Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2024 Kasım / 144. Sayı
“İnsanlık o kadar ilerledi ki; artık görünmüyor.”
Vakıaya ışık tutan kısa, öz ve mühim bir cümle…
Sayfalarca yazmaktan, saatlerce konuşmaktan daha makbul kıymetli bir kelam…
Kanadalı kişisel gelişimcinin kaleminden dökülen bu satırları en derinden hissettiğimiz günlerden geçiyoruz. Bilimi ve teknolojiyi terakki olarak gören modern insan bu meyanda hatırı sayılır bir gelişim gösterdi elbet. Zamanında insanların yoğun uğraş ve emeklerle elde ettikleri neticeyi çok kısa bir sürede elde edebiliyor ve eski insanların hayal dahi edemeyeceği imkan ve konfora çok rahat bir şekilde ulaşabiliyoruz. Maddi anlamda dünyadan elde edilebilecek maksimum performansa sahip olmuş gibi gözüküyoruz. Lakin öte yandan insanlık her geçen gün yüz kızartıcı işlerle malul olmaya, onur kırıcı işlerle boyun bükmeye baş döndüren bir hızla devam ediyor. Tarihte görülmüş cürümlerin tamamını eksiksiz olarak işlemek yetmezmiş gibi şeytanı dahi şaşırtacak bir seyirde günah defterini kabartmaya devam ediyoruz.
Son günlerde yaşanan hadiseler insanlığın geleceği adına herkeste endişe uyandırıyor. Katil ve zalim İsrail’in müslüman kardeşlerimize karşı işlediği cürümlere her geçen gün fazlasıyla şahit olurken yanıbaşımızda işlenenler de bunları aratmayacak cinsten. O zalimler uzaklarda(?) günahsız bebeklerin üstüne bomba yağdırıp ölüm olarak düşerken buradaki zalimler de yanı başımızda yeni doğan bebekleri türlü hilelerle katletmeye, küçücük narin yavrularını işledikleri pisliklere kurban etmeye devam ediyor. Filistin, Suriye ve diğer mazlum bölgelerdeki müslümanlar bombayla, mermiyle, ateşle yanarak, parçalanarak hunharca katledilirken buradaki zihni, kalbi iğfal edilmiş saptırılmış gençler de samuray kılıçlarıyla vahşice ölümlere sürükleniyorlar. Neticede dünya doğusuyla batısıyla kuzeyi ve güneyi ile iblisin arzu ettiği fesada doğru sürükleniyor. İnsanlık ise çıkardığı fesadı sonlandırmak yerine onun acı sonuçlarına katlanmayı tercih ediyor.
“Allah’ın buyruklarını umursamaz hale gelen şu insanların, kendi elleriyle yapıp ettikleri sonucunda, karada ve denizde fesat başladı. Bu şekilde Allah belki doğru yola dönerler diye, yaptıklarının bazı kötü sonuçlarını onlara tattıracaktır.” (Rum, 41.)
Asıl yurdumuza göre alçak olan dünya kötü ve katı kalpli insanlar sebebiyle daha da alçak bir yer olmaya devam ediyor. İnancını kaybetmiş, merhamet duygusunu yitirmiş, değer ve kıymet tanımayan hissiz bir kalp insanlık için en tehlikeli olan şeydir. Bu tehlike ise insanlığı kuşatmış durumdadır. İnsanlık madden gelişim gösterse de manen bitik bir vaziyettedir. Yaşadığımız toplumların içlerindeki kötülükleri kusarcasına izhar etmesi bunun en açık göstergesidir. İçinde bulunduğumuz cendereden çıkmak ve dünyayı daha yaşanılır bir hale getirmek için ruhumuza, maneviyatımıza yatırım yapmak zorundayız. Bizler insan olarak sadece bedenden müteşekkil olmadığımız gibi hayat ta sadece kötüler ve kötülüklerden ibaret değildir. Sayıları az olsa da hem ruhunu hem bedenini iyiliğe teslim etmiş, iyiliğin temsilcisi olmuş ve bu haliyle insanlığa umut olacak iyiler de vardır. Ve dünyayı ancak ruhu, kalbi mamur olan bu iyiler imar edecektir. Ancak ne var ki; bu iyiliğin ve manevi terakkinin önünde birtakım engeller vardır. İyi olmak, iyilerden olmak isteyen, bedenini aşıp ruhunu yüceltmeyi hedefleyen, karanlıkları yarıp aydınlığa ulaşmayı arzu eden herkesin karşı karşıya kalacağı engeller… Aşılması için yoğun gayret gösterilmesi gereken ve bir ömür sürecek olan bariyerler… İşte asıl mesele budur. Bu başarıldığı takdirde dünya herkes için çok daha yaşanılır bir hale gelecek, nebatat ve hayvanat da dahil tüm mahlukat bunun semeresini görecektir.
NEFİSLERİMİZ VE ISLAHI
“Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, rabbimin merhamet etmesi dışında, daima kötülüğü emreder; şüphesiz rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yûsuf, 53.)
Manevi yükselişin önündeki en büyük engel, aşılması gereken ilk barikat nefstir. Kişi nefsi ile mücadele etmeyi öğrenmeden rabbi katında kıymetli hiç bir mertebeye ulaşamaz. Dizginlenemeyen nefs pimi çekilmiş bir bomba gibidir. Sahibini yok etmesi an meselesidir. Bu sebeple mümin son nefesini verinceye kadar nefsiyle kıyasıya mücadele eder ve onu kendi haline bırakmaz, rabbin emirlerine amade kılıncaya dek didinir durur. Bunu başardıktan sonra da elde ettiği zaferi korumak için ayrı bir gayretin içine girer. Mümin bu teyakkuz halini sürekli korumak zorundadır çünkü; kulluk serüveninde nefs şeytandan bile daha tehlikeli konumdadır. Bu hususu İbn-i Atâullâh el-İskenderî şöyle izah eder:
“…Sen asıl nefsinden kork! O nefs ki senin aleyhine çalışır. Üstelik ölünceye kadar da sahibinden hiç ayrılmaz. Oysa şeytan bile hiç olmazsa Ramazan ayında insandan ayrılır. Çünkü Ramazan’da şeytanlara kelepçe vurulur. Fakat buna rağmen Ramazan ayında da devam eden cinayet, hırsızlık ve ahlaksızlık vakaları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir…”
Nefsin bu vaziyetinden ötürü Nebi aleyhisselam şu duayı sıkça yapardı:
“Allah’ım! Senin rahmetini umuyorum, beni göz açıp kapayıncaya kadar (da olsa) nefsimle başbaşa bırakma. Halimi tümüyle düzelt.Senden başka ilah yoktur.”[1]
Yusuf aleyhisselam’ın sözü Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in duasından öğrendiğimize göre nefsin kötülüklerinden korunmanın tek yolu vardır. O da Allah azze ve celle’nin rahmet etmesidir. Ancak rabbimizin merhamet edip yardımda bulunduğu kulları bu tehlikeden emin olacaklardır.
DÜŞMANIN FARKINDA MIYIZ?
“Sonra onlara mutlaka önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın” dedi.” (Araf, 17)
İyiliğin yayılmasının ve fertlerin manevi gelişimini tamamlamasının önündeki en büyük engellerden birisi de iblis ve onun hizmetkarları olan şeytanlardır. İnsanoğlu asıl hakikati unutarak çoğu zaman dünyanın basit bir geçimlikten ibaret olduğunu zanneder. Geçim derdi, çoluk çocuk telaşesi, mal mülk hırsı derken dünya meşgalesi insanı bir sel gibi alıp götürür. Birçokları bu akıntıda kendilerini selamette tutacak olan basit bir dal bile bulmaktan mahrumdur. Oysa ki bu hayat hepimize daha küçük yaşlardayken öğretilen, masal gibi anlatılan bir hikayeden ibarettir. Adem ile iblisin hikayesi… Hak ile batılın hikayesi… İlim ile cehaletin hikayesi… İblis kendisini huzurdan kovduran bu hikayenin devamının peşinde ve intikam almanın derdindedir. Hedefi türlü türlü yollarla yanaşarak hak yoldan ayıracağı ademoğullarının sayısını arttırmak ve babaları Adem aleyhisselam gibi evlatlarını da cennetten mahrum etmektir. O bir an bile bu hedeften uzaklaşmış değildir. Binlerce yıldır yapmak istediğini yapmakta ve yılgınlık göstermemektedir. Ya bizler… Adem’in evlatları… Tehlikenin ne kadar farkındayız? Bu hikayeyi bilmek ve yaşanmışlığına iman etmek var olan tehlikeyi bertaraf etmek için yeterli midir? Zihnimizde ve kalbimizde taşıdıklarımız iblis ve hizmetkarlarının şerlerinden korunmaya yetecek midir? Asıl yurdumuz olan güzellikler diyarı cennete yeniden ulaşıp dünyanın sıkıntılarını bir çırpıda unutabilecek miyiz?
Bunları defaten düşünmek zorundayız. Unutsak da gaflete düşsek de bunlar bizim hakikatlerimizdir. Evet, görmediğimiz bir düşmanla her daim mücadele etmek, bu hissiyatı her an canlı tutmak gerçekten zordur. Ancak selamete ulaşmak, selim bir kalp ile huzura varmak ve maneviyatımızı bir mümine yaraşır şekilde geliştirmek istiyorsak zor ama sonu lezzetli olan bu zahmete katlanmaktan başka bir çaremiz var mıdır?
ÇEVRENDEKİLERE TESLİM OLMA!
“Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, boş arzularına uymuş ve işi hep aşırılık olmuş kimselere boyun eğme.” (Kehf, 28.)
Maneviyat yolculuğunda kişiye engel olanlar sadece nefis ve şeytan değildir. Nefis içerden şeytan dışardan hücum etse de çoğu zaman neredeyse bunlar kadar tehlikeli olan üçüncü bir faktör daha vardır ki; bu da içinde bulunduğumuz toplum ve etrafımızda bulunan insanlardır. Fıtratımız gereği muaşeret ihtiyacımızı gidermek için beraber yaşadığımız yaşamak zorunda kaldığımız çevremiz kimi zaman bizi Allah’ın yolundan alıkoyacak vaziyette olabilir. Hatta bunlar en yakınlarımız olan anne babamız, eşimiz ve çoluk çocuğumuz arasından dahi olabilir. Tarihte, iman etmeyip küfre çanak tutan eş ve çocuklara sahip peygamberler, ana babaları tarafından hak yoldan alıkonulmaya çalışılan sahabeler vardır. Bu bakımdan; “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan da size düşman olanlar vardır, onlardan sakının. Ama affeder, hoşgörülü ve bağışlayıcı davranırsanız, şüphesiz Allah da çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibidir.” (Teğabun, 14.) ilahi buyruğunu göz ardı etmemek gerekir. Zira böylesi durumlarla karşılaşmak müminler için uzak bir ihtimal değildir.
Mümin kimse etrafında bulunan kişilerden belirli durumlarda sorumlu olsa bile önceliği kendi yolculuğunu selamet üzere tamamlamasıdır. Müminin imanının sıkıntıya gireceği bir durumda çevredeki hiç bir faktörün en ufak bir ehemmiyeti kalmamalıdır. Kişi kendisini düzlüğe çıkarmak adına etrafında bulunanlara boyun eğmemeli onlardan gelecek tehlikelere karşı tedbirlerini almalıdır. Mümin bu hususta irade sahibidir. Başkasının hatırı ya da baskısı için cennet yolundan geri kalması düşünülemez. Hatır gönül için bir şeyler yapanlar hesap gününde de onların insafına terk edilirler.
[1]. Ebu Dâvûd, Edeb 110