Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2018 Kasım / 72. Sayı
Aile, toplumu ayakta tutan en kadim bağdır. Bu bağ, ictimai alanda oluşturduğumuz birlikteliklerin en eskisi ve en değerlisidir. İlk insan Hz. Âdem aleyhisselâm dahi dünyaya eşi Hz. Havva ile birlikte gönderilmiş ve böylece aile dediğimiz kurumun temelini inşa etmiştir. Bu açıdan bakıldığında iman kardeşliği haricindeki tüm bağlar aile bağlarının gerisinden gelmek zorundadır. Ancak ne var ki; içinde bulunduğumuz asır İslam ümmeti açısından aile bağlarının en fazla çözülmeye maruz kaldığı, neredeyse bu kadim bağın yıkılmaya yüz tuttuğu bir dönem olmuştur. Boşanma oranlarının artması, aile içi ilişkilerde Avrupai kültürün peyda etmesi, huzur evlerinin çocukları tarafından terk edilen anne-babalar ile dolup taşması bu iddianın realiteye dönüştüğü noktadır. Bu çöküşün altında ise; dini değerler ve buna bağlı kültürel mirasımızdan uzaklaşma durumu olduğu gibi Avrupa’nın körü körüne taklit edilmesi ve ictimai alanda en ileri medeniyet olarak kabul edilmesi de önemli etkenler olarak karşımızda durmaktadır.
İslami temeller üzerine kurulmayan ailelerin yıkılması bir sürpriz değildir elbet. Ancak, İslami hassasiyetleri olan kimselerin kurdukları aile yapılarının çatırdaması, istenilen hedefe ulaşamaması üzerinde düşünmeye değer bir meseledir.
Bu başarısızlığın sebebi iki yerde aranabilir. Niyet ve niyete ulaşmak için kullanılan yol. Evliliği Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bir sünneti olarak görmek, haram yollardan imtina edip helal olan bir birlikteliğe adım atmak için evlenmek niyet açısından yeterli bir durumdur. Eğer Müslüman fertler bu hüsnü niyet ile yola çıkmışlar, ancak evlilikleri hala İslam toplumunun temeli olabilecek bir hale dönüşmemiş ise, buradaki asıl problem kullanılan metottan kaynaklanmaktadır. Çünkü iyi niyet, ailenin İslami temeller üzerine oturtulmasında her zaman yeterli değildir. Zira, bu güzel duyguları hayata geçirecek sağlam, tecrübe edilmiş ve ayakları yere basan bir yol haritasının olması gerekmektedir.
İslam, Allah’ın razı olduğu aile yapısının nasıl tesis edileceğini en güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak üzülerek belirtmeliyiz ki; Müslüman fertler olarak ilgili nasları defalarca okumuş olmamıza rağmen uygulama alanında çok da başarılı olduğumuz söylenemez. Zira, Allah’ın dinini dert edinmiş, İslam’ın yoluna baş koymuş, birçok kimsenin hidayetine vesile olmuş Müslüman şahsiyetler bile kendi aile efradına ve akrabalarına karşı gerekli itinayı göstermeyerek bu konuda sınıfta kalmıştır. Hal böyle olunca “Acaba biz nerede yanlış yaptık, bizim çocuk neden bu hale geldi, İslam’ın öngördüğü aile yapısı hakikatte nasıldı?” vb. sorulara cevap aramak ve yeniden düşünmek kaçınılmaz oldu. Bu hususta yapılan hataları ve çözümlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1- İslam’ın Aileye Verdiği Önemi Tam Olarak Kavrayamamak
İslam’ın aileye verdiği önemi tam olarak kavrayamamak, aile bağlarının zayıf olmasının en büyük sebeplerindendir. Bir şeyin kıymetinden habersiz olan kişinin bu uğurda mücadele etmesi, gayret sarf etmesi beklenemez. Aile kurumundaki sıkıntıların bertaraf edilmesi için ilk yapılması gereken şey İslam’ın ona verdiği kıymetten insanları haberdar etmektir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bizzat kendisinin evlenmiş olması ve ümmetini evliliğe teşvik etmesi aile kurumunun önemini ifade etmek için yeterlidir. Hatta öyle ki; zahidane bir yaşantı için evliliği terk eden kimseyi “peygamberin yolundan ayrılmak” gibi büyük bir duruma karşı ikaz etmiştir. “Sahabeden üç kişi Rasulûllah’ın eşlerinden birine O’nun günlük ibadet hayatını sormuşlar, durumu öğrenince kendi ibadetlerini az bulmuşlar ve o andan itibaren kendilerini ibadete vermeyi kararlaştırarak; birisi gece sabahlara kadar namaz kılmaya, ikincisi her gün oruç tutmaya, üçüncüsü de aile hayatı ile ilgisini kesmeye azmetmişlerdi. Hz. Peygamber yaptıklarını öğrenince yanlarına geldi ve şöyle buyurdu: “Yemin ederim ki ben hepinizden daha fazla Allah’tan korkar ve O’nun koyduğu sınırlara riayet ederim, fakat (aynı zamanda) nafile oruç tuttuğum da olur, tutmadığım da gece namaz da kılarım uyku da uyurum, kadınlarla da evlenir aile hayatı yaşarım; imdi kim benim yolumdan ayrılırsa benden değildir.”[1]
İslam’a göre evlilik hem Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti hem iffeti en güzel korumanın yolu hem de dini, dünyevi şartlarda olabildiğince korumaya almanın bir vesilesidir. Zira Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem evlilik ile alakalı şöyle buyurmuştur:
“Kişi evlendiği zaman dininin yarısını korumuş olur. Geriye kalan yarısı için de Allah’a karşı gelmekten sakınsın.”[2]
“Allah kime dindar bir kadınla evlenmeyi nasip ederse, ona bu şekilde dininin yarısında yardım etmiş olur. Geriye kalan yarısında da Allah’a karşı gelmekten sakınsın.”[3]
Bu ayet ve hadislere muhatap olan her Müslüman, tüm dava erleri bilmelidir ki; evlilik ve akabinde oluşan aile bağları Allah celle celaluhu ve Rasûlünü sevindiren, kişiyi onların sevgisine mazhar kılan ve kulun dünya-ahiret saadetinin teminatı olan imanının muhafazasına yardımcı olan büyük bir iştir. Bu açıdan; evlilik ve aile hiçbir surette Müslümanın ihmal edeceği, geri plana atacağı bir husus değildir.
2- Öncelikler Fıkhından Mahrum Olmak
İslam’da her husus bir hükme bağlanmış, bağlanmayan hususlarda da kişiler serbest bırakılmıştır. Bu hükümler arasında ise derece farklılıkları mevcuttur. “Her taş yerinde ağırdır” sözüne mukabil olarak kişi bu hükümleri hayatında yerli yerince uygulamalı ve yaşamını bu muvazeneye göre tanzim etmelidir. Bu dengeye uyulmadığı durumlarda ise adaletin yerini zulüm, ıslahın yerini fesat, refahın yerini ise kargaşa alır.
Öncelikler fıkhı, hükümler arasındaki derece ve önem farklılığından ortaya çıkmıştır. Bu fıkıh, Müslüman ferde önem sıralaması yaparak yol gösterir. Aile bağları ise “evveliyat/ öncelikler” fıkhının en üst sıralarını oluşturmaktadır. İslam’da kişi önce kendisinden, sonra aile efradı ve sorumluluğu altında bulunan diğer kimselerden mesuldür. Bu daire akrabalar, komşular, arkadaşlar… şeklinde dışarıya doğru genişlemektedir.
Allah celle celaluhu Kur’an-ı Kerim’de “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…”[4] buyurarak ıslah yolunda önce kişinin kendisini ve aile efradını işaret etmiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatına baktığımızda da bu sıralamaya şahit oluruz. İlk iman edenlerin, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hane-i saadetinden olması sıradan bir tesadüf değildir. Kendisine peygamberlik gelen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bunu önce ailesiyle paylaşmış, neticede de eşi, kızları, evlatlığı, eliyle büyüttüğü amca oğlusu toplu bir şekilde iman etmişti.
Allah celle celaluhu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i “(Önce) en yakın akrabanı uyar.”[5] buyruğuyla aleni tebliğden sorumlu tuttuğunda da Safa tepesine çıkarak tüm akrabalarını kabile şeklinde teker teker zikretmiş ve onları İslam’a davet etmişti.
Aynı sıralama infak alanında da geçerliydi. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Allah yolunda infak ettiğin bir dinar, köle azadı için infak ettiğin bir dinar, bir fakire sadaka olarak verdiğin bir dinar ve aile bireylerine harcadığın bir dinar vardır. Bunların sevab itibariyle en büyüğü, ailene harcadığındır. ”[6]
“Akrabaya yapılan yardım, akraba olmayana yapılan yardımdan iki misli daha sevaptır.”[7]
Bu açıdan diyebiliriz ki; davet ve tebliğe ilk muhatap olanlar aile efradımız olmalıdır. Bu konuda babasının hidayeti için tam 20 sene uğraşan ve hedefine vasıl olan Hz. Ebubekir efendimiz bizlere güzel bir örneklik teşkil etmelidir. Dışarıdaki insanların felahı için uğraşırken kendi eşini, çocuğunu, ana babasını unutup ihmal etmesi kişi için telafisi zor bir musibettir.
3- Islah Etmede Kaba Olmak ve Şiddete Başvurmak
Müslüman fertlerin ailelerine karşı yaptıkları bir diğer hatalı davranış ise; gereksiz katılık ve dışarıya karşı gösterilen müsamahadan yoksunluktur. Dışardaki insanlara merhamet kanatları olabildiğince açılıp hataların düzeltilmesi sabırla beklenirken aile fertlerine karşı durum tam tersidir. Oysa peygamberlerin hayatlarına bakıldığında durum hiç de böyle değildir.
Kur’an-ı Kerim, inatla kendisine karşı direnen ve bu inadını helaki görünceye kadar devam ettiren oğluna karşı Hz. Nuh’un aleyhisselâm nasıl davrandığını bildiriyor:
“Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna: ‘Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma!’ diye seslendi.”[8]
Kur’an’ın bir diğer örneği ise İbrahim aleyhisselâm. Babasını Allah’ın dinine davet ederken gösterdiği nezaket, merhamet şu şekilde ifade bulmuş:
“Hani babasına demişti: “Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun? “Babacığım, gerçek şu ki, bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık bana tabi ol, seni düzgün bir yola ulaştırayım.”
“Babacığım, şeytana kulluk etme, kuşkusuz şeytan, Rahman (olan Allah)a başkaldırandır.”
“Babacığım, gerçekten ben, sana Rahman tarafından bir azabın dokunacağından korkuyorum, o zaman şeytanın velisi olursun.”
(Babası) Demişti ki: “İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, git.”
(İbrahim:) “Selam üzerine olsun, senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim, çünkü, O, bana pek lütufkardır” dedi. “Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağım.”[9]
Hz. Nuh ve İbrahim peygamberde görülen bu merhamet, sabır, müsamaha Hz. Yusuf’un hayatında da kardeşlerini affetmesinde görülüyor:
“Dediler ki: “Allah’a yemin olsun, Allah seni bize üstün kıldı. Biz gerçekten de büyük hata işlemiştik.” Yusuf dedi: “Bugün size bir ayıplama ve azarlama yoktur. Allah, sizi, mağfiretiyle bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”[10]
[1]. Buhari, Nikâh, 1
[2]. Heysemi, Mecme’u’z Zevaid, No: 7310
[3]. Suyuti, Camius Sağir, 2/932, No: 8730
[4]. Tahrim, 6
[5]. Şuara, 214
[6]. Edebü’l-Müfred, 751; Müsned, 2/473, 476.
[7]. Tirmizi, Zekât 26; Nesâî, Zekât 82; İbni Mâce, Zekât 28
[8]. Hud, 42-43
[9]. Meryem, 44-48
[10]. Yusuf, 91-92