Batı’nın Bitmeyen Tuzakları Ve Bu Tuzağa Düşen Bizler

İktibas – Nedim Bal / 2018 Kasım / 72. Sayı

Bismillahirrahmanirrahim

Oryantalizm diğer adıyla Şarkiyatçılık; Müslüman Doğu medeniyetinin toplum ve inançlarını inceleyerek İslam dünyası hakkında Batılıların sistematik bir bilgiye sahip olmasını sağlayan, İslam ve Batı medeniyeti arasındaki mücadelede Batı’nın lehine kullanılabilecek veriler elde etmeye çalışan bir akımdır. Bu işlerle meşgul olanlara da Oryantalist ya da şarkiyatçı denir.

Aslında Oryantalizm; gerçek İslam’ı değil, Şarkiyatçıların görmek istedikleri bir İslam’ı aksettirir. Amaç, hakikati bulmak için İslam’ı araştırmak değildir. Amaç, İslam inancını yıkmak ve Müslümanları geriletmektir.

İşte bu yakın tarih oryantalistlerden biri olan Hamilton Gibb (1895-1971), İslâm tarihi, medeniyeti ve ıslahatçı İslâmî hareketler konusunda önemli araştırmalar yapmış ve birçok eser vermiştir. Şüphe yok ki, onun bu çalışmalarının da amacı diğer oryantalistler gibi İslam toplumuna bir katkı sunmak, ilerlemesine, yükselmesine vesile olmak değildir. Gerçek amacı, Müslümanların medeniyet değiştirmelerine yani Batılılaşmalarına yardımcı (!) olmaktır.

İşte yakın tarih diyebileceğimiz bir zamanda yaşayan bu meşhur oryantalistin ibretle okumamız gereken tespitlerinden sadece kısa bir bölüm;

“Batı, uzun zamandan beri İslâm ümmetini Batılılaştırmak için çabalıyor, çeşitli teşebbüslerde bulunuyor. Bunu da şöyle gerçekleştirmek peşindedir: Batı hukukunu uygulatmak, ekonominin merkezine faizi yerleştirmek, Batı eğitim sistemine geçmelerini sağlamak ve laikliği benimsetmek yoluyla küresellik sınırları içinde ümmeti asimile etmek ve eritmek.”

Evet, Hamilton Gibb bu dünyadan ayrılalı 47 yıl oldu. Peki bu yarım asır içinde Batı, İslâm dünyasını eritmek ve dağıtmak için uygun bulup gerçekleştirmeye çalıştığı bu dört tedbirde başarı elde etmiş midir?

Ne yazık ki, bu soruya “büyük ölçüde evet” diye cevap vermek durumundayız. Şöyle ki;

1. Batı hukukunun tamamen veya kısmen girmediği ve uygulanmadığı bir tek İslâm ülkesi yoktur. Bizde bu mücadele 19. yüzyılın son çeyreğinde Mecelle yapılırken su yüzüne çıkmış, ülkenin nâzırlarının bir kısmı bile Batı hukukuna taraftar olmuşlardır.

2. Eğitim alanında hiçbir zaman Müslüman halkın inancı esas alınarak bu temeller üzerine geleceğe yön verecek kalitede yerel eğitim projeleri gerçekleştirilemedi. Bu hususta ya eski usuller körü körüne taklit edildi ya da tümden batılılaşmaya gidildi.

3. Hemen hemen bütün İslâm ülkelerinde (şeriatla yönetiliyoruz iddiasında bulunanlar da dâhil) faizci bankalar mevcuttur. Ekonominin merkezinden önce zihnimizin içine faizi öyle bir yerleştirdiler ki, birçok Müslüman okur-yazara göre “faizsiz ekonomi olmaz” cümlesi bir akide haline geldi. Ekonominin merkezine faizi öyle yerleştirdiler ki, faizsiz kurumlar faizli olanı ikame edecek yerde faizci olanlar onların içine sızmaya çalışıyorlar ve uygulama alanlarını da yok mesabesinde daraltıyorlar.

4. Laiklik, devlet ve toplum hayatımızda önceleri tepeden inme, baskıcı bir anlayışla yerleştirilmişti. Fakat aradan geçen onca zaman içinde laiklik felsefesi Müslümanların hayatında çok ciddi değişimlere sebep oldu.  Dini ölçülerden bağımsız olarak her şeyi dünyevi ölçü, çıkar ve mantıkla değerlendirme hastalığı maalesef Müslümanları esir aldı.  Böylece batının dayattığı laiklik/sekülerizm felsefesi; ‘ben Müslümanlardanım’ diyenlerin dahi “dini hayatını kabuk/silik hale getirecek” bir güce ve yaygınlığa ulaştı.

Hatta laiklik felsefesi Müslümanların içinde öyle bir içselleştirildi ki; bir zamanların sıkı İslamcıları (!) bile “laikliğin olmazsa olmaz bir kural olduğunu, bu sayede her türlü inanç müntesiplerinin inançlarını rahatça yaşayabileceğini” savunur hale geldi.

Hâlbuki Kemalist rejim, geçmişte inançlarının gereğini toplumsal hayatta yaşamak isteyen Müslümanlara yaptıkları zulüm ve eziyetleri laiklik ilkesini korumak ve yaşatmak adına yapıyordu. Herhalde “katiline âşık olmak” dedikleri şey bu olsa gerek!

Sonuç olarak; Şeriatla yönetildiği söylenen ülkelerde dahi hukuki hayat bölünmüş, aile, miras gibi bazı sınırlı alanlar dışında İslâm hukuku tamamen terk edilmiştir. Uluslararası ilişkiler ve devletler hukuku alanına geldiğimizde ise durum daha iç yakıcıdır. Bu alanda İslam’ın esasları değil çıkarlar tek ölçü olmuştur.

Sözde İslâm ulus devletleri ise, dinimize, medeniyetimize düşman olan ve tüm varlıklarımıza göz dikmiş bulunan eski ve yeni sömürgeci Batı ülkeleriyle iş birliği yapmaktan övünç duyuyor ve onları razı etmek uğruna birbirleriyle savaşıyorlar.

Ümmet kavramı tamamen unutulmuş, resmi ve siyasi kurumların hatta cemaatlerin bile ‘İslâm birliği hedefi’ uzun ve kısa vadeli gündemlerinden çoktan çıkmıştır.

Şimdi bu noktada meşhur oryantalist Hamilton Gibb’in sözlerini tekrar hatırlayalım: “Batı, uzun zamandan beri İslâm ümmetini Batılılaştırmak için çabalıyor, çeşitli teşebbüslerde bulunuyor. Bunu da şöyle gerçekleştirmek peşindedir: Batı hukukunu uygulatmak, ekonominin merkezine faizi yerleştirmek, Batı eğitim sistemine geçmelerini sağlamak ve laikliği benimsetmek yoluyla küresellik sınırları içinde ümmeti asimile etmek ve eritmek.”

Bugünü anlamak için dünü iyi bilmek gerekir. Ümmet bir anda bozulmadı. Ümmetin imanı, ihlası, basireti, sadakati, eminliği bir anda yok olmadı. İlahi bir ceza gereği bu değerler elimizden adım adım, aşama aşama alındı.

Yıkım her zaman daha çabuk ve kolay olur. Fakat yıkılanı yeniden inşa ve ihya etmek ise yıkmaktan daha zordur. İstikamet üzere sabır ve metanet ister. Özellikle gençler şunu iyi bilmesi gerekir; tedricilik Sünnetullah’tır. Bir toplum kendi halini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Tepeden inme kaba yöntem ve usuller kalplerde iman nurunu değil nefret ve düşmanlık duygularını canlandırır.

Şanı yüce Allah en büyük mübelliğ olan sevgili peygamberimize bu hakikati ne kadar güzel beyan ediyor:

“Şayet sen onlara karşı kaba ve katı kalpli olsa idin, onlar etrafından dağılıp giderlerdi” [1]

“MEDENİYET DEDİĞİN TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR”

“İslam toplumları; vahşi(!), barbar(!) ve cahildir(!). Ama Hristiyan toplumları öyle mi? İnsanlık, hoşgörü, ilericilik, saygı, merhamet, bilimsellik hep onlarda! Zaten ne güzellik varsa zaten hep Batı medeniyetinde vardır(!)”

Müslüman halkın evlatlarına resmî ideolojinin öğretildiği zorunlu eğitim kurumlarında kabullendirmek istedikleri iman ilkelerinden bir tanesi de “Batı medeniyetinin ne kadar uygar, medeni, hoşgörülü ve saygın” olduğu buna mukabil İslam toplumlarının da ne kadar vahşi(!), barbar(!) ve cahil (!) olduğu yalanıdır.

Bu yalanlarla büyüttüler bir nesli. Amaçları Müslüman halkın evlatlarını İslam’dan soğutmak ve aşama aşama Hristiyanlaştırmak idi.

Hem ne diyordu yeni kurulan siyasal rejimin adalet bakanlığını da yapmış ve meşhur şapka kanununun mimari Mahmut Esat Bozkurt; “…İslamlık terakkiye (ilerlemeye) manidir. Bu dinle yürünmez, mahvoluruz. Ve bize kimsede ehemmiyet vermez”

Ya, cumhuriyeti kuran öncü kadro içinde yer alan ve TBMM başkanlığı ardından birde Başbakanlık yapmış olan Fethi Okyar’ın şu söylerine ne demeli; “…. Evet Karabekir! Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar. Ve İslam kaldıkça bu halde kalmaya mahkumdurlar! Bunun için İslam kalmayacağız!” [2]

Ara parantez; maalesef son yıllarda Müslüman Kürt halkının gençleri üzerinde de aynı şer propaganda yoğun bir şekil de uygulanmıştır. Müslüman Kürt halkının genç nesli arasında ‘İslam yüzünden biz böyle geri kaldık. Ne zaman İslam’dan/dinden sıyrılırsak o zaman gerçek özgürlüğe kavuşacak ve bağımsız olacağız!’ fikriyatı hayli yaygındır.

Konuya dönersek; yeni cumhuriyet kurulduğu günlerde onu Osmanlı’dan ve İslam’dan ayrı ve hatta karşı gibi göstermek öğünün şartlarında ülkeyi yönetenler için elzemdi. Rejimi ve kurucularını yüceltmek, yönetimin kök salmasını sağlamak ve Avrupa’nın desteğini almak için Osmanlı ve İslam kötü gösterilmeliydi. İslam terakkiye mâni, Müslümanlar ise barbar ve cahil! Onları geri bırakan ise; haşa İslam!

Peki taparcasına sevgi duydukları, ileri uygarlık seviyesi dedikleri ve Müslüman halka örnek gösterdikleri Avrupa hakikaten adalet ve hoşgörünün zirve yaptığı, insana değer veren saygın bir medeniyet miydi? Yoksa Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi; “medeniyet diye bize yutturmaya çalıştıkları tek dişi kalmış canavar mıydı?

Gelin ‘Muasır medeniyet seviyesi’ diye bize öğretilen ve onlardan olmamızı istedikleri Avrupa ne denli medeni, hoşgörülü, insana saygılı bir medeniyet bakalım.

İşte Avrupa’nın ‘Tıp’ adı altındaki Yamyamlık Tarihi

‘İnsan eti yemek’, ‘İnsan kanı içmek’ ve ‘Yamyamlık’ denildiğinde aklımıza hep ilkel kabilelerin, yarı çıplak dans eden kara derili adamların arasına düşmüş ve kaynayan koca bir kazan içindeki beyaz adam manzarası gelir. Çünkü hepimizin bilinç altına böyle empoze edilmiştir. Şayet Avrupa insanı değilsen kesin vahşi ve yamyamsın (!)
2011 Kasım ayında GEO dergisi “Avrupa’da yamyamlık” üzerine bir dosya hazırladı. Konu 17 ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da yamyamlığın gizli tarihi idi. Berlin, Paris gibi Avrupa’nın lokomotif şehirlerinde boy göstermiş ve 19. yüzyıla kadar devam etmiş bir yamyamlığın tarihi de diyebiliriz buna.

Epilepsiye Sıcak Kan

19. yüzyıl Danimarka’sında idam edilen mahkûmların altında, ellerinde bardaklarla bekleşiyordu halk. Tabii ki infazdan sonra aşağıya damlayacak sıcak kanı doldurmak için… Taze insan kanının epilepsiye (sara hastalığına) iyi geldiğine inanıyorlardı. Bu ürpertici inancın kökleri ise yaklaşık 2,000 yıl öncesine dayanıyor: Meşhur Romalı Doktor Celsus dönemine… Bu yıllarda hastalara yaralı gladyatörlerin vücutlarından alınan saf kan veriliyordu.

Ölüsü- Dirisi İnsan Bedeni Bir Hayat İksiri (!)

Rönesans döneminde yaşamış İtalyan düşünürlerinden, babası da bir doktor olan Marsilio Ficino (1433-1499), insan bedeninin yalnızca tedavi edici bir ilaç değil, aynı zamanda bir hayat iksiri olduğunu ileri sürmüştü. Mesela gencecik bir erkeğin kol damarından kanını emmek, bir yaşlıya gençlik aşısı yapacak, yaşam enerjisini enjekte edecektir. Bu inançla, genç bedenler ihtiyarların ömrüne ömür katacak kutsal birer kurban görevi görüyordu.

16. yüzyılda yaşamış ünlü doktor ve kimyagerlerden, aynı zamanda tıbbî reformist olarak bilinen Paracelsus, taze cesetleri çok değerli bulanlardan biriydi. Nitekim meslektaşlarının cesetlere ilgisizliğini, “Hekimler bu kaynağın kıymetini bilselerdi, kimsenin cesedi darağacında 3 günden fazla kalmazdı” diye eleştirmiştir.

Onun takipçilerinden Alman kimyager Johann Schroeder ise ölü bedenin nasıl hayat iksiri haline getirileceği konusunda şu tavsiyede bulunur: “Hastalıktan değil, cinayetten ölmüş, esmer 24 yaş civarındaki bir kişinin kadavrası, bir gece ay ışığında bekletilmelidir. Böylece kokusuz, tütsülenmiş et halini alır.”

Peki, neden esmer biri? Çünkü o dönemde bu kişilerin kanının daha sağlıklı olduğuna inanılırdı. Kurbanın ise hastalıktan değil, cinayetten ölmesi de vücudunda herhangi bir marazın olmadığına işaretti.
Tıbbî yamyamlığın izlerini Avrupa’da 17. ve 18. yüzyıllarda yazılmış ecza reçetelerinde bulmak mümkün. Vücutta neyin nasıl işleme konulacağı, kanın hangi yolla vücuttan çekileceği reçetelerde ayrıntılı olarak tarif ediliyor. Ayrıca henüz can çekişenlerden kan alındığına da rastlamak mümkün.

Mesela 15. yüzyılda Papa VIII. Innocent’e ölüm döşeğinde iken şifa bulsun diye kurban olarak 3 genç çocuğun kanının akıtılarak içirildiği biliniyor.

Vücut Yağları da Şifa Umuduydu
Kanda şifa vardır da yağda olmaz mı? Yağlar vücuttan dikkatlice ayrılarak onlardan romatizmal hastalıklara iyi geldiği düşünülen merhemler yapılıyordu. İnsan bedeninin tedavilerde kullanılacak diğer bölümleri ise genellikle küçük parçalara ayrılıp şaraba veya alkole yatırılarak ilaç gibi tüketiliyordu. Genç erkeklerden ilaç yapımında ideal “hammadde” olarak istifade edilmekteydi.

Peki bu tedavi için kullanılacak cesetler nereden temin ediliyordu? Tabii ki kimsesizlerden, garibanlardan, asılanlardan. Bir de pek çok genç cesedi bir anda bulabileceğiniz savaş cephelerinden.

Neredeyse sektörleşen bu uygulamanın idam mahkûmları veya cepheler üzerinde yoğunlaşmış olmasının sebebi yalnız “beden arzının” kolaylığıyla ilgisi yok. Bir başka sebep de bu genç bedenlerin hastalık geçirmeden ölmüş bulunmaları. Yani bu kadar hassaslar!
Yamyamlık, ilkellik, vahşilik, hurafecilik mutlak olarak Avrupa coğrafyası dışında var olan bir şeymiş gibi gösterilmektedir. Kendi türünü yiyenler, sağlık için genç insanların kanlarını içenler, bebekleri katledenler elbette ilkel, vahşi ve cahiliyeye ye gömülmüş toplumlardır. Bunlara medeni toplum demek en hafifi ile gaflettir.

Vahşi Avrupa geçmişini temiz ve masum göstermek için tüm bu barbarlıklara bir kılıf bulmuştur; “Tıbbi Tedavi Yöntemleri”

Evet, Avrupalı soyluların şifa bulması için masum bebeklerin kanlarını vücutlarından canlı canlı çeken Batı toplumu hiçte Medeni değildir.

Avrupa kendi yamyamlığını/ barbarlığını örtmek için yapılanları güya “bilimsel” bir çerçevede sunmaktadır. Böylece tarihte kendi insanının etine ve kanına bu denli ilgi duymuş vahşi Batı temize çıkarılmaktadır.

Bugün Bile Bu Vahşilik Devam Etmektedir

Alman anatomist Gunther Von Hagens’in  “Body Worlds” başlıklı sergisi plastinasyon yöntemiyle çürümez hale getirilen derisi yüzülmüş insan bedenlerini bütün halinde veya parça parça sergileyerek anatomiye yabancı kimselere insan vücudunu tanıtmayı amaçlıyor.
Özellikle Uzak Doğu’dan kimsesiz, dilenci ve meczup kişilerin bedenlerinden  istifade edilmesinin ne kadar insani ve ahlaki  olduğu konusu  bizim medeniyetimizin sorunu olmadığı için bu konuya girmeye hiç gerek yok.

Ey bize “hayyealel Avrupa” diyenler! Ey bize uygarlık seviyesi olarak daima Batıyı gösterenler! Ey bize “İslam terakkiye manidir” deyip Müslüman evlatlarını İslam’dan soğutmak isteyenler!

Alın bu çok övündüğünüz, hayranı olduğunuz adeta taptığınız Mim’siz “Deniyet” sizin olsun.

“Lekum Dinikum Veliye Diyn”

Elhamdülillah…

——————

Kaynaklar

İslami Analiz/ Haber Merkezi Türkiye Ortadoğu Yazarlar


[1]. Âl-i İmran, 159

[2]. Türkiye’de Din Ve Vicdan Hürriyeti/ Yalçın Toker