöyle tarif ediyorlardı;

“Peygamberimiz yürüdüğü zaman sür’atli ve kuvvetli yürürdü. O’nun arkasında yürüyen biri koşarcasına giderdi, yine O’na yetişemezdi.”

Allah Rasulü nereye yürüyordu? İnandığı davasını her kesime ulaştırmak adına heyecanla adımlarını hızlı hızlı atıyordu. O’nun bu halini gören ashab-ı kiram efendilerimiz de aynı duygularla adımlarını attılar. Bahanelerin, sudan sebeplerin peşine takılmadılar. Zirveye ulaşmak için nefes nefese kaldılar. Biri vardı. Ayağı topaldı. Yürürken aksak yürürdü. Tevhidin tebliğine vesile olan savaşlara katılmaya can atıyordu. Ne var ki evlatları babalarına müsaade etmiyordu. O da Peygamberimize gidiyor ve evlatlarını şikâyet ediyor, savaş için izin istiyordu. Tek önder, büyük insan, meşru mazereti sebebiyle savaşa katılmamasını istiyordu. Cihad aşkı, imân heyecanı kalbine kıvılcım olarak düşen topal insan:

“Ya Rasûlallah, savaşır ve şehit düşersem cennete girerken bu topal bacağım düzeltilecek mi?” diye bir soru yöneltti. Kendisine “Evet” cevabı verilince savaş sevdalısı gidiyor ve şehit düşüyordu. Ufkun derinliklerine bakan yüce Rasûl müjdeyi vermişti:

“Kardeşinizi yürür halde cennete girerken gördüm…”

Bu insanları bu arzulara iten en büyük sebep imânla gelen heyecandı. Evet, heyecanlanacağız ama bu heyecanlarımız anlık değil, ömürlük olmalı. Elbette sadece duygusallık ve heyecandan kaynaklanan hareketler bazen fevri olabilir. Onun için düşüncesiz duygular, düşüncesiz heyecanlar insana yanlış yaptırabilir. Fakat bunun zıddı olan duygusuz düşünceler, heyecansız düşünceler de kesinlikle hiçbir işe yaramaz. Heyecanını kaybeden bir insan bitmiştir. Müslüman kafasına bir şey koyduğu zaman hemen yerine getiren, aklına eseni çabucak yapan değil, içinde taşıdığı coşkulu duyguları ve düşünceleri ‘kontrollü’ yapandır.

Son olarak değerli kardeşlerim, muhterem bacılarım;

Rabbimiz bizlere bir usûl öğretiyor, bir menhec çiziyor. Bir dava da yürürken bir kartvizit gibi yanımızda taşıyacağımız bir şey söylüyor:

فَإِذَا فَرَغْتَ فَانصَبْ {7} وَإِلَى رَبِّكَ فَارْغَبْ

“Öyleyse; bir işi bitirince diğerine giriş; ve ümit edeceğini yalnızca Rabbinden iste.” (İnşirah/7-8)

Bir iş bittiğinde, başka bir işe yönel. Yeni işler, yeni hedefler için nefesini tut. Hedef yaptığın bir program başarıya ulaştıysa ya da başarısız sonuçlandıysa işi olduğu gibi bırakma, yeniden ‘bismillah’ de, bir daha yürü, bir adım daha at, tekrardan yorul ama sakın tembellik sende galebe çalmasın. Rabbimiz bizlere hiç durmaksızın yolumuza devam etmemizi emrediyor. O halde Müslümanın etrafında bunca cehalet, küfür varken daveti bırakması, İslam adına bir şeyler yapmaktan geri durması asla düşünülemez. Bir misyoner haftada 100 saatini batıl davasına veriyorsa biz Müslümanların sessiz-sedasız oturması utanç olarak yeter, bu, dünyada zillet, ahirette ise Allah ve Rasulünün yüzüne bakamamaktır. Rabbim heyecanlarıyla dünyayı avuçlarında ufalayanlardan eylesin bizleri… Allahumme Amin

———————————————————

‘Ve bir tohum düştü toprağa’ adlı serinin 2. yazısıdır.