Bangladeş’teki İdamların Perde Arkası

Olaylar Ve Yorumlar – Nedim Bal / 2016 Haziran / 43. Sayı

Bismillahirrahmanirrahim

Bilindiği üzere geçen ay Bangladeş Cemaat-i İslami lideri Muti’ur Rahman Nizami, laik Bangladeş rejimi tarafından idam edilerek şehadete ulaştı inşaallah. Bu katliam, Bangladeş yönetiminin İslâmî önder kadrolara yönelik gerçekleştirdiği zulümlerin son halkasıydı. Şuan dünya küfrünün İslam coğrafyası üzerinde yürüttüğü derin ve sinsi projelerini de göz önüne alırsak, sistematik olarak yapılan zulümlerin bununla sınırlı kalmayıp daha da yaygınlaşacağı gün gibi ortadadır.

Bangladeş’teki Olayların Başlangıcı

Bangladeş hükümeti tarafından kurulan Uluslararası Suçlar Mahkemesi (ICT)’nin 2011 yılında başlayan yargılamaları, 2013 yılından itibaren idamlarla neticelenmeye başlamıştı. Daha önce Abdulkadir Molla, Muhammed Kameruzzaman ve Ali İhsan Muhammed Mücahid gibi Cemaat-i İslami’nin yönetici kadrosundaki isimler de idam edilmişti.

Mahkeme, idam kararlarına gerekçe olarak 1971 Bangladeş Bağımsızlık Savaşı sırasında Cemaati İslami’nin lider kadrosunun Pakistan ordusu ile işbirliği yaptığını ve Pakistan ordusu yanlısı el-Bedr, el-Şems, Razakars gibi örgütlerin içerisinde yer aldığını ileri sürmektedir.

O Tarihlerde Yaşananlar ve Cemaat-İ İslâmi

Batı Pakistan ordusu o tarihlerde Bangladeş halkına yönelik “Fener Operasyonu”  gerçekleştiriyor. Fakat operasyonlar iç savaşa dönüşüyor. Bu iç savaş esnasında 2 milyon kişinin öldüğü, 200 bin kadına tecavüz edildiği, 26 bin sivilin kaybolduğu, yaklaşık 10 milyon kişinin ise güvenlik nedeniyle ülkeden kaçtığı iddia edilmektedir.

Savaş esnasında yaşananlara yönelik Bangladeş’in ilk başbakanı ve devlet başkanı olan Mucibur Rahman, bağımsızlığın hemen ardından Uluslararası Suçlar Mahkemesi’ni kurdurmuştur. Bu mahkemede Pakistan ordusuna mensup 195 savaş suçlusu yargılanmış, sonrasında uluslararası antlaşmalarla bu kişiler Pakistan’a iade edilmiştir. Söz konusu 195 savaş suçlusu içerisinde Cemaat-i İslami’nin bugün mahkûm edilmiş tek bir lideri dahi bulunmamaktadır. Yine aynı dönemde çıkarılan “işbirlikçiler yasası” çerçevesinde on binlerce insan gözaltına alınmış, bunların bir kısmı yargılanmıştır. Cemaat-i İslâmi’nin liderleri bu kişiler arasında da yer almamaktadır.

Ayrıca, Bangladeş halkına karşı katliamların gerçekleştirildiği dönemde, Gulam Azam haricinde tüm Cemaat liderleri henüz üniversite öğrencisidir ve toplulukları yönlendirecek yetkinlikte değildir. Gulam Azam ise, “Bengal Dili Hareketi” sırasında oldukça etkin bir rol oynamış, Pakistan hükümetine ve ordusuna karşı sert eleştirilerde bulunmuş, bu ve benzeri nedenlerden ötürü profesörlük kürsüsü bile elinden alınmış ve defalarca hapse girmiş bir isimdir.

Bununla birlikte Cemaat-i İslâmi, Bangladeş’in Pakistan’dan bağımsızlaşmasına destek vermemiştir. İç savaş sırasında ülkenin bağımsızlığına “Durum şimdikinden iyi olmaz, aksine daha da fakirleşiriz” diyerek karşı çıkmıştır.

“Müslümanların birbiriyle savaşmasının haram olduğu” gerekçesiyle hem Pakistan’a hem de Bangladeş’e ciddi uyarılarda bulunmuştur. Bangladeş’in Hindistan’ın desteği ile bağımsızlık kazanmasının ülkeyi dolaylı olarak Hindistan’ın kontrolüne sokacağını vurgulamıştır. Ancak bağımsızlık karşıtı bir fikriyata sahip olmasına rağmen Cemaat-i İslâmi, Pakistan ordusunun yaptığı uygulamalara hiçbir zaman onay vermemiş ve karşı durmuştur.

Dolayısıyla 1971 Bangladeş Bağımsızlık Savaşı sırasında Cemaati İslami’nin lider kadrosunun, Pakistan ordusu ile işbirliği yaptığı ve Pakistan ordusu yanlısı el-Bedr, el-Şems, Razakars gibi örgütlerin içerisinde yer aldığı iddiaları kara bir propagandadan başka bir şey değildir. Asıl maksat; o günkü olayları da bahane ederek, her geçen gün yükselen ve etkinliği artan Sünni İslâmi direnişi sert bir şekilde bastırmaktır.

Bangladeş’teki İdamların Sebepleri

1971 yılında Bangladeş, Pakistan’dan ayrılarak bağımsız bir devlet olarak teşekkül etmiştir. Sonraki yıllarda  “savaş suçları” kapsamında bazı yargılamalara başlanmış ve davalar haklı-haksız neticeye bağlanmıştır.

O halde sorulacak soru şudur: ‘Bu davalar esnasında adı hiçbir zaman anılmayan, bu yargılamalara konu dahi olmayan Cemaat-i İslâmi’nin liderlerine yönelik  aradan  tam 40 yıl geçtikten sonra  niçin durup dururken bu davalar açılıyor?? Neden, o gün yaşananlardan Cemaat-i İslâmi sorumlu tutuluyor ve lider kadrosuna yönelik katliamlara başlanıyor? Bu soruların cevabı meseleyi anlamak ve nedenlerini ortaya çıkarmak adına çok önemlidir.

Birinci Sebep: İç Politik Hırslar

Bangladeş Uluslararası Suçlar Mahkemesi, 2009 yılından beri iktidarda bulunan Awami Ligi Partisi ve lideri Hasina Vecid’in siyasi emellerine hizmet etmektedir. Hasina’nın başında bulunduğu Awami Ligi Partisi, İslâm dünyasında üretilen klasik “ulusal sol” karakterdedir. Hasina Vecd, aynı zaman da rejimin kurucu cumhurbaşkanı Mucibur Rahman’ın kızıdır.

Hasina yönetimi, mevcut rejimin tek alternatifinin İslam olduğunun farkın da. Bu sebeple ülkede ciddi varlığı ve etkisi olan Cemaat-i İslâmi’nin lider kadrosunu idamlarla ortadan kaldırarak direniş gücünü kırmayı hesaplamaktadır. “Hareketi, liderlerden yoksun bırakarak yolundan saptırma” stratejisinin yanı sıra, bu katliamlarla İslam gençliğine de gözdağı verilmek istendiği ortadadır.

Awami Ligi Partisi bu zulümlerini meşrulaştırmak için de, küresel güç odaklarının kullandığı aynı mazereti(!) kullanmaktadır ‘İslâmcı teröristlerle mücadele ediyoruz’.

İkinci Sebep: Küresel Küfür Cephesinin Oyunları

Bangladeş’te Müslümanlara yönelik gerçekleştirilen katliam kararlarının arka planında neler olduğuna bakıldığında görülen diğer bir sebepte; Batı, Hindistan ve Çin’in İslâm dünyasına yönelik genetik leşmiş düşmanca tutumlarıdır.

Batı Dünyası

Batı dünyası ile kastettiğimiz içerisinde ABD ve Avrupa’nın olduğu bloktur.

Batı, dünyadaki Müslüman nüfusun yaklaşık üçte birini barındıran Hint Kıtasının, kendi egemenlik ve çıkar alanlarını tehdit edecek ve İslâm’ın yayılmasını sağlayacak potansiyele sahip olduğunu çok iyi bilmektedir. Bu noktada, Cemaat-i İslami gibi ilmi ve akademik kurumlarıyla ön plana çıkan, yetkin önder kadrolara ziyadesiyle sahip, halk arasında ciddi desteği bulunan yapıların etkin olmasını istememektedir. Batı’nın, -idam cezasına karşı olduğunu söylemesine rağmen- Bangladeş’teki hukuksuz yargılamalara ve idamlara yönelik ciddi bir ses çıkarmamasının altında yatan gerçek sebepte budur.

Batı, çifte standardını gizlemek ve Müslümanlara yönelik haksızlıkları meşrulaştırmak için Cemaat-i İslâmi’yi “terör” ile ilişkilendirmeye çalışmaktadır. Batı kaynaklı uluslararası raporlarda, Hint Kıtasındaki şiddet eylemlerine karışan kişilerin Cemaat-i İslamî’nin gençlik faaliyetleri içerisinde yetiştiği iddia edilmekte ve Cemaat-i İslamî’nin özellikle gençlik kolları SHİBİR hedef alınmaktadır.

Hindistan

Hindistan, Hasina’nın başında bulunduğu ulusal sol parti Awam Ligi’nin tam destekleyicisi konumundadır. Bu desteğin iki sebebi var. Birincisi; Hindistan’ın, küresel emperyalizmin belirlediği uluslararası sistemi ve dengeleri kabullenmesi.

İkinci ve daha önemli sebep ise; 1 milyar 200 milyon nüfusu bulunan Hindistan’da yaklaşık 155- 160 milyon Müslüman yaşamaktadır. Komşu Pakistan da  170 milyon, diğer komşu Bangladeş de ise 140 milyon..

HİNDİSTAN, Cemaat-i İslâmi gibi etnik yapılanmaya karşı olan yani; ümmet şuuruna sahip olup bu hedefe göre ilerleyen tüm İslamî yapıların, gelecek te Müslüman birliğine yol açıp Hint iktidarını devireceği endişesi taşımaktadır. Dolayısıyla Hindistan;  Müslümanları zayıflatıp, bölecek her türlü çabanın baş mimarıdır.

Çin

Bangladeş-Pakistan-Hindistan toprakları üzerinden ekonomik çıkar sağlayan Çin gibi ‘süper güçler(!), Asya’da, İslâmi hareketlerin hâkimiyetini istememektedir. Çin ve Hindistan, Asya’nın iki önemli gücüdür ve bölgedeki çıkarlarını korumak için çeşitli stratejik ortaklıklara imza atmaktadır. Özellikle bölge ülkeleri üzerinde politik baskı kurmak, bu stratejik ortaklığın bir sonucudur. Hindistan ve Çin‘in Pakistan ve Bangladeş de Cemaat-i İslâmi’ye karşı uygulanan ortak siyasetlerinin ardında, İslâmi hareketlerin Asya’da hâkimiyetine engel olmak yatmaktadır.

Sonuç olarak; şuan dünya küfrünün İslam coğrafyası üzerinde Sünni İslâmi hareketlere yönelik yürüttüğü derin ve sinsi projelerini göz önüne alırsak bu zulümlerin Muti’ur Rahman Nizami’nin idamıyla sınırlı kalmayıp daha da yaygınlaşacağı gün gibi ortadadır.

Dünya küfrü bir mesaj vermeye çalışıyor;  “Ey Müslümanlar! Şunu iyi bilin ki her kim bizim kurduğumuz düzeni bozmaya çalışır ve bize rağmen alternatif bir düzen kurmaya kalkışırsa sonu darağacına gidenler gibi olur.”

Ama bu mesajı vermeye çalışanlar şunu hala fark edemiyorlar; bu darağaçlarına giden yiğitlerin hiçbiri ‘ÖZÜR DİLEYİN, AFFEDİLECEKSİNİZ’ şantajına boyun eğmedi. Bu yiğitler  âdeta sevgiliye kavuşurcasına yüzlerinde bir tebessümle yürüdüler darağaçlarına.

Tarih Hak ve Batıl Mücadelesinin Tekrarıdır

İslam gençliği bu olayları yakından ve ibretle takip etmeli. Şuan yeryüzün de iman ile küfrün, tevhit ile şirkin kıyasıya mücadelesi yaşanıyor. Fakat gençlerimiz bu derin ve sinsi mücadelenin farkında bile değil maalesef. Günübirlik olayların, benlik davalarının, hayatımızın içinde pratiği olmayan teorik tartışmaların içine gömülmüş bir manzara arz ediyor gençlik. Özellikle Türkiye’deki İslâmi yapıların içinde bunlar yaşanırken dünyanın diğer tarafların da yaşayan Müslümanlar İMANLARININ İMTİHANINI VERİYOR.

Bir genç şuan dünya üzerinde son yaşananlara basiretle, insafla, hikmetle ve teslimiyetle bakarsa; kayaların altında inkâr etmesi için işkence edilen Bilal’i, darağacına asılan Hubeyb’i görebilir. İslam’ı tek bir amele indirgemek, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem’in) İslâmi mücadelesinde ki tedricilik ve stratejiyi göz ardı etmektir. Kaldı ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem’in) küfrün karşısında almış olduğu tavır, uygulamış olduğu metot/strateji bizzat âlemlerin Rabbi olan Allah azze ve celle’nin EMRİDİR. Unutulmamalıdır ki Bedir’de, Uhud’da, Hayber’de, Mute’de şakırdayan kılıçların tohumu MEKKE’ de atılmıştır.

Mekke’yi görmeksizin sadece Bedir’i, Hayber’i ve Mute’yi  adres göstermek nasıl stratejik bir sapma ise Hayber’i, Mute’yi, Bedir’i  görmeksizin sadece Mekke’yi adres göstermek te öylece bir sapmadır.

Mekke; imanın, ahlakın, teslimiyetin,  şahsiyet ve adanmanın mektebidir. Bu mektepten başarıyla mezun olamayanlar er meydanında asla muzaffer olamazlar. Son 50 yıldır -istisnalar hariç- İslami hareketlerin kendi içinde dahi bir akort ayarının olmaması, ümmetçilik ilkesinin sadece dilde kalması, cephelerde görülen hizipçilik, idâri mekanizmalarda görülen ahlaki zafiyetler ve gevşeklik; maalesef bizlerin Mekke’sinin ne kadar zayıf ve başarısız olduğunu ortaya koyan bir durumdur. 

Bu başarısızlığın en büyük sebebi, TEORİ ile PRATİK ÇELİŞKİSİDİR. Buna; söylenenle – yapılanın, anlatılanla – yaşananın çelişkisi de denilebilir.

Hissedilemeyen, görünür ve yaşanır olmayan bir teori- her ne kadar hak da olsa- sadece kitaplara mahkûm bir teori olarak kalmaktan öteye geçemezdi zaten. Bireysel müslümanlıktan cemaatsel yapılanmaya, oradan da davet metoduna kadar birçok alanda teorik olarak ciddi çalışmalar ortaya koyulurken maalesef genç kuşağa bu teorilerin adım adım nasıl pratiğe döküleceği hususunda örnek olamadık. 

Burada sadece bireysel anlam da biz Müslümanların ameli zayıflığından bahsetmiyoruz. Bu büyük bir sorun olmakla birlikte bunun yanın da İslami camiaların kendi iç idarelerinde İslam’ın öncelediği adalet terazisini hiçbir ayırım yapmadan herkese eşit olarak uygulamamaları da büyük bir sorun olarak ortada duruyor. 

Ferdi ve cemaatsel anlam da olması gereken metod/yöntem, tüm detaylarıyla ortaya koyulmasına rağmen buna uygun olmayan ahlâki ve idâri zayıflıkların gösterilmesi İslam gençliğini çok derinden sarsmış ve etkilemiştir. Öyle ki içerisinde bulundukları yapılara karşı güvenleri kalmamış, Müslümanların birliğine ve dirliğine dair umutlarını yitirmişlerdir. Bunun neticesinde genç kuşaklar haklı olarak içinde bulundukları yapıları da aşarak teorik tartışmalardan, iç hesaplaşmalardan, makam ve konum kapma yarışlarından uzaklaşarak değeri hiçbir şeyle kıyas edilemeyecek ve ferdi planda neticesi daha çabuk alınacak bireysel amellere yönelmeyi tercih etmiş ve cemaatsel hareketin bağlayıcılığını önemsememişlerdir..

“İslam’ın yeryüzünde hâkim olması için kendine özgün Rabbani bir yöntemi vardır. Bu yöntemin tümden terkedilmesi veya her merhalenin/aşamanın kendi içindeki şartlar tam olgunlaşmadan alelacele diğer bir merhaleye geçiş yapılması İslam davasının geleceğine çok büyük zararlar verir…” gibi son derece haklı uyarılar artık gençliğe bir ninni, bir hikâye gibi geliyor. Kulak asmıyor, değer vermiyor, önemsemiyorlar.

İslam gençliği şöyle bir soru sorabilir: “Peki bu ruh halimizin, bu kafa karışıklığımızın, yanlış algı ve düşüncelerimizin, güven kaybımızın, umutsuzluğumuzun sebebi biz miyiz?” Bu haklı bir sorudur ve bu soruların muhatapları hala hayattadır. Çözüm ise şu dört kelimede mevcuttur “İdrak, insaf, basiret ve hikmet..”

Bu çağın  YİĞİT HUBEYB’lerine, HAMZA’larına, MUS’AB’larına Selam olsun. ALLAH azze ve celle onlara rahmet eylesin. Onların şefaatlerine bizleri nail eylesin. Onların yolunu yol edinmeyi ve son nefesimizde şehadeti tatmayı bizlere de nasip eylesin.. Amin..Amin..Amin..

Allaha emanet olunuz.

Esselamu Aleykum.  

————————

Kaynakça:

1. S.D.A.M