CUMHURİYET REJİMİNE KARŞI MÜCADELE EDEN ÂLİMLER*

Kapak Dosya – Mahmut Varhan / 2023 Ocak / 122. Sayı

* Takriben yüz yıldır süregelen bu sıkıntılı dönemde Allah’ın dini için hizmet eden ve küfrün mağlup edilerek İslam’ın tekrar hâkim kılınması uğrunda fedakârlık yapan binlerce alim, davetçi ve mütefekkir bulunmaktadır. Bazılarının isimleri bilinse de isimleri bilinmeyen ancak Yüce Mevla katında layık oldukları mükafata mazhar olan nice fedakâr ve cefakâr Müslümanlar vardır. Bu hakikate rağmen biz bu makalede toplum üzerinde ciddi tesirleri meydana gelmiş ve kendi dönemlerinden sonrada izleri devam etmiş olan bazı alimleri ve davetçileri ele almaya çalışacağız. Yâd ettiğimiz bu alimlerin ve davetçilerin doğruları ile birlikte muhakkak birtakım yanlışları bulunmaktadır. Biz burada onların hizmetini yâd etmekle yanlışlarını da kabul etmiş değiliz. Bizim bu konudaki tavrımız, bizden önce geçen Müslümanların hizmetlerini ve doğrularını örnek alarak yanlışları ve kusurları içinde onlar adına istiğfarda bulunmaktır. Nitekim yüce Mevla bize bu edebi öğreterek şöyle buyurmaktadır: “Onlardan sonra gelenler ise şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.” (Haşr, 10)

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd eder; O’nun elçisi olan Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e, aline, ashabına ve kıyamete kadar onun yolunu takip eden müminlere salat ve selam ederiz.

İmdi; bu makalede Müslüman saltanatların sonuncusu Osmanlı Devleti’nin yıkılıp, enkazı üzerinde Laik Cumhuriyet rejiminin kuruluşunu, İslam Tarihi’ne ve İslam dinine düşmanlık esası üzerine kurulan bu batıcı cumhuriyete karşı Müslüman toplumun ve özellikle ümmetin temsilcileri konumunda olan âlimlerin ortaya koymuş olduğu mücadeleyi birkaç örnek üzerinden özetleyerek sunmaya çalışacağız.

Öncelikle bu döneme ışık tutan ve ümmetin siyasi tarihinde önemli bir kırılma noktası teşkil eden bu dönemin temel özelliklerini ifade eden şu hadis-i şerifi kaydetmekte fayda mülahaza ediyoruz:

Huzeyfe radıyallahu anh dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Aranızda peygamberlik Allah’ın kalmasını dilediği kadar kalacak, kaldırmayı dilediği zaman da onu kaldıracaktır. Sonra peygamberlik minhacı (yolu) üzere olan bir hilafet olacak, Allah’ın kalmasını dilediği kadar kalacak ve Allahu Teâlâ kaldırmayı dilediği zaman onu da kaldıracaktır. Sonra ısırıcı bir krallık/saltanat olacak, Allah’ın kalmasını dilediği kadar kalacak ve Allahu Teâlâ kaldırmayı dileyince onu da kaldıracaktır. Sonra zorba yönetimler olacak, Allah’ın kalmasını dilediği kadar kalacak ve Allahu Teâlâ ortadan kaldırmayı dileyince onları da kaldıracaktır. Sonra (tekrar) peygamberlik minhacı (yolu/yöntemi) üzere olan bir hilafet olacaktır.” sonra sustu.”1

Bu hadis-i şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendi zamanından kıyametin kopuş anına kadar ümmetinin siyasi yönden mukadderatını bizlere bildirmiştir. Buna göre son ümmetin tarihi beş ana devreden oluşmaktadır:

Nübüvvet dönemi ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin vefatıyla hitama ermiştir.

Raşidî hilafet dönemi ki dört raşid halifenin hilafetleri ve kısa süren Hz. Hasan radıyallahu anh’ın hilafeti ile hitama ermiştir.

Hz. Muaviye radıyallahu anh ile başlayan saltanat dönemi ki 1922’de Osmanlı Devleti’nin son bulmasıyla hitama ermiştir.

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla başlayan zorbalık/tuğyan dönemi ki 1922’de başlayıp halen sürmektedir. Allah’tan niyazımız bu helaket ve felaket devrini bir an önce sonlandırıp aydınlık günleri bizlere göstermesidir!

Bu tağutlar döneminin bitmesiyle başlayacak olan Raşidî hilafet dönemi. Allah azze ve celle bu mübarek dönemin adalet ve rahmetiyle İslam ümmetinin ve bütün insanlığın gözlerini aydın eylesin!

Aynı şekilde siyasi açıdan İslam ümmetinin 20.asırdaki halini en güzel şekilde ifade eden şu hadis-i şerifi de kaydetmekte fayda vardır. Ebu Umame radıyallahu anh dedi ki: İslam’ın halkaları teker teker çözülecek (emirleri tek tek terkedilecek)tir. Her bir halka çözüldüğünde insanlar bir sonraki halkaya sarılacak/yapışacaklardır. İlk çözülecek olan halka hüküm/yönetim halkası, son halka ise namaz halkasıdır.”2

Dünyada siyasi olarak İslam’ı temsil eden en güçlü devlet olan Osmanlı Devleti 18. asırda duraklamış, 19. asırda zayıflayıp içten içe çürümeye başlamıştır. Özellikle Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve bunların tatbik edilmesiyle devleti idare eden kadrolar arasında ve toplumun ileri gelenleri olan aydın kesimler içinde ciddi anlamda Batılılaşma hareketleri ortaya çıkmıştır. 1876’da birinci meşrutiyetin ilan edilmesiyle her ne kadar kısmi bir özgürlük havasının oluşması nedeniyle pek çok kesimde bir memnuniyet meydana gelmiş olsa da batıcı kesimlerin de önleri açılmış oldu. Bu kesimler çeşitli isimler altında dernekler, kulüpler açmış; dergi ve gazeteler çıkararak yıkıcı fikirlerini toplum arasında ve özellikle de aydın kesim arasında yaymaya çalışmışlardır.

Meşrutiyetin ilanından iki sene sonra Sultan Abdulhamid, süresiz olarak Mebusan Meclisini askıya almış ve saltanat düzenine uygun olarak tek başına yönetimi ele almıştır. Ancak daha sonra batıcı kesimlerin ve batıcıların niyetini tam olarak anlamayıp hürriyet talep eden bazı İslami kesimlerin de baskısıyla 1908’de İkinci Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmıştır. Sultanın yetkilerini sınırlayıp, topluma İslami anlamda bir hürriyet getirmesi düşünülen meşrutiyetin ilanından bir sene sonra Sultan Abdulhamid hal edilmiş (saltanattan azledilmiş) ve esasen siyasi bir güç olarak Osmanlı Devleti sekerat haline girmiştir.

Bu acı durumun meydana gelmesinin pek çok nedeni bulunmaktadır. Bunlar arasında özellikle şunları zikretmekte fayda vardır: Birinci olarak bilimsel ve teknolojik gelişmeleri öğrenmeleri amacıyla Batıya gönderilen ancak gönderiliş gayelerine aykırı hareket ederek batıcı fikirler benimseyip yurda dönen ve Osmanlı Devletinden batı tarzı laik bir devlet türetmeye adeta ahdeden Jön Türkler. Bu durum bütün İslam âleminde aynı acı neticeyi ortaya çıkarmıştır. 20. asır boyunca İslam âleminin her tarafından Batı’ya öğrenci heyetleri gönderilmiş, gönderilen öğrencilerin çoğunluğu müsteşrikler tarafından batılı fikirlerle eğitilerek geri gelmişlerdir. Müsteşrikler tarafından eğitilen bu öğrenciler hem siyasi alanda ve hem de ilmî alanda batılılaşma hareketlerine öncülük etmişlerdir.

İkinci olarak batılıların destek ve yönlendirmeleriyle teşkilatlanan ve İkinci Meşrutiyetin ilanıyla hükümet kurma safhasına geçen İttihad ve Terakki Cemiyeti’dir. İttihatçıların çoğunluğu Jön Türkler arasından çıkmıştır. Hürriyet, müsavat/eşitlik ve adalet gibi değerleri dillerine pelesenk etmişlerdir. Halkı ve basiretsiz ilim adamlarını bu söylemlerle kandırmayı başarmışlardır. Zira yönetimi devraldıkları 1912-1918 arasında bu söylemlerin hiçbirine uymamış, aksine en zalim sultanlardan bile daha büyük zulümler işlemişlerdir.

Üçüncü olarak saltanatı İslam’ın yönetim menhecine aykırı bularak yönetimde hürriyet ve şura ortamını isteyen, bundan dolayı da İttihatçıların hürriyet ve müsavat söylemlerine aldanan basiretsiz bazı ilim adamları ve Müslüman kesimlerdir. Ancak bunların çoğunluğu daha sonraları yağmurdan kaçarken doluya yakalandıklarını anlamış ve pişman olmuşlardır.

Bu ve benzeri pek çok nedenden dolayı Osmanlı Devleti yıkılmış, yerine mutlak küfrü esas alan ve din düşmanlığını en kasvetli bir şekilde icra eden cumhuriyet rejimi kurulmuştur. Bu rejimin kurulması neticesinde saltanatın, hilafetin ilga edilmesi ve İslam hukukunun yürürlükten kaldırılıp tercüme edilerek ithal edilen Batı hukukunun tatbik edilmeye başlanması Müslüman toplumda ciddi bir rahatsızlık meydana getirmiş ve bu meş’um rejime karşı halk hareketleri/kıyamlar baş göstermiştir. Tabi ki tuğyanın zirvesine çıkmış bulunan rejim de bu halk hareketlerini en acımasız bir şekilde bastırmış ve yüz binlerce insan telef edilmiştir. Nüfusunun toplamı on milyon olan bir devlette, zorla tatbik edilen ve zulümle halka dayatılan inkılapların benimsetilmesi uğruna yüz binlerce insanın sürgün, idam ve hapishanelerde çürütülerek kurban edilmesi; tarihte benzerine çok az rastlanan olaylardan biri olarak tarih tarafından kaydedilmiştir.

1950 yılına kadar dindar olan topluma kan kusturulmuş, dini bütün faaliyetler yasaklanmış, devlet kontrolü dışındaki dini cemaatlere terör örgütleri muamelesi yapılmış ve dini faaliyet yaptıkları tespit edilen insanlara en ağır işkenceler reva görülmüştür. Buna rağmen dinlerine samimiyetle bağlı olan sadık Müslümanlar İslam’ı öğrenme ve öğretme faaliyetini sürdürme yolunda her türlü fedakârlığı ortaya koymuşlardır. Cumhuriyet rejiminin sacayaklarının artık yere oturduğu ve muhalif kesimlerin susturulup kontrol altına alındığı bu diktatörlük döneminden sonra 1950’den günümüze kadar kısmi olarak bir serbestlik ortamı oluşmuş olsa da her on senede bir askeri darbe yapılarak hareketlenmeye başlayan dinî kesimlere yönelik baskı ve şiddet devam ettirilmiştir. Fakat imanında sadık olan samimi Müslümanlar bu akıl almaz zorbalığa rağmen tebliğ ve davet faaliyetlerini ve İslami mücadelelerini günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Bu mücadele İslam galip gelip, küfür mağlup edilinceye kadar sürüp gidecektir.

Şeyh Said el-Palevi Kıyamı (1865- 1926)

Laiklik temeli üzerine kurulan cumhuriyet rejimine karşı ortaya konulan en sert tepki Şeyh Said kıyamıdır. Bu kıyam, rejimi o kadar sarsmıştır ki toplumu istedikleri şekilde eğitip yönlendirebilmek için düzenlenen eğitim müfredatına “Şeyh Said İsyanı” olarak kaydedilmiştir. Adeta bu kıyam laik rejime karşı ortaya konan bütün başkaldırılara bir örnek olarak işlenmiş ve hepsinin gayrı meşru birer isyan oldukları topluma aşılanmaya çalışılmıştır. Fakat Şeyh Said Kıyamı’nın asıl sebebinin toplumdan gizli tutulmasına özen gösterilmiştir. Ayrılıkçı bir Kürt hareketi gibi veya İngilizler tarafından desteklenen yabancı kaynaklı bir örgüt gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Ancak bu karalamalara rağmen hakikatin üzeri örtülememiş ve resmî tarihin iftira ve karalamalarından sakınan hür şahsiyetler bu büyük hareketin gerçek sebeplerini haykırmaktan çekinmemişlerdir.

Şeyh Said’in babası Şeyh Mahmud hem dinî eğitim verir hem de geçimlerini sağlamak için ticaretle uğraşırdı. Bu aile Muş’tan Elazığ’a, Erzurum’dan Diyarbakır’a geniş alanda otorite sahibi olmuştur.

Şeyh Said, yedi erkek kardeşin ilki olarak 1865’te Elazığ ili Palo (Palu) ilçesinde doğar. Adını “Muhammed Said” koyarlar. Hınıs’ta ilköğrenimini medresede alan Said; sarf, nahiv, tefsir, hadis gibi ilimleri öğrendikten sonra Hınıs tekkesinin varisi olarak yetiştirilir. İlmi
açıdan tekâmül etmek için Hindistan’a gider ve bir müddet Hindistan’da kalarak Sahih-i Buhari’yi ve Hanefi fıkhının son dönemde yazılmış olan en önemli kitaplarından İbn-i Abidin Haşiyesini ezberler. Babasının vefatından sonra ailenin en büyüğü olarak irşad makamına geçer, hem medreselerde müderris olarak hem de halkın mürşidi olarak dini hizmetlerini devam ettirir.

Osmanlı Devleti’ne bağlı olan ve Şer-i Şerif’e hizmet etmeyi hayatının gayesi olarak kabul eden Şeyh Said, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını ve laiklik esası üzerine cumhuriyet rejiminin kurulmasını kabul etmez ve bu duruma karşı kıyam etme kararı alır. Bu kıyamın sebeplerini bir aşiret reisine yazmış olduğu mektupta şu şekilde ifade eder: “Şimdiki hükümet İslam Hilafetini, Saltanatı, Meşihatı İslamiyeyi (Şeyhülislamlık Makamı) ve ilim medreselerini ilga etmiş; Evkaf Nezaretini (Vakıflar Bakanlığı) kafirlik maarifine irca etmiş (çevirmiş), kadınlık mesturunu (örtünmeyi) kaldırmış, zinayı ve içki içilmesini, kadınların yabancılarla dans yapmasını mübah kılmış, bu gibi fuhşiyata mahsus mesela dans salonu, tiyatro, sinema, bar ve umumhane gibi geniş binalar inşa etmişler; Allah azze ve celle ve Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem dini olan dinimizle istihza (alay) etmekte bulunmuşlar, onların namına olarak ahkamı İslamiyeyi tahkir ve İslamiyetin esaslarını değiştirmişler; erkanı (İslam’ın rükünlerini) sarsmışlar, dine karşı ve bu din erbabına karşı ilan-ı harp eylemişler.”

Aynı şekilde mahkeme tutanaklarında da kıyamın ana ve tek nedenini hilafetin kaldırılması, tekke ve medreselerin kapatılması ve İslami değerlerin adım adım toplum hayatının dışına çıkarılması olarak ifade etmiştir. Mahkeme esnasında hâkimin; ‘İsyan harekâtını siz nasıl tasavvur ettiniz? Nasıl buldunuz? Sizi teşvik eden veya bir ilham mı vaki oldu?’ sorusuna Şeyh Said; ‘Haşa, ilham vaki olmadı. Kitaplarda gördük ki ‘Vaktin yöneticisi şeriatın ahkamını icra etmezse, ona karşı kıyam vaciptir.’ Hükümete şeriat meselesini anlatmak istedik. Hiç olmazsa bir kısmının icrasını talep edecektik. Allahu Teâlâ’nın kaderi beni bu işe düşürdü. İçine düştüm bir daha çıkamadım’3 ‘İmam şeriatın ahkamını icra etmez, kafir olursa ona kıyam caizdir’4 ‘Allah bilir ki bu kıyam din içindi’.5 ‘Bu kıyama beni sevk eden iki sebep vardı. Birisi Kütüb-ı şer’iye ve akide idi. Ruhumuz çıksa akidemiz çıkmaz. İkincisi de matbuat mütemadiyen bizim din nokta-i nazarında öfkemizi tezyid ettiriyordu.’ 6

29 Haziran 1925’te Şark İstiklal Mahkemesi tarafından Diyarbakır Dağkapı Meydanında idam edilen Şeyh Said, idam sehpasında iken son isteği sorulduğunda, kâğıt kalem ister ve kâğıda Arapça olarak “Benim bu değersiz dallarda asılmama pervam yoktur. Muhakkak ki mücadelem Allah ve dini içindir.” yazar ve idam edilir.

Şeyh Said ve diğer sanıklara, hücrelerinde, idam edilecekleri bir doktor eşliğinde söylenir. Şeyh Said idam edileceklerini duyduğunda, namaz kılmak ister ve namaz kılması için kendisine izin verilir. Namazını kıldıktan sonra kendisine “Ne hissediyorsunuz?” diye soran Akşam gazetesinin muhabirine “Asıldığıma acıma. Zira asılmam Allah ve din içindir!” der. Ve bu arada eline kalemi alır ve bir kâğıda Arapça olarak şunları yazar:

“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz. Onlar yaşıyorlardır. Lâkin siz o şuurda değilsiniz. Biz muhakkak ki Rabbimize avdet ederiz… Değersiz dallarda beni asmanıza pervam yoktur. Muhakkak ki ölümüm Allah ve İslam içindir.  Muhammed Said Palevi el-Amedi.”

Zincirlere bağlı olarak 47 idam mahkûmu sehpalara götürülür, elleri ve ayaklarından bağlanmış mahkûmlardan Hanili Mustafa Bey, bir ilahi söylemeye başlar, başındaki jandarma dipçiği Mustafa Bey’in omzuna vurunca, mahkûmlar hep bir ağızdan “Allahu Ekber” diye haykırırlar.

İlk olarak isyanın elebaşlarından Fakih Hasan idam edilir. Şeyh Said, idam ipi boynuna geçirilmeden önce, mahkeme üyelerinden Saib Bey ve Diyarbakır valisi Mürsel Bey’e dönerek “Mahşerde hesaplaşacağız” der ve ayağının altından tabure çekilerek idam edilir.

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi (1869- 1954)

Din düşmanlığı üzerine tesis edilen laik rejime karşı en şiddetli muhalefeti ortaya koyanlardan biri de Mustafa Sabri Efendi’dir. Şeyh Said, küfre saptığına itikad ettiği rejime karşı kılıçla kıyam ettiği gibi; Mustafa Sabri Efendi de İslam’dan irtidad ederek küfre saptığına itikad ettiği laik rejime karşı kalem ve hüccet ile bütün gücüyle mücadele eder. Osmanlı Devleti’nin Şeyhu’l – İslam’ı olması münasebetiyle Jön Türklerin, İttihad ve Terakkicilerin ve Kemalistlerin gerçek niyetlerini ve gizli hallerini bilen Mustafa Sabri Efendi, daha Osmanlı Devleti döneminde bu kesimlere muhalefetini ortaya koymuş ve özellikle yeni rejimin müessisi olan Mustafa Kemal ile ilgili güvensizliğini ve endişelerini bizzat Padişah’a anlatmıştır.

Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilişini o dönemin Şeyhu’l-İslam’ı Mustafa Sabri Efendi şöyle anlatmaktadır: “Padişahın Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya göndereceğini kestirince, bir din borcu olarak kendisiyle görüşmek ve buna mâni olmak istedim. Çünkü endişelerim vardı. O ana kadar elde ettiğim bilgiler de bu endişelerimi kuvvetlendiriyordu. Miralay Sadık Sabri Bey’in ve arkadaşlarının tahkikatı da bu yöndeydi. Beni ikaz etmişlerdi. ‘Padişahım, eğer bu iş için muhakkak bir paşa gönderilecekse, karar verdiyseniz, başka bir paşa bulalım.’ demek istedim. O sırada Ferit Paşa yoktu. Sadaret mührü, sadrazam vekili olarak bende idi. Padişahtan müsaade alarak, ziyaretlerine gittim. Sonra meseleyi padişaha açtım, bahse girdik. Söz uzadı. Yemek vakti geldi. Saray adeti üzere yemek yedik. Çay geldi, içtik. Yatsı oldu, namazı kıldık. “Padişah, devamlı şöyle diyordu: ‘Efendi Hazretleri, vaziyet belli; ben vatanımı kurtarmak istiyorum, ne pahasına olursa olsun, vatanımın kurtulmasını istiyorum. Efendi Hazretleri, anlaşılıyor ki siz, saltanatımın tehlikeye düşeceğinden korkuyorsunuz. Onu korumamı istiyorsunuz…’ Bunun üzerine: ‘Efendim, benim endişem, sizin saltanatınız için değildir. Bugün saltanatınızın temsil ettiği dinimiz içindir. Bendeniz, din gider diye korkuyorum. Saltanat giderse, yerine bir saltanat daha bulunur. Fakat din giderse yerine bir din daha gelemez. Benim korktuğum budur. Eğer mutlaka, bir zat, bir asker gönderilecekse, başka birini araştıralım. Bana da bir söz hakkı tanıyın. Siz bu dinin halifesi, ben de şeyhülislâmıyım. Din cihetinden, sizin kadar ben de mes’ulüm…’ filan dedim. Baktım, Padişah’ın Mustafa Kemal’e tam bir itimadı var. Bana: ‘Yanlış anlıyorsunuz, suizan ediyorsunuz, benim onunla (Mustafa Kemal Paşa’yla) teşrik-i mesaim oldu. Fikrine, zikrine, zekâsına güveniyorum. Efendim, orduda bizi anlayan, memleketin dertlerini bilen insan… Âteşîn bir zeka, âteşîn bir zeka…” Baktım, Pâdişah durmadan böyle diyor, ‘âteşîn bir zeka…’ Anladım ki artık son sözü söyleyip konuşmayı bitirmek lazım. ‘Efendim’ dedim; ‘malûmunuz, Rasûlü Ekrem, sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin…’ Ben söze böyle başlayınca, Nebiyy-i Zîşân’ın adı geçer geçmez, adamcağızın gözlerine yaşlar doldu… Devam ettim: ‘…Aleyhissalâtu vesselâm Efendimizin Veda Hutbesindeki son sözleri malûmunuzdur. Ben de onun: Allah’ım tebliğ ediyorum, ruhumun feryadını, imanımın sesini, insanlığa tebliğ ediyorum, dediği gibi vazifemi yapıyorum. Padişahım, son söyleyeceğim söz budur: İslamiyet’i müdafaa ve himaye edemeyecek bir iktidar, bir saltanat gitse; yerine yeni bir saltanat, bir iktidar konur. Fakat din giderse, yerine yeni bir din gelmez, Padişahım! Benim korktuğum dindir… Padişah, bu sözlerim üzerine müteessir oldu: ‘Evet, gayemiz bir ama görüş ayrılıklarımız var’ dedi ve Ziya Paşa’nın: ‘Herkesin maksudu bir amma rivayet muhtelif” mısraını okudu…”7

Sultan Vahdettin’in temennilerine rağmen Mustafa Sabri Efendi’nin endişeleri tahakkuk eder ve neticede saltanat, hilafet ve şer’i hukuk kaldırılarak yerine modern(!) laik bir hükümet tesis edilir. Vahdettin sürgün edildiği gibi Mustafa Sabri Efendi de idam ile yargılanır ve yurtdışına kaçmak zorunda bırakılır. Yurtdışında gurbet ve hicret hayatını çok büyük sıkıntılarla birlikte devam ettiren Mustafa Sabri Efendi, vefat ettiği 1954 tarihine kadar laik rejime karşı olan muhalefetini bütün şiddeti ile sürdürmüştür. Hemen hemen bütün kitaplarında laik rejimin irtidadını, fesadını ve Türk toplumun başına getirilen mezalimi anlatır. Özellikle “Hilafetin İlgasının Arka Planı” ve “Mevkıfu’l – Akli…” isimli büyük kitabının birinci ve dördüncü ciltlerinde bu konuları geniş bir şekilde ele alıp, laik rejimin bütün gizli yönlerini deşifre etmeye çalışmıştır.

Süleyman Hilmi Tunahan (1888-1959)

Cumhuriyet rejiminin; dini, hayatın dışına çıkarma ve kontrol altına alma girişimlerine karşı çıkan ve din-i mübin-i İslam’ın toplum hayatında bekasını sağlamak için mücadele eden yüzlerce şahsiyetten biri de Süleyman Hilmi Tunahan’dır. Özellikle Kur’an eğitiminin toplum hayatında devam etmesini sağlamak için büyük fedakârlıklar ortaya koymuş ve bu hususta nispeten başarılı da olmuştur. Onun bu konudaki gayretlerinin bir kısmı, TDV Ansiklopedisi’nde şu şekilde anlatılmaktadır:

“Günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan Silistre’nin Hezargrad (Razgrad) kasabasının Ferhatlar köyünde 1888 yılında dünyaya gelen Süleyman Efendi, Osmanlı döneminde şer’i eğitim safhalarının tümünü başarıyla bitirdikten sonra Medresetü’l-kudat’a giriş imtihanını da birincilikle kazanır. Bunu bildirmek için babasına mektup yazar. Babasının verdiği cevapta kendisine “Üç kadıdan ikisi cehennemde, biri cennettedir” hadisini hatırlatarak kadılık yapmasını onaylamadığını söylemiştir. Süleyman Hilmi de cevabında niyetinin hâkimlik yapmak değil devrin bütün ilimlerini tahsil etmek olduğunu ifade etmiştir.

1920’de Bulgaristan tâbiiyetinden Osmanlı tâbiiyetine geçti. 1922’de Darü’l-hilâfeti’l-aliyye’nin birinci kısmı olan İbtidâ-i Hâric Medresesi’nde Türkçe dersi, 1923’te Arapça ve tekrar Türkçe dersi müderrisliğine getirildi. 3 Mart 1924’te yürürlüğe giren Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu gereği İbtida-i Haric Medresesi, İmam-Hatip Mektebi’ne çevrilince burada yeterli din eğitiminin verilemeyeceğini düşünerek müderrislikten istifa etti. Bu kanunla medreselerin Maarif Vekâleti’ne devredilmesi ve on üç gün sonra da kapatılması üzerine 500’ü aşkın müderris açıkta kaldı ve Cem‘iyyet-i Müderrisîn’de hararetli tartışmalar yaşandı. Süleyman Efendi bu tartışmalar sırasında her müderrisin fahrî olarak öğrenci yetiştirmesini, bu şekilde İslam’ın ömrünün en az bir nesil daha uzayacağını, bunu yapmayanların dinen sorumlu olacaklarını belirtti. Ardından bazı müderrislerle birlikte Ankara’ya telgraf çekip İslami ilimleri fahrî olarak okutmak istediklerini bildirdiler. Ancak Ankara’dan, “Memlekette Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu yürürlüktedir, hilafına hareket şiddetli cezayı müstelzimdir” şeklinde cevap geldi.

1928’deki harf inkılabının ardından din eğitimi açısından şartlar daha da olumsuz bir mahiyet kazandı. İlk zamanlar ders okutma imkânı çok kısıtlandı, ayrıca uzun süre talebe de bulunamadı. Talebeler dinî ilimleri tahsil etmekten çekiniyor, bir müddet devam ettikten sonra bırakıp gidiyordu. O günlerde sürekli polis takibi altında tutulan Süleyman Efendi, 1930’da İstanbul’dan ayrılıp babasından kalan külliyetli mirasla Çatalca’nın Kabakça köyünde Hâlid Paşa Çiftliği’ni kiraladı ve ziraatla meşgul olmaya başladı. Çiftlikte çalışan işçilerden bazılarını seçerek onlara birkaç yıl ders okuttu. Bu durum jandarma tarafından tespit edilince başka yerlerde aynı şeyi yapmayı denediyse de çok sıkı takip edildiğinden bir sonuç elde edemedi. Talebe bulamadığı dönemlerde iki kızını okutarak onlara icazet verdi.

Diyanet İşleri Reisliği teşkilâtını düzenleyen 16 Kasım 1937 tarihli nizamnâmede dersiâmların vaizlik görevi alabilecekleri belirtilince Süleyman Efendi 4 Şubat 1938 tarihinden itibaren vâizlik görevine başladı. İlk zamanlar Doğancılar, Aziz Mahmud Hüdâyi, Yağkapanı gibi İstanbul’un nisbeten küçük camilerinde vaaz etti; ardından Şehzadebaşı, Süleymaniye, Sultan Ahmed, Beyazıt gibi camilerde yankı uyandıran vaazlarıyla çevresini genişletti. Bu arada bazı cami odalarında ve evlerin bodrum katlarında ders halkaları oluşturdu. Bunun üzerine karakola götürülüp ifadesi alındı; 1939’da Emniyet Müdürlüğü’nde “tabutluk” diye anılan nezarethanede üç gün işkenceye tâbi tutuldu. 1943’te vaizlik belgesi İçişleri Bakanlığı tarafından geri alındı. 1944’te tabutluklarda sekiz gün boyunca gördüğü işkenceden sonra kefaletle serbest bırakıldı. 1948’de vaizlik için yazdığı dilekçesine olumsuz cevap verildiyse de 24 Mart 1950 tarihinde bu izni aldı. 1957’de Bursa Ulucamii’nde Kütahya Tavşanlı’dan Âkif Efendi adlı bir şahsın taraftarları kılıçla ortaya atılıp mehdîlik gösterisi yapınca hiç ilgisi bulunmadığı halde Süleyman Efendi, Kütahya Emniyet Müdürlüğü’nde işkenceli sorgunun ardından tutuklandı. Elli dokuz gün sonra idam talebiyle hâkim karşısına çıkarıldı. Ancak 29 Ağustos’ta kefaletle serbest bırakıldı ve 8 Kasım’da beraat etti.

Camilerdeki vaazlarıyla geniş halk kitleleri tarafından tanınan Süleyman Efendi, 1950’deki iktidar değişikliğinin ardından meydana gelen kısmî özgürlükten yararlanarak din eğitimi faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Bu çerçevede 1951’de Konya Lezzet Lokantası’nın sahibi Mustafa Doğanbey’in Üsküdar Çamlıca’daki evinde yirmi beş civarında talebeyle ilk yatılı Kur’an Kursu’nu açtı. Daha sonra kendi evinin müştemilatında, Çamlıca ve çevresinde kiraladığı evlerde ders halkaları oluşturdu. İstanbul’un Vefa semtindeki Taştekneler Camii’nde çevreden toplanan imam ve müezzinlere, Eyüp Topçular Camii’nin bitişiğindeki bir binada değişik yerlerden gelen talebelere ders verdi. 1956’da ders okuttuğu yerlere polis tarafından baskın düzenlenip Üsküdar Adliyesi’nde sorgulandıysa da ders gruplarını dağıtmadı. Eskiden kalan hocalarla kendi yetiştirdiği talebelerden yararlanıp ders halkalarının sayısını arttırdı. Başta ramazan ayları olmak üzere talebeleri ülkenin çeşitli yerlerine gönderdi, oralarda Kur’an kursları açtırdı. Talebelerini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptığı imtihanlara sokarak onların müftü, vaiz, imam ve Kur’an kursu hocası olmalarını sağladı. Öte yandan 13 Ekim 1951 tarihinden itibaren açılmaya başlanan İmam-Hatip okullarında yeterli din eğitiminin verilemeyeceğini düşündüğünden bu okulların Diyanet İşleri Reisliği’ne bağlanması gerektiğini savundu ve talebelerini buralara göndermekten kaçındı. Bu çerçevede kendisi ve daha sonra talebeleri İmam-Hatip okullarına karşı olumsuz tavırlarını uzun süre devam ettirdi. 16 Eylül 1959 tarihinde vefat eden Süleyman Efendi hükümetin izniyle Fatih Camii hazîresine defnedilmek istendi, ancak olumlu cevap alınamayınca Karacaahmet Mezarlığı’nda gömüldü.”8

Said Nursi (1878-1960)

Şark Medreselerinde tedris edilen şer’i ilimleri ve o dönemde öğrenme imkanı bulunan fenni ilimleri başarılı bir şekilde tahsil eden ve kısa bir zaman içerisinde bölgede tanınan bir müderris ve âlim statüsüne kavuşan Said Nursi; Van, Bitlis ve Diyarbakır illerinde fen bilimleriyle İslami ilimlerin birlikte okutulacağı, Kürdistan’da cehaleti ve bilgisizliği ortadan kaldıracak nitelikte, Medresetü’z-Zehra ismini verdiği birkaç üniversitenin yapımı düşüncesini hükûmete iletmek için 1907 yılında İstanbul’a gelir. El-Ezher Üniversitesi’ne kardeş olarak tarif ettiği bu üniversitede Arapça, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere üç dilde eğitim yapacağını belirtmektedir. Bu konuda uzun çabaları sonucu Sultan Reşad döneminde Osmanlı yönetiminden aldığı destekle Van’da büyük medresesinin temelini atmaya başlar. Ancak bu sırada patlak veren Rus-Osmanlı savaşı ilmi çalışmalarını dondurmasına sebep olur. Oda vaktin hizmetini yapmak üzere talebelerinde gönüllü bir birlik kurar ve Osmanlı saflarında Ruslara karşı cihad eder. Ruslara esir düşerek iki yıl boyunca Sibirya’da esir kamplarında kalır. Daha sonra kaçarak İstanbul ‘a geri gelir ve ilmi/dini faaliyetlerine devam eder. Bu dönemlerde siyasi yönden İslam’a hizmet etme düşüncesinde olan Said Nursi, Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve laiklik esası üzerine yeni bir cumhuriyetin kurulması neticesinde faaliyet menhecini değiştirerek “Eski Said” döneminden “Yeni Said” dönemine geçtiğini ilan eder. Artık topluma dayatılan küfr-i mutlak ve dinsizlik inancına karşı iman esaslarını savunma mücadelesini yürütmeye ve bu uğurda Risale-i Nur kitaplarını telif etmeye başlar. Onun şu sözü, yeni dönemin aktörlerine nasıl baktığını ve laik cumhuriyet rejimini nasıl tanımladığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka ‘cumhuriyet’ namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye ‘kanun’ ismini takmakla hem sizi iğfal hem hükümeti işgal hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslamiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.”

Böyle bir dönemde mücadele etme azmini asla bırakmayacağını mahkeme heyetine ilan ederek şöyle demektedir: “İşte, ey müddeiumumî (savcı) ve mahkeme azaları! Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. On senedir (şimdi yirmi sene oluyor) ki hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve ahiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva ilan ve ihtar ederim ki bin canım olsa, imana ve ahiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim:

Ben Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, idam olmuyorum. Belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalalet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferitle mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım.”9

Cumhuriyet rejiminin kurulduğu ilk günlerde Ankara’ya davet edilen Said Nursi, meclise gittiğinde milletvekillerinin çoğunluğunun namaz kılmadıklarını görür ve dehşete kapılarak şer’i hükümlerin tatbikinin gerekliliği ve namaza riayetin zarureti konusunda on maddelik bir beyanname yayınlayarak mecliste milletvekillerine bir konuşma yapar. Bunun üzerine milletvekillerinin çoğu namaza başlar. Ancak bu durum yeni dönemin aktörlerinin hoşuna gitmez. Bunun üzerine M. Kemal ile karşılaştığı bir oturumda bu konu gündeme getirilir. “Birgün divan-ı riyasette, elli-altmış mebus içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal Paşa, “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz” der.

Bu söz üzerine Said Nursi, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak, “Paşa, Paşa! İslamiyette, imandan sonra en yüksek hakîkat namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduddur” der. Bu olaydan sonra Said Nursi yeni rejimin dinsiz temeller üzerine kurulduğunu, İslam’ın hayattan dışlanacağı ve dindar Müslümanlara şiddetli baskıların uygulanacağı bir döneme girildiğini düşünerek Ankara’dan ayrılır ve Van’da tefekkür için bir dağda inzivaya çekilir. Bundan sonra vefat edeceği 1960 tarihine kadar Süfyânî10 (büyük deccalden önce çıkacak, İslam âleminde büyük olumsuz tesirler meydana getirecek şerli bir şahıs) olarak kabul ettiği M. Kemal ve taraftarlarına karşı imani bir mücadeleye girişir.

Hasan Karakaya (1943-2018)

Hasan Karakaya hocamız da Allah’ın inayet ve lütfuyla Allah’ın dinine hizmet etme mertebesine mazhar olmuş bahtiyar bir âlimdir. Ömrünü Allah’ın kitabına ve Hz. Peygamberin sünnetine hizmet etmekle geçirmiş bir davetçidir. Müslümanların akide, amel ve metot olarak doğru yolu bulmaları ve istikamet üzere sebat etmeleri uğrunda gayret ederek hayatını hitama erdirmiştir.

Hasan hocamız ilim hayatına Kur’an-ı Kerim’i hıfzederek başlamış, temel dini ilimleri memleketinde tahsil etmiştir. O dönemde medreseler kapatılmış ve dinî ilimleri tahsil etmek yasaklanmış olduğundan dolayı ilim uğrunda rihlet yapmaya karar vermiştir. Büyük zorluklarla Mısıra ulaşmış ve takriben on altı sene yurt dışında kalarak İslamî ilimleri tahsil etmiştir. Arap dili ve edebiyatında, Kur’an ve Sünnet ilimlerinde iyi bir seviyeye geldikten sonra Allah’ın takdiri ile, daha önce vatandaşlığı iptal edilmiş ve giriş yapması yasaklanmış olan ana yurduna tekrar geri dönmüştür. O günden vefat edinceye kadar İslami ilimleri neşrederek talebe yetiştirmeyi ve Allah’ın dinine davet etmeyi kendisine vazife addetmiştir. Sürekli olarak İslam âleminin sorunlarıyla ilgilenmiş, bütün Müslümanların dertleriyle dertlenmiş, uluslararası müstekbirlerin ve sömürgecilerin Müslüman toplumlar üzerindeki baskı ve zulümlerine dikkat çekerek hakkı haykırmış ve Müslümanların tek kurtuluş yollarının Allah yolunda cihad etmekle mümkün olacağını ortaya koymuştur.

Hasıl-ı Kelâm

Âlimler, peygamberlerin mirasçıları ve onlardan sonra ümmetlerine yol gösteren yıldızlar mesabesindedirler. Ashab-ı kiramdan günümüze kadar İslam tarihi boyunca nesil be nesil âlimler ümmet-i Muhammed’e yol göstermeye devam etmişlerdir. Sahabenin Hz. Peygamber’den aldıkları ilmi, tâbiîn sahabeden, etbau tabiîn de tabiînden almıştır. Onlardan sonra gelen nesiller de bu silsileyi devam ettirerek Kur’an ve Sünnet ilimlerini günümüze kadar getirmeye muvaffak olmuşlardır. Selef-i salihin döneminden bizim asrımız olan şu ahir zamana doğru yaklaştıkça ilim seviyesi aşağı düşse de hiçbir asrı rabbani âlimlerden mahrum bırakmayan yüce Mevla, bizim asrımızda da ümmeti-i Muhammed’e yol gösteren rabbani âlimler, hakkı haykırmaktan çekinmeyen gayretli davetçiler ve bu kurak asırda azgın kâfirlerin karşısında cihat bayrağını dalgalandıran şecaatli mücahitler lütfetmiştir. Böylece hakkın kıyamete kadar bâki kalacağını ortaya koymuştur.

1. Ahmed b. Hanbel, Müsned: 18406. İsnadı Hasendir.

2. İmam Ahmed, Müsned: 5/251 (22160); İbni Hibban: 6715. Hadisin isnadı kuvvetlidir/sahihtir.

3. Şark İstiklal Mahkemesi Şeyh Said Davası Mahkeme Tutanakları s.24.

4. Şark İstiklal Mahkemesi Şeyh Said Davası Mahkeme Tutanakları s.34.

5. Şark İstiklal Mahkemesi Şeyh Said Davası Mahkeme Tutanakları s.141.

6. Şark İstiklal Mahkemesi Şeyh Said Davası Mahkeme Tutanakları s.229.

7. Ali Ulvi Kurucu, Hâtıralar:2/57- 59, İstanbul 2007.

8. TDV’den kısaltılarak alıntılanmıştır.

9. Şualar, 12.Şua.

10. Süfyanî ile ilgili birtakım rivayetler nakledilmiş olsa da bunların tümü zayıftır.