Aile Yapımız Neydi? Ne Oldu?

Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2020 Ekim / 95. Sayı

Toplu taşıma araçlarıyla haşır neşir geçen öğrencilik yıllarımda Çemberlitaş tramvay hattında iğne atılsa yere düşmeyecek bir vaziyetteyken küçücük bir boşlukta göz göze geldiğim Mısırlı bir Müslümanla konuşma imkânım olmuştu. Halinden pek memnun gözükmüyordu. Sebebi tramvayın kalabalık oluşu değildi elbet. Kendisiyle konuşmamın faydalı olacağını düşünerek kalabalığı yardım ve yanına ulaştım. Birkaç kelam ettik sonra da ayrıldık. Sonuç tahmin ettiğim gibi olmamış aksine bu konuşmadan o değil ben istifade etmiştim. Konuşmamız arasında çok manidar bir şekilde yüzüme bakarak “Burası mı İslam beldesi?” demişti sadece. 

Ünlü filozof Heraklitos çok uzun yıllar önce (M.Ö 500’lü yıllar) biraz doğru biraz yanlış bir kelam etmiş: “Her şey değişir. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” 

Evet, değişiyoruz. Farkındayız ya da değiliz ayrı bir mesele ama tepeden tırnağa köklü bir değişim içindeyiz. 

Mısırlı Müslüman kardeşim, bulunduğumuz mevkiin önemini bilerek mi söyledi o sözleri bilmiyorum. Ama bu konuşmanın İstanbul’un İslamla buluşmasının sembollerini taşıyan bir semtte ve cennet mekân Sultan Abdülhamid’in kabrinin neredeyse yanı başında gerçekleşmesi yaşadığımız değişimi tam olarak ifade ediyordu aslında. Önünden defalarca geçtiğimiz bu semtleri ve halihazırdaki hallerini düşününce gerçekler ortaya çıkmakta gecikmiyordu. Buralar ne zamandır bu haldeydi? İslam’ın nişaneleri insanların suretinden alınıp taş duvarlara nasıl da hapsedilmişti? Burası mı İslam’ın güçlü kalesiydi? Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in övgüsüne mazhar olmuş o büyük önder Fatih Sultan Mehmet’in emanetine böyle mi sahip çıkılmalıydı? Dünyanın en büyük imparatorluğunun baş mabedinin camiye dönüştüğü bu güzel yer böyle mi olmalıydı? İslam için gece gündüz demeden mücadele eden Sultan Abdülhamid Han’a olan borcumuz böyle mi ödenmeliydi? 

Maalesef hali pür melalimiz ortada. Kökünden en kökünden değişiyor ve benliğimizi kaybediyoruz. Ruhumuz, özümüz, yaşam şeklimiz kısaca her şeyimizle evrim geçiriyoruz. Aynadaki biz, biz değiliz. Şimdinin Ahmetleri Mehmetleri dünküyle aynı değil, elli yüz yıl öncesiyle hiç mi hiç aynı değil. Oturmamız-kalkmamız, yememiz-içmemiz, gülmemiz-ağlamamız artık her şey bambaşka. Önümüzde kontrol edemediğimiz bir fırtına var ve bizi bizden alıp çok uzaklara götürüyor. Darbeler ardı ardına soluksuz ve beklenmedik yerden gelip yıkıyor bizi. Takım elbiseyle girdiğimiz kavgadan ağzı burnu yer değiştirmiş şekilde ve neredeyse kendimizi bile tanıyamayacağımız bir halde çıkıyoruz, dilimizde şairin şu mısralarıyla;

Ne ben eski benim

Ne zaman eski zaman 

Ne bahçede güller kırmızı

Ne sen renklisin dünyamda

Bu köklü değişimlerden nasibini alan, eli yüzü tanınmaz hale gelen temel yapılarımızdan birisi de aile hayatımızdır. 

Aile yapımız bizi Avrupa toplumlarından ayıran ve onlar karşısında her zaman bir adım daha öne geçiren unsurların başında gelirdi. Medeni(?) Avrupa milletlerinde bulunmayan bir sıcaklığı vardı ailelerimizin. Başımızda güçlü ama adaletli bir otorite olarak babalarımız, merhameti ve fedakarlığıyla iyiliğimiz için çırpınıp duran cefakâr annelerimiz, her darımızda zorumuzda daima yanımızda bulduğumuz kardeşlerimiz ve muhabbetlerini en içten şekilde hissettiğimiz akrabalarımız vardı.

Aile meclislerimiz sevgi, saygı, adalet ve merhamet üzerine kurulmuştu. Bu temelleri görmek isteyen kimsenin ailenin en küçük ferdine bakması bile yeterli olabilirdi.

Öte yandan ailelerimiz bu değerlerle öne çıktığı kadar kalabalık oluşuyla da hatırlanırdı hep. Dedesi, nenesi, amcası, halası, dayısı, teyzesiyle kocaman bir aile. Onlar sayıyı arttırdığı kadar kaliteyi de arttırırdı. Kimisinin tecrübesi kimisinin fedakarlığı kimisinin sempatisi kimisinin ise maddiyatı birlikte tutardı herkesi. Dengeler çok farklıydı. Evet, bir evlat babasıyla bugünkü kadar rahat konuşamaz, anneler babaların yanında seslerini bu kadar yukarı çıkaramazdı.

Evlerde rahat koltuklar, geniş plazma TV’ler de yoktu. Sırt yastığı, minder ve halıdan ibaret odalar, herkesin her saat giremeyeceği gıda dolu(?) kilerler, kardeşlerin ortaklaşa giydiği kıyafet ve ayakkabılar… Tüm sermaye buydu. Fazlasına sahip olanın zengin sayıldığı gariban bir toplumduk biz. Ama yine de herkeste mutluluk, gözlerde bir ışıltı vardı. Onca yokluğa rağmen evlerde vakit güzel geçerdi. Kışlar ayrı güzel yazlar ayrı bir güzel olurdu. Birisinde etrafında toplandığımız sıcacık sobalarımız diğerinde de altında serin serin oturarak derin muhabbetlere daldığımız asmalarımız vardı. Her şeyin iyisini yiyemez ve giyemezdik ama duyguların en güzelini en sıcağını hissederdik yüreğimizde. Velhasıl tüm eksikleriyle birlikte evveldi, güzeldi.

Şimdilerde eskinin yerinde yeller eseli çok oldu. Hayal bile edemeyeceğimiz kadar çok şey değişti. Keşke değişen sadece sobalar, yıkık dökük evler ve imkansızlıklar olsaydı. Ama öyle olmadı. Her gelen yeni, eskisinden bir şeyler çaldı. Yeni yeni binalar soğuk geçirmedi ama bize eski sıcaklığımızı da vermedi. Modern iletişim araçları iletişimimizi güçlendirmek bir yana var olanı da paramparça etti. Televizyonlarla bir araya toplandıksa da robotlara dönüşmekten kurtulamadık.

Neticede yeni aile düzenimizle tamamen başarısız olduk ve hüsrana uğradık. Ortaya çıkan tablo birbirinden kopuk fertlerin oluşturduğu soğuk aile yuvalarından başkası değildi. Aslında buna tam olarak aile de denemezdi. Aile demek sadece aynı soy isimle aynı evde yaşamak mıydı? Aile demek aynı odada ama farklı hülyalarda olmak mıydı? Kimsenin kimseden haberinin olmadığı, evlerin otel olarak kullanıldığı bir yer yuva olarak isimlendirilebilir miydi? Aynı aşa ortak olmadan aynı işe el atmadan aynı umuda bel bağlamadan aile olunamazdı ki! İyi bir aile için asaletiyle duran bir baba, şefkatiyle bir sağa bir sola koşturan anne, kendi dünyalarında neşeyle oynayan evlatlar şarttı. Ancak o zaman mutlu aileler tesis edilebilir, evler sıcak yuvalara dönüşebilirdi.

Nerede Yanlış Yaptık?

Değişim hayatın kanunu olsa da her zaman bir sebebe muhtaçtır. Hayatta hiçbir şey sebepsiz olarak değişmez. Çabamız olmaksızın değişen haller bile en nihayetinde Allah’ın rahmeti ve mağfireti gibi bir sebebe dayanır. Bu nedenle meydana gelen değişim ve dönüşümden memnun kalınmamışsa yapılması gereken ilk şey onun sebeplerini irdelemek ve yeni adımlar atarak neticeyi değiştirmek olacaktır.

Bahsini ettiğimiz aile meselesinde de yaşadığımız kırılmaların sebepleri elbet vardır. Özden kopma ve başkalaşma genellikle uzun bir sürece dayandığı için sebeplerini doğru teşhis etmek zorlaşsa da İslam’ın ortaya koymuş olduğu aile yapısının zaman ve mekân mefhumunu aşarak netliğini koruması bize yardımcı olacaktır. 

Aile hususunda yaşadığımız başarısızlığın sebeplerini dışarda aramadan önce okları kendi nefislerimize çevirmeli ve samimiyetle sormalıyız: “Nerede yanlış yaptık?”

“Allah’ın dininden uzaklaşma ve O’nunla olan bağı zayıflatma” her yanlışta olduğu gibi burada da birincil unsurdur. Allah’ın emrettiği her şey iyi/ doğru yasakladığı her şey de kötü/ yanlıştır. Eğer insan bir yanlışın içine düşmüşse orada mutlaka Allah’ın kendisi için çizmiş olduğu sınırı aşma durumu vardır. Aile yapılarımızı İslam’ın emrettiği şekilde muhafaza edemememizin yegâne sebebini de burada aramak gerekir. Bu nedenle sorulması gereken ikinci bir soru ise “ideal olan aile yapısı için gerekli düzenleme ve tavsiyeler Kur’an ve sünnette yeterince mevcutken neden ve ne çeşit bir yanlış yaptık?” sorusu olmalıdır.

Bu soruya doğru cevabı vermek için tarihin sayfalarını biraz geriye çevirmemiz ve çizilen kıvrımların izini bu satırlar arasında sürmemiz gerekecektir.

İslam dünyasında belki itikadi açıdan değil ama sosyolojik açıdan Müslümanların kendi kaynaklarından yüz çevirip başka kaynaklara meylettiği en net dönem 18 ile 20. yüzyıllar arasında olmuştur. Güçlü ve parlak bir dönemin ardından yaşanan düşüşler hataları tefekkür için güzel bir başlangıç olsa da netice istenilen şekilde olmadı. Müslümanların yapması gereken yegâne şey hatalarını görüp kendi kaynaklarından azami derecede istifade etmek olmalıyken bir anda zihinlerde İslam ahkamının dönemin sorunlarına çare olamayacağı, gerekli reçetenin Batı toplumlarında saklı bulunduğu tezi ağırlık kazanıverdi.

İşte tüm alanlarda olduğu gibi aile yapısı için de en büyük kırılma noktası burası oldu. Zihniyet değişimi de denilebilecek bu gelişme Avrupa kültürünün beldelerimize destursuzca girmesine ve istediğini kolayca yapabilmesine imkân tanıdı. Bu safhadan sonra askeriyeden hukuka eğitimden toplumsal yapıya varana dek neredeyse her alanda ciddi yenilikler birbirini takip etti. Neticede yeni bir devlet yeni bir sistem yeni bir toplumsal düzen inşa edildi. Yeni sistemde aileye hayat(?) verecek damarlar Avrupa’ya uzanıyordu. Bundan sonra Avrupa’nın doğrusu doğrumuz, yanlışı yanlışımız olacaktı. Eski tek kalemde çizilecek yenisi hemencecik ikame edilecekti. Evet evet! En doğrusu buydu. Bu reçeteye uyacak, biz de çağdaş medeni milletler seviyesine çıkacaktık.    

Hukuk Alanında Atılan Yanlış Adımlar

– 1926 Kanunu Medenisi

Aile yapımızı ifsad eden hukuksal düzenlemelerin en başında 17 Şubat 1926’da İsviçre Medeni Kanun’u örnek alınarak TBMM’de kabul edilen, 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe konulan ve 1 Ocak 2002’ye kadar varlığını sürdüren “1926 Kanunu Medenisi” gelir. Müslüman bir toplumun gayrimüslim anayasal düzenlemeler ile tanzim edilmesi tam bir felakettir. Zihniyet olarak bu topraklara uymayan ne dinle ne de örfle bir paralellik arz etmeyen bu yasa ve kanunların aile yapımızı nereye getirdiği ortadadır. Ancak yine de bu acı sonuçtan gerekli dersler alınmamış ve aynı hatalar günümüze kadar devam edegelmiştir.

– 2001, 2004 ve 2010 Yılları Anayasal Düzenlemesi

Anayasa üzerinde bu yıllarda meydana gelen değişikliklerin ana konusu kadın-erkek eşitliğidir. Anayasa’nın 10. maddesine 2004 yılında “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür” hükmü eklenmiştir.

2010 yılında ise 10 uncu maddenin ikinci fıkrasının sonuna “…bu maksatla alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz” ibaresi eklenmiştir.

Aralarındaki fıtri farkları bir yana bırakıp kadın ve erkeği bir gören bu çarpık zihniyetin kanunlaşması genel olarak tüm toplumsal yapıyı bozsa da özelde en çok aile düzenine darbe vurmuştur. Çünkü bu yanlış anlayış kadınla erkeği ağır bir çatışma alanına sürükleyerek aile içinde karmaşanın doğmasına sebep olmuştur.

Kadın ve erkek İslam nazarında eşit değil eşdeğerdir. İmanları ölçüsünde kadın da değerlidir erkek de. Ancak Allah azze ve celle bu iki cinsi farklı tabiatlarda yaratmış, sorumluluk yüklerken de bu hususu önemli bir etken olarak kabul etmiştir. Bu nedenle kadın ve erkek birbiriyle yarışan iki rakip değil Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu kulvarda yürüyen iki yoldaştır. 

– Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Tarafından Atılan Adımlar

Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı özellikle son dönemde aile bakanlığı gibi değil “kadın bakanlığı” gibi çalışmaktadır. Aile mefhumunu neredeyse sadece kadınla özdeşleştiren bakanlık atmış olduğu adımlarla kadını güçlendirmek yerine ona zarar vermektedir. Ev ortamından koparılıp çalışma ortamına hapsedilen ve kocasıyla egemenlik yarışına giren bir kadın mutlu kadın değildir. Bu nedenle, bakanlık eliyle yürütülen projeler güçlü(?) ama mutsuz kadınlar üretmekten öteye geçememektedir. 

Bakanlık tarafından bu minvalde yürütülen projelere şunlar örnek verilebilir:

 “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı”

2008-2013 yılları arasında uygulanmıştır.

 “Kadının Güçlenmesi Strateji Belgesi ve Eylem Planı”

2018-2023 yıllarını kapsayacak şekilde planlanmıştır. Halen yürürlükte olan bir projedir. 

– İmzalanan BM Koordineli Sözleşmeler

 Birleşmiş Milletler’in (BM) temel insan hakları sözleşmeleri arasında yer alan ve kadın hakları konusunda uluslararası standartları belirleyen ilk sözleşme 1981 yılında yürürlüğe giren CEDAW’dır. CEDAW’ın temel hedefi, toplumsal yaşamın her alanında kadın-erkek eşitliğini sağlamak amacıyla, kalıplaşmış kadın-erkek rollerine dayalı önyargıların ortadan kaldırılmasını sağlamaktır. Sözleşme taraf ülkelerde kadınlara yönelik ayrımcılığı önlemek için var olan tek yasal ve bağlayıcı uluslararası dokümandır. Türkiye, CEDAW’ı 1985 yılında imzalamış ve sözleşme 1986 yılında yürürlüğe girmiştir. 

 BM tarafından koordine edilen bir başka çalışma ise “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri”dir. 2015’de gerçekleştirilen BM Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesinde 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri tüm BM üyelerinin (193 ülkenin) imzası ile kabul edilmiştir.

2030 yılına kadar ulaşılması planlanan toplam 17 ana hedef bulunmaktadır. Bunlardan birisi de “toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve tüm kadın ve kız çocuklarının güçlenmesi”dir.

5. madde altında yer alan bazı hedefler şunlardır:

– Kadınlara ve kız çocuklarına yönelik her türlü ayrımcılığın her yerde sona erdirilmesi,

– Çocuk yaşta, erken ve zorla evlilikler ile kadın sünneti gibi bütün zararlı uygulamaların sona erdirilmesi,

-Kadınların siyasi, ekonomik ve sosyal hayatta karar alma sürecinin her basamağına tam ve aktif katılımının sağlanması ve bu alanda liderlik için eşit fırsatlara sahip olması,

-Toplumsal cinsiyet eşitliğinin tesisi ve her alanda kadınların ve kız çocuklarının güçlenmesi için güçlü politikalar üretilmesi, izlenmesi ve var olanların takviye edilmesi ve uygulanabilir mevzuat geliştirilmesi.

 İmzalananlar arasında en çok gündeme gelen sözleşme şüphesiz “İstanbul Sözleşmesi”dir. Asıl adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”dir. Sözleşme AKP, CHP, MHP ve BDP’nin oylarıyla Meclis’ten geçti. 81 maddelik İstanbul Sözleşmesi’ni Türkiye adına dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu imzaladı. Sözleşme TBMM’de 24 Kasım 2011’de onaylandı, 8 Mart 2012’de Resmî Gazete’de yayımlandı. 1 Ağustos 2014’te de yürürlüğe girdi.

Maddelerinin uzun olması sebebiyle burada detaylarına yer veremediğimiz sözleşme genel itibarıyla özetlenecek olursa; “Aile İçi Şiddeti Önleme” adını taşısa da sadece kadın merkezli oluşundan dolayı pozitif ayrımcılık oluşturmuş, kadının beyanını esas alan yönüyle yargısız infaz edilerek evinden uzaklaştırılmış 2 milyondan fazla erkek üretmiş ve baskılar sonucu cinnet geçirme derecesine gelmiş kocaların eline kendi kadınlarının kanını bulaştırmış, aileleri de fertlerini de geri dönülmez felaketlere sürüklemiş iğrenç bir sözleşmedir.