Gündem – Nedim Bal / 2014 Ocak / 14. Sayı
Dünya baş döndürücü gelişmelere sahne oluyor. İran, Büyük Şeytan Amerika ile nükleer anlaşma yapıyor. Hizbullah, İngiltere üzerinden A.B.D ile sessiz sedasız görüşmeler yürütüyor.
1979 İran Devrimi’nden tam üç yıl sonra Suriye’de Sosyalist Baas rejimine karşı Müslümanlar ayaklanmıştı. Baas Sosyalist rejimi, bu İslami Direnişi, 40.000 Sünni Müslümanı katlederek bastırmıştı. Bu katliamlar sırasında gözler, İran İslam(!) Cumhuriyetine dönmüştü. Adı İslam(!) Cumhuriyetiydi ya, elbette bu zulme karşı çıkacaktı. Sosyalizme karşı İslam zafer kazanacaktı. Ama olmadı. Bırakın zulme karşı çıkmayı, Hafız Esed’in başında olduğu Suriye Sosyalist Baas rejimine tam bir destek verdi.
1994 yıllarında Çeçenistan’da Komünist Ruslara karşı, İslam’i bir direniş başlamıştı. Bu Sünni Müslümanlar ilk Çeçen savaşını kazanmış ve Rusları ülkelerinden kovmuşlardı. Allah’ın hükümlerine göre idare edilecek bir devlet kurulacaktı. Bu çok önemliydi. Rusya, Çeçenistan’da ikinci bir savaş başlattı. Bu savaş çok acımasız ve vahşiceydi. Abi (!) konumunda olan İran, muhakkak silah ve insan yardımı yapar ve komünist Ruslarla açıktan olmasa da gizlice savaşır diyorduk. Zaten biz hep diyor, hep bekliyorduk. Fakat abimiz (!) İran, doğacak Sünni İslam Devletini desteklemek yerine Rusya İstihbaratı ile ortak çalışmalar yaparak malum suikastlara imza attı.
Onca fitne ve savaşlardan sonra Afganistan’da kurulan tazecik İslam Emirliğini desteklemesi beklenirken, Amerika ve Batının işgali karşısında avuçlarını okşayan ve yüzü gülen bir İran gördük. Hatta İran Cumhurbaşkanı Ahmedi Nejat, “Eğer Afganistan’da biz Amerikalılara yardım etmeseydik, onlar Afganistan’a bile giremezlerdi” itirafını alenen açıkça söylemekten bile çekinmedi.
Afganistan İslam Emirliği ile Kuzey İttifakı’nın çatışmalarında İran yapımı silah ve mermilerin kullanıldığı herkes tarafından malum bir hakikat olarak önümüzde duruyordu. Aynı zamanda Amerika, Irak’ı işgal ederken, İran’ın rolü ve işgale olan hizmetlerini hiç kimse unutmuş değil.
Suriye halkı, mevcut Sosyalist Baas rejiminin yıllardır süren baskılarından usanmış ve bu zulme ‘Allahu Ekber’ demişlerdi. Fakat Suriye Baas rejimi yine katliamlar yapmaya başladı. Beşşar Esed, babası katil olan Hafız Esed’in yolundan yürümeyi tercih etti. Tarih yine tekerrür edecekti. İran, direnişi değil, zalim ve Sosyalist olan Esed rejiminin yanında yer aldı. Bazılarımız! şunu bekliyordu; İran, Suriye’deki sosyalist rejimin devrilip İslam’i bir Devletin kurulması için Müslümanlara yardım edecekti. Beklentiler yine bir başka bahara kaldı. Üstelik Esed rejimi tam yıkılacakken, İran bilfiil Suriye’ye müdahale etti ve Esed rejimini şimdilik kurtardı. Önceleri bu durumu her zamanki gibi inkâr etti. Hizbullah’ta aynı şekilde bu durumu inkâr ediyordu. Müslüman direnişçiler, yakaladığı İran ve Hizbullah askerlerini teşhir edince onların “Sivil Hacılar” olduğu yalanını atmaya çalıştılar.
Soruyoruz kendi kendimize “İslam alemi, Moğol ve Haçlı işgalleri ile karşı karşıya kaldıklarında Şii Devletçiklerin tavırları ne olmuştur?” “Tarihte kurulmuş olan 22 Şii Devletçiklerin hangisi Haçlılar ile savaşmıştır?” “Hangileri İslam adına fetihlerde bulunmuşlardır?”
Bırakın İslam’ı yayacak fetih hareketlerinde bulunmayı veya Haçlılar ile savaşmayı, Osmanlı Devleti Viyana kapılarına dayandığında Şii Devletçiklerde de arkadan Osmanlı’ya dayanmışlardı.
İran’ın ulus-mezhep çıkarları uğruna emperyalist Amerika ve Batı ile Komünist Rusya ve Çin ile işbirliği yapmasına artık şaşırmıyoruz.
İran ile İsrail, düne kadar birbirini “en büyük düşman” görüyordu. İran; İsrail’i haritadan sileceğini, İsrail ise; İran’ı yerle bir edeceğini açıklayıp duruyordu. Ancak şimdi İsrail Cumhurbaşkanı Peres, görüşmeye hazır olduklarını açıkladı. Bugüne kadar düşmanlıklarını açıkça ilân etmemişler gibi Peres, “İran’ı düşman olarak görmüyoruz” dedi.
Peres’in bu cümlesinden daha ilginç olanı ise, bu zamana kadar oynanan tiyatroyu ifşa eden ifadesi, “düşmanlığın kişisel bir mesele değil, politikanın bir konusu olduğu”na dair sözleridir. Yani bu zamana kadar İran ile İsrail, birbirlerine “politika gereği düşmanlık” yapmışlar; daha doğrusu “politika gereği düşman gibi gözükmüşler!”
İran’la kucaklaşmaya kalkışan İsrail Cumhurbaşkanı; bunu izah için “barıştan yanayız ve nihai amacın düşmanları dostlara dönüştürmek olduğuna inanıyorum” dedi; ancak bunu dediği esnada İsrail, Filistin’de Müslümanlara düşmanlığın “en ileri boyutları”nı tatbik ediyordu. Bu yaklaşım, İran ile İsrail arasında, ABD’nin de ağabeyliğinde biçimlendirilen Yeni Ortadoğu Stratejisi hakkında kirli gelişmelere dair önemli bir ipucu veriyor.
Nitekim “Mısır’da İsrail’in dediği oluyor, Suriye’de İran’ın…” ABD, her ikisi ile de iyi geçinirken, düne kadar birbirini haritadan silmek isteyen İran ve İsrail arasında yakınlaşma sinyalleri servis ediliyor. Dünyaya nizam verip konvansiyonel silahları bile kontrol altında tutmak isteyen ABD, “nükleer güç”e sahip İran’ın bu faaliyetini bir nevi kabul etmiş oldu. Diğer yandan, “nükleer İran”a karşı çıkan İsrail ise, şimdi İran’la aşk yaşamaya hazırlanıyor!
ABD’nin, Türkiye’ye biçtiği Büyük Ortadoğu Projesinin tıkanması ve ilerleyememesi neticesinde“Sünni ülkeleri dize getirmek için Şii-Siyonist ittifakı projesini devreye alması, bunun için “Mısır’ın İsrail güdümüne, Suriye’nin de İran güdümüne terk edilmesi”, Sünni Müslümanlar açısından bu “iki aykırı güç”ün “sıcak bir işbirliği”ne sokulması, “Yeni Ortadoğu Stratejisi”nin köşe taşlarını oluşturuyor.
2007 yılında katıldığı bir televizyon programında eski İstihbarat Başkanı Mahir Kaynak şunları söylüyordu: “Hepimiz bir noktaya bakıyoruz veya baktırılıyoruz. İran için; ‘Amerika Büyük Şeytan’, Amerika içinse İran; ‘Şeytan Üçgeni’nin bir ayağı’ dır. (o gün için İran, Suriye, K.Kore) Fakat size şunu söyleyelim ki Amerika’nın bölgede yapmış olduğu tüm operasyonlar geleceğe yönelik o bölgede kuvvetli bir Şii etkinliği ve tabi ki İran’ın yükselişini hazırlıyor. Bu planlama ve savaşların tek kazananı bölgede İran olacaktır.”
Meseleye bir bütünlük içerisinde bakıldığında; Amerika Afganistan’da Taliban Hükümetini, Irak’ta Saddam rejimini yıkarak İran’ın bölgedeki Sünni rakiplerini bertaraf ediyordu. Afganistan’dan başlayarak Lübnan’a kadar uzanan Şii hilal, Amerika olmadan kurulamazdı. Enteresan olan şey ise ümmetin kaybettiği yerlerde hep İran’ın kazanmasıydı.
Şimdi soruyoruz; “BÜYÜK ŞEYTAN AMERİKA MI? Yoksa…”
Böl…Parçala…YÖNET…Emperyalizmin değişmeyen sinsi planı. Emperyalistler bir ülkeyi işgal edip doğrudan yönetmek yerine bir şekilde kendi planlarına hizmet eden ve emirleri dışına çıkmayan kukla yöneticiler vasıtasıyla dolaylı olarak o ülkeleri yönetmeyi tercih ediyorlar.
Çünkü bu şekilde hem kendilerine olan tepkiyi azaltıyor hem de ateşin kendilerini yakmaması için kukla yöneticileri maşa olarak kullanıyorlar.
İşte bunun en güzel örneği Hindistan’dır.
17. yüzyılda Hindistan’a girmeye başlayan İngilizler, 1858 yılında Hindistan’ı İngiliz Krallığı’na bağlıyorlar.
Tabii devasa Hindistan’ı doğrudan yönetmek İngilizler açısından pek de kolay ve faydalı olmuyor. Bir taraftan Gandi liderliğindeki pasif Hindu direnişi öte yandan Müslümanların direnişi İngilizleri zor durumda bırakıyor. İki güç ile aynı anda baş edemeyeceğini anlayan İngilizler, bölgeyi yeniden dizayn etmek için yeni taktikler, yeni planlar yapıyor.
1900’lü yılların başlarında Sir Seyyid Ahmed Han etkisindeki Müslümanları destekleyerek Müslüman Birliği’ni kurduruyorlar. Amaç büyük Hindistan kıtasını bölerek küçük parçalar halinde yönetmek.
Sonra Muhammed Ali Cinnah’ın başkanlığındaki bu birlik, 1940’ta Hindistan’ın Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında bölünmesi kararını alıyor.
1947’de de Pakistan Genel Valisi olan Muhammed Ali Cinnah ve arkadaşları bağımsızlıklarını ilan ediyorlar.
Bölünmenin ardından milyonlarca Müslüman mübadele ile Hindistan’dan ayrılıyor.
Bu bölünmeye başta Hindistan’da Mevlana Azad Ebulkelam ve arkadaşları olmak üzere Türkiye’deki pek çok alim ile kanaat önderi de karşı çıkıyor.
Allah‘u alem belki de bu bölünme olmasaydı hızla yayılan İslam Hindistan’ın bütününde hüküm sürecekti.
Ama İngiliz projesi gerçekleşti ve Hindistan bölünerek Pakistan kurulmuş oldu.
İngiliz planı bununla da sınırlı kalmadı. İngilizler Pakistan’ı da bölmenin planlarını yapıyorlardı. Bu amaçlarına ulaşmak için Hindulardan ayrılarak Pakistan ismini almış Müslümanlar içine ırkçılık fitnesini soktular. Müslümanlar arasında hızla yayılan ırk üstünlüğü tartışmaları önü alınamaz çatışmalara dönüştü. İngilizlerin de yardımıyla nihayet 1971 yılında kanlı bir iç savaşın sonunda Pakistan da ikiye bölündü ve Bangladeş kuruldu.
Abdulkadir Molla 1971 yılındaki bu ayrılık savaşında ayrılığı değil Müslümanların birliğini savunan ‘el Bedr’ hareketinin üyesiydi. Irk temelinde bölünmeyi isteyenlerle din temelinde bütünleşmeyi isteyenler arasında çıkan çatışmalarda hayatını kaybedenlerin ölümlerinden sorumlu tutularak hakkında idam cezası verildi.
Abdulkadir Molla, Bangladeş’in ulus’laşma(ayrışma) sürecine karşı çıkarak ümmetin birliğini savunduğu için ırkçı Bangladeş hükümeti tarafından şehit edilen bir alim, bir davet adamıydı.
Cemaati İslami’nin Pakistan kolu lideri Münevver Hasan, Abdulkadir Molla’nın idam kararının ardında ABD, Batı ve Hindistan olduğunu söyledi.
Bangladeş’te Cemaati İslami liderinin şehadetinden sonra çatışmalar sürerken Pakistan’da da gösteriler devam ediyor.
Bangladeş, sözde nüfusunun çoğunluğu müslüman olan İslam Devleti! Aslında yoksul bir halkın kan ve gözyaşı üzerinden kendilerine iktidar ve servet üretmeye çalı?an ya?mac?lar?n kurduklar?, derin bir ?ete h?k?meti.?şan yağmacıların kurdukları, derin bir çete hükümeti. Bangladeş diktası, Hind bölgesinin yeni Sisi’si, Esed’i, Mübarek’i olmaya aday.
İçinde taşıdığı iman dolu yüreği ile zalimlere boyun eğmeyen Abdulkadir Molla, gülen yüzü ve mübarek sakalıyla şahadet şerbetini içerek kendisini yaratan Rabbine doğru süzüldü. Abdulkadir Molla, bu ümmete öyle bir mesaj yolladı ki, söylediği sözlerle ümmeti dik durmaya, yalnız ve yalnız Allaha boyun bükmeye çağırdı. İşte Şehidin son sözleri:
K |
üresel emperyalist güçlerin oynadığı kirli oyunları anlayabilmek için son bir yılın içinde olan olayları yeniden hatırlamakta fayda var.
Ürdün kralı Abdullah yoğun bir diplomasi trafiği içinde. Önce Mısır’a geçiyor ve Mursi ile görüşmeler yapıyor. Ardında Türkiye’ye geliyor ve bazı üst düzey görüşmeler yapıyor. Hemen akabinde yoldaşı olan Suudi Arabistan’a giderek bazı taleplerde bulunuyor. En son olarak da Amerikalı yetkililerle uzun bir görüşme yapıyor. Amerikalılara kendisinden beklenen raporu! Büyük bir hizmet aşkı ile açıklıyor: ‘Mısır ve Türkiye bir hilal oluşturmaya çalışıyorlar. Türkiye bunu büyük bir kurnazlıkla yapmaya çalışırken Mısır bunu alenen ahmakça yapmaya çalışıyor.’
Bu üst düzey istihbaratların akabinde Mısır’da askeri darbe oluyor. Demokrasi dininin ilahı kabul edilen İngiltere, Amerika ve Batıdan ses yok. Demokrasi dininin temel prensibi olan seçilmişlerin dokunulmazlığı ayaklar altına alınıyor. Binlerce insan katlediliyor. Yüzlercesi tutuklanıyor fakat ABD, Avrupa ve Arap ülkelerinden çıt dahi yok. Darbeye ilk destek Ürdün Kralı Abdullah’ın görüştüğü Suudi Amerika!’dan geliyor.
Darbeci Sisi ve uşaklarına milyar dolarlar karşılıksız olarak hibe ediliyor. Daha fazla Müslüman kanı akıtmak için ücretlerini peşin peşin alıyorlar.
Şu an Mısır mahkemeleri Mursi ve 35 İhvan lideri hakkında Hamas ile işbirliği iddiasıyla yeni bir dava daha açtı. Hemen akabinde Mısır savcılığı Mursi ve üst düzey yöneticiler hakkında vatana ihanet suçlamalarını içeren bir dosya hazırlığına başladılar. Eğer dava, bu iddialar üzerinden devam ederse İhvan liderleri idam cezası alabilirler.
Öte yandan Mısır’ın mahkemeleri!, büyük firavun Hüsnü Gayri Mübarek ve onun oğullarını serbest bırakma kararı aldı. Bu durum bize Kemalist rejimin kurduğu istiklal mahkemelerini hatırlattı. Hani o, binlerce masum Müslüman’ı derdest ederek darağaçlarında pervasızca astıktan sonra, astıkları masumlar hakkında suç dosyası hazırlayan trajikomik mahkemeler.
Günümüz tağutları biraz daha tecrübelenmiş. Artık öldürmeden önce yalan yanlış iftiralarla dolu suç dosyaları hazırlayıp sonra idamına hükmediyorlar. Şu an Mısır darbe yönetiminin zulüm, işkence ve baskıları halen devam ediyor…
Amerika’nın Türkiye büyük elçisi Ricardone yabancı büyük elçiler toplantısında ‘Biz Türkiye’yi uyardık, dinlemediler. Yakında bir imparatorluğun çöküşünü seyredeceksiniz.’ diyor. Akabinde Türkiye’de herkesin malumu olan ama kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan kirli oyunlar, kirli operasyonlar başlıyor.
H |
oca efendi beddua ediyor. Biz bu bedduayı dinlerken şaşırıyoruz! ‘işte sonunda hoca efendi aslına döndü, hakikati gördü, vicdanı artık dayanamadı’ diye seviniyoruz. Kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar demeden binlerce Müslüman’ı katleden lanetlenmiş Yahudilere ve Müslümanların yaşadığı coğrafyaları işgal ederek en iğrenç, en alçak, en vahşi işkence, tecavüz ve öldürme yöntemleriyle Müslümanların bedenleri üzerinde eğlenen emperyalist Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya ve tüm zalimlere karşı bu kadar içten, bu kadar samimi, bu kadar yanık beddua eden bir Hoca efendi!..
Kulaklarımıza inanamıyoruz. Sanki rüyada gibiyiz! Fakat rüya fazla sürmüyor. Arkadaşlar uyandırıyor bizi bu tatlı rüyadan. ‘Sen bu bedduanın başını dinlemedin, hoca efendi bedduayı başkalarına yapıyor.’ diyorlar. Başa alarak tekrar dinliyoruz. O da ne!? Meğer o içten, o yanık beddua; İslam’ın ve Müslümanların ebedi düşmanları olan ve bil fiil şu an yeryüzünde oluk oluk Müslüman kanı akıtan işgalci ve işkenceci İsrail, Amerika, İngiltere, Rusya ve tüm zalimlere karşı değilmiş! Meğer o beddua; kolları bacakları taşlarla kırılan, beyinleri dışarı çıkarılan ve ırzlarına geçilen masum kızlarımıza bunu reva görenler için yapılmamış!
Meğer hoca efendinin canını inciten, vicdanını sızlatan dava; SEN BEN DAVASIYMIŞ.
Bütün bu olup bitenleri ibretle ve hayretle seyrederken aklımıza peygamber efendimizin şu mübarek sözü geliyor: ’Her kim bir başkasını razı etmek uğruna Allah’ı gazaba getirirse, Allah onu razı etmek istediği insanların eline (insafına) terk eder.’(Tirmizi)