Serbest Köşe – Rümeysa Çelik / 2023 Kasım / 132. Sayı
Yine günlerden Kudüs…
75 yıldır değişmeyen manzara ve bitmek bilmeyen acı, ızdırap, kan, gözyaşları, özlem, hasret, direniş, küçücük bedenleriyle şehitliği kazanmış bebekler, feryat figanlar, biçare anneler ve yıllardır direnmekten yılmayan babalar var penceremde…
Her camı açtığımda yüzüme vuran kan kokusu var yeryüzüne yayılan.
Ne yazabilirim bilmiyorum ne anlatabilirim hiçbir fikrim yok.
Ama Şeyh Ahmed Yasin’in ümmete yazdığı mektuptaki sözleri geliyor hatırıma;
“Allah’ım! Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum!
Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim ne kalem tutuyor ne de silah!
Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim!
Ben ki saçları ağarmış, ömrünün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belâlarının estiği biriyim!
Tek isteğim, benim gibi Müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!”
İşte sırf bu yüzden direnişin en küçüğü de olsa kalemle cihad etmeye yeltendim. Hesap günü bir mazeretim olabilsin, ellerim ve kalemim bu zulme sessiz kalmadığıma şahit olsun diye kalemimle haykırmak istedim.
Umuyorum ki ümmetin acziyetine isyan edip, mazlum kimsesiz Müslümanların sesi olabilir ve ümmete seslenebilirim.
Bir tarafta iki milyar Müslüman öte tarafta bir avuca sığmayan, sadece on dört milyon yahudi var. Müslüman safları yahudi saflarından tam tamına 200 kat daha fazla. Buna rağmen Müslümanlar yıllardır dinmek bilmeyen bir zulmün pençesinde hâlâ bir umut kardeşlerini beklemekte.
Ya çok sancılı bir doğum var kurtuluşa gebe ya da ümmet çetin bir imtihana tâbi ve kazanmayı istemekte.
Hani bir söz var ya; “Gecenin en karanlık anı sabaha en yakın olan vakittir.” İşte tam bu anda bunu diliyorum. Gecenin en koyu halinde olmayı ve aydınlığa bir o kadar yakın olmayı.
Halimiz tıpkı Musa aleyhisselam’ın hali gibi. Zaferin bize nasip olup olmayacağını bilmiyoruz ama dilimizde onun temennisi var:
“Muhakkak ki Rabbim benimle beraberdir ve bana bir çıkış yolu gösterecektir.” (Şuara, 62)
Hz. Musa denizin önüne geldiğinde denizin ona bir yol olacağını, bir kurtuluş olacağını bilmiyordu. Tek bildiği Rabbinin onu asla yalnız bırakmayacağıydı. Tek azığı tevekkül, tek düşündüğü Rahman’ın rızasıydı.
Bizlerin de tek bildiği Rabbimizin biz mazlum kullarını yalnız ve darda bırakmayacağı…
Yine bizlere örnek bir Habbab vardı zaferi isteyen. O geliyor hatırıma Kudüs deyince, boğazım düğümleniyor ondan bahsedince. Çünkü ne ondan önce ne de ondan sonra başka bir yiğit gelmedi yeryüzüne. Tıpkı Nebi’nin diğer yiğitleri gibiydi o da. Gerçi onlar gidince yeryüzü onlar gibisini ne duydu ne gördü. İşte o yiğit bir gün Allah Rasûlüne “Ey Allah’ın Rasûlü! Bize zafer için dua etmez misin?” demişti. Bu yiğit cengâver, davası için çok çile çekmişti. Demirci olan efendisi onu korun üzerine yatırmış, yağlarının erimesini ve korun bu yağla sönmesini beklemişti. Ve dağlanmış demirlerle vurmuştu kafasına o izzetli sahabenin.
Bizce ne kadar da masum bir istekti bu Nebi’den istediği. Çünkü çok çekmişti ve artık zaferi istiyordu. Fakat Nebi bunu duyunca çok öfkelendi. Ve şunları söyledi o ateşin bile imanını eritemediği sahabeye:
“Vallahi sizden öncekiler testerelerle ikiye bölünür, demir taraklarla etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine de imanlarından vazgeçmezlerdi. Allah’tan korkun, Allah size fethi ihsan edecek. Allah bu dini, bu işi elbette tamamlayacak. Fakat sizler acele ediyorsunuz.”
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu sözleri rahat koltuklarında oturan, yediği ve içtiği hesapsız, sınırsız olan, neşesi kahkahası bol kardeşleri için sadece dua etmekle kendini avutan hiçbir mücadeleye girişmemiş, dava uğruna hiçbir zorluğu, sıkıntıyı görmemiş, sabah namazlarını dahi tam tamına kılmayan, hatta bırakalım sabah namazını belki hiçbir vakit alnı secdeye varmayan sana ve bana demiyordu.
Davası uğruna yağları korda eriyen türlü türlü eziyetlere maruz bırakılan Habbab b. Eret’e söylüyordu. Çok acele ediyorsunuz diyordu. Bunun için ne çektiniz ki dercesine. Bu zorluğun üstünde bir zorluğun olduğunu hatırlatırcasına…
Elbette dava her şeyden önce fedakârlık istiyordu, çaba istiyordu, gayret istiyordu. Dava laf kalabalığına da edebiyat parçalamaya da tok olan bir davaydı. Ve sahabe bunu biliyordu. Birlik olabilmenin, zarara uğramadan ilerleyebilmenin tek yolu kardeşliği iliklerine kadar hissedebilmekti ve bunun farkındalardı. Birinin parmağı dahi kanamadan tüm cihana meydan okuyarak gösterdiler kardeşliklerini. İmtihanları zordu fakat birdiler; her acıya tek bir yürek halinde siper ettiler kendilerini. Sırf bu yüzden acıları da onlara tatlı geldi. Ucunda ölüm bile olsa cennette beraber olma hayaliyle ölüme koştular. Biz kardeşliğimizin değerini sahabe gibi anlayamadık. Onları bize en çok ihtiyaç duydukları zamanda bir başına ellerinde cesetlerle kimsesiz bir halde bıraktık. Halbuki her biri acı içinde “Nerede kardeşlerimiz? Duymuyorlar mı sesimizi? Görmüyorlar mı halimizi?” diyorlardı ve komada olan kardeşlerinden kendilerini hatırlamalarını bekliyorlardı. Fakat biz, yüzümüz iki elimiz arasında çaresiz bekliyoruz. Sanki her şey kendiliğinden çözülecek de bize ihtiyaç kalmayacak gibi.
Biz sizi duyuyoruz kardeşlerimiz!
Görüyoruz da hatta her an, her saniye haberleriniz düşüyor ana sayfaya ama size gelecek takatimiz yok. Hem bizi size getirecek imanımız da çok zayıf. Biz hastalıklı bir bedenin yatağa olan bağlılığı gibi istirahatimizi bozup yatağımızdan çıkıp size gelemiyoruz.
Ama bizler sizler için üzülüyoruz. Su içerken, yemek yerken vahşice katledilmiş cesetleriniz geliyor gözümüzün önüne bir an irkiliyoruz. Ya da mesela çocuğunun parçalarını poşete koyan baba vardı, o da geliyor gözümüzün önüne ara ara…
Önümüzde sıcak yemeklerimiz, içerisinde yaşadığımız sıcacık yuvalarımız var. Çocuklarımıza giydirdiğimiz renk renk kıyafetler var.
Biz bu haldeyken bomba sesi altındaki sizi, son lokmam mı acaba diyenlerinizi ya da çocuklara rengarenk kıyafet giydirmek yerine daha kundaktaki yavrularınıza kefen giydirmenizi, evlerinizin gözlerinizin önünde bombalandığını görmenizi, yakınlarınızı kendi ellerinizle toprağa vermenizi… İşte bunları yaşamadan bizlerden sizleri anlamamızı beklemeyin. Biz kardeşliği unutmuş bir milletiz. Bu yüzden koyamıyoruz kendimizi sizin yerinize. Bu yüzden anlayamıyoruz yaşadığınız şeyleri, size yapılan vahşice saldırıların neticesinde hangi bedelleri ödediğinizi…
Sizin için elbette çok üzülüyoruz fakat sadece elimizde üzülmek kaldı. Bizler elinden hiçbir şey gelmediğini düşünen ve bana değmedi ya bir şey olmaz diyen bir topluluğa dönüştük.
N’olur affedin bizleri!
Umarım uyanırız. Uyanırız da sıcacık yataklarımızdan çıkıp sizinle beraber zafere koşarız. Beraber Mescid-i Aksa’nın özgürlüğüne şahit oluruz. Orada kardeşliğin ne demek olduğunu hatırlarız.
Ve size bir müjdem daha var kardeşlerim!
Zalim her ne kadar güçlü olursa olsun mazlumun eliyle zafer elbet yerini bulacak.
Zalimin zulmü ne kadar şiddetlenirse mazlum zaferine her an daha da yaklaşacak.
Her ayazın ardında bir cemre, her gecenin ardında doğan bir güneş var.
Ve yıllar öncesinden mukaddes kitabımızda Allah azze ve celle’nin bize vaat ettiği bir zafer var.
“Zalimler yakında nasıl bir şekilde devrileceklerini görecekler.” (Şuara, 227)