Serbest Köşe – Orhan Abasız / 2021 Temmuz / 104. Sayı
Onu üzüntü ve kederden paramparça olacak bir halde gördüm. Kabrin başında gözleri yaşlı bir şekilde eşinin yasını tutuyordu. Onun bu hali beni çok üzdü ve kederden kendini kaybedecek diye çok korktum.
Kendi kendime “kardeş kardeşi teselli etmelidir” diye düşündüm ve hem teselli etmek hem de sıkıntısını hafifletmek için ona doğru gittim. Selam verip şöyle dedim:
Ondan ayrıldığın için üzülmek senin hakkın ve vefanın bir gereğidir. Ama ey kardeşim sence de bu matemi çok uzatıp abartmadın mı? Artık bu büründüğün keder ve hüzün elbisesini çıkarmanın ve umut dolu bir şekilde yeniden hayata dönmenin vakti gelmedi mi? Sen sevdiği birini kaybeden ne ilk kişisin ne de son kişi olacaksın. Üstelik bugün bayramdır ve bu günlerde uygun olan şey hüzün, sıkıntı ve dertleri savuşturarak mutluluk ve sevinç sebepleri bulmaktır.
Yoksa akrabalarını ve ziyaretçilerini bu şekilde mi karşılamak istiyorsun?
Unutma ki; sen şu anda toplumun önünde söz sahibi olan birisin. Onlar seni gösterdiğin sabır, metanet ve fedakârlıklardan dolayı bu mertebede görüyorlar. Sakın onları sende umdukları şeyler hakkında hayal kırıklığına uğratma. Sende bir zayıflık görmesinler. Yoksa sana acıyarak bakarlar ve önceden seni yücelterek baktıkları gözlerindeki konumun aşağılara düşer…
O da bana şöyle cevap verdi:
Bütün bu söylediklerin doğrudur. Ancak ey kardeşim, dert ve keder insanı kapladığı zaman ondan izin istiyor mu sanıyorsun? Allah kuluna bir şey takdir ettiği zaman kulun elinde bir güç var mıdır?
Allah’ın takdirinden kaçış yoktur, biliyorum… Bu konuda tartışacak değilim.
Allah’ın takdiri oldu bitti. Senden tek istediğim güzel bir şekilde sabretmen, sıkıntılarının üstesinden gelmen ve kendine hâkim olmandır. Üzüntünü içinde tut ve dışarı metanetten başka bir şey gösterme!
Güzel bir sabır ve metanet şu anda benden çok uzaktır. Çünkü ben bu musibeti kendi kendime üzerime çektim. Kendi elimle kalbimi bıçakladım ve kendi elimle ciğerimi parçaladım.
Sözlerin beni şüphelendiriyor ve endişelendiriyor. Ey dostum bu işin hakikatini bana anlatmayacak mısın?
Mezarlıktan ayrılmak üzereydik ve benim evim de yolumuzun üzerindeydi.
Senin evine yakınız, orada rahatça konuşabiliriz, hem de insanların gözlerinden de uzak oluruz. Ben de sana hikâyemi anlatırım. Hikâyemi ne senin merakını ne de endişelerini gidermek için anlatacağım. Anlatacağım! Çünkü göğsüm daralıyor, bu yük omuzlarıma ağır geliyor ve beni boğuyor. Dertleşmek istiyorum. Sen de en vefakâr ve bir sır verdiğim zaman onu en iyi şekilde koruyacak dostumsun. Seninle konuştuğum zaman sanki kendi kendime konuşmuşum gibi olurum… dedi.
Evime vardığımızda bizim için bir ortam hazırladım ve içecek ve meyve getirdim. Koltuklarımıza yerleştik ve anlatmaya başladı. Ben de gözümü kulağımı açıp onu dinlemeye koyuldum.
Ey Dostum! Benim hikâyem bu dünyada elime geçen bir hayrı ve başıma gelen bir şerri birleştiren garip bir hikâyedir. Onun hayrı Allah’tandır ancak şerri benim nefsimden ve kendi elimle yapıp kazandığımdandır. Allah benimle, gönlümü kaplayan bir sevgiyle bağlı olduğum eşimi birleştirdi ve kalplerimizi -benim hiçbir çabam olmadan- güçlü bir sevgi ve rahmet bağıyla bağladı.
Ne ben onu tanıyordum ne de o beni tanıyordu. Ne ben ona ne de o bana yönelmişti. Hatta onunla evlenme olayı evliği hiç düşünmediğim, hazır olmadığım ve planlarıma dâhil etmediğim bir zamanda gerçekleşti. O dönemde benimle evlilik düşüncesinin arasına giren başka meşguliyetlerim vardı. Aniden hiçbir mukaddime olmadan babam beni çağırdı ve: “Hazırlan! Seni nişanlamaya gideceğiz!” dedi.
Babamın böyle demesi beni bir anda şoka soktu ve afalladım. Hem kafamın altüst olması hem de babamdan çekindiğim için ne reddettim ne de herhangi bir soru sordum… Bana ne oldu bilmiyorum, sanki iradem elimden alınmış bir şekilde hareket ettim. O anda benim halim ne ise bana nişanlayacakları kızın durumu da aynıydı. Önümde babama boyun eğmekten ve onun iradesine saygı göstermekten başka bir seçenek bulamadım. Hazırlandım ve onun bildiği ancak benim hiçbir bilgimin olmadığı yere doğru babamla yola çıktım. O andaki tek sıkıntım ve aklımı meşgul eden şey bana nişanlayacakları ve pek yakında eşim olacak olan bu kızdı.
Kimdi o? Hangi kızdı?
Güzel biri miydi yoksa çirkin miydi?
Ahlaklı edepli biri miydi yoksa sivri dilli biri miydi?
Gönülden boyun eğen ve Allah’ın korunmasını emrettiğini, kocasının bulunmadığı zaman da koruyan iyi kadınlardan mıydı yoksa tam tersi miydi?
O şöyle miydi? O böyle miydi? Bir anda aklımda bin bir tane soru belirdi.
Ben bu halleri yaşarken onun durumu da benden farklı değildi. Ona da bir damadın kendisiyle nişanlanmaya geldiği haberi verilince içini bir endişe kaplamıştı. Bütün bedeniyle, onu sevmeyeceği, sert mizaçlı, kötü kalpli ve kötü ahlaklı ve kendisine zulmedecek bir adamla imtihan etmemesi için Allah’a dua etmeye başlamıştı.
Bir süre sonra babamın konuşmasından gideceğimiz yerin arkadaşı Hacı İbrahim’in evi olduğu anlaşıldı. Ev halkı bizi güler yüzle ve çok sıcak bir şekilde karşıladılar ve ikramlarda bulunmaya başladılar. O an ziyaret sebebimizi bildiklerini anladım. Bu iş anne babalar arasında çoktan olup bitmiş ve karara bağlanmıştı. Olayın taraflarına ise sadece imza atmak kalmıştı.
Yanımıza gelmesi için gelin çağrılınca kalbim yerinden fırlarcasına atmaya başladı. Kapı açıldı ve sanki içeri bir dolunay doğdu. Hem güzel hem de ahlaklı bir kız içeri girdi ve aklımdaki bütün korku ve sıkıntılar bir anda yok olup dağıldı. Sıkıntım feraha, mutsuzluğum sevince dönüştü.
Ona gelince o da gizlice bana bakıyordu. Durum böyle olunca onun da beni kabul ettiğini ve razı olduğunu hissettim. Allah bizim aramızı hayırla birleştirdi ve evlendik. Hayallerimde bile elde edemeyeceğim değerli bir mücevhere sahip olduğumu anladım. Evlenmek isteyeceğim kişide ne kadar haslet var ise onda mevcuttu. Hatta daha fazlası da mevcuttu. Onda tam bir ahlak, güzellik, zekâ, şefkat, yumuşak huyluluk, iffet, onur, vefa ve haya mevcuttu.
Onunla beraber hayatımın en güzel günlerini yaşadım. Onunlayken sadece saadet hissettim, yaşamın tadını onun yanında aldım ve ondan sevgi, muhabbet ve ülfetten başka bir şey görmedim.
Ah ey dostum. Eğer onu nasıl sevdiğimi bilseydin beni mazur görür ve kınamazdın.
Ben sadece dinliyorum. Anlatmaya devam et…
Onu tam bir ihlasla ve içtenlikle ve saf bir şekilde sevdim.
Vay haline!… Böyle bir sevgiye biri güç yetirebilir mi? Anca bir melek böyle olur. Kalp çok fazla değişip döndüğü için böyle isimlendirilmiştir. İnsanın düşünceleri ve duyguları sürekli kalp ve akıl arasında gidip gelir. İnsanın koklama, görme ve duyma duyuları bir yerde takılı kalmaz. Ve saf ve tertemiz bir şekilde sabit durmaz.
İnsan nefsi şehvetlerinin sevgisiyle yoğrulmuştur. İnsanın gözü bir güzellik gördüğü zaman nefsi hemen bundan etkilenir ve ondan bir nasibi olmasını arzu eder.
Bu konuda Taha suresi 131. ayette şu uyarı gelmiştir.
“Sakın kendilerini sınamak için onların bir kesimini yararlandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine göz dikme! Rabbinin sana verdiği nimetler daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”
Bütün insanlarda bir eksiklik vardır ve hiçbir sevgi kalpte tam manasıyla saf bir şekilde değildir. Birbirini seven iki taraf da bir diğerinden noksanlıklarını saklamaya çalışsa da bu açığa çıkar. İkisi de hata etmekten kaçınır ama bir gün bir hataya düşebilirler. İşte o anda seven kişinin kalbindeki saflık ve temizlik kirlenmiş olur
Söylediklerin şu an yanında oturan adamdan başkası için söylenirse doğru olabilir. Başka bir ülkede özgürce ve güven içinde yaşayan ve hayallerinin peşinde koşan biri için doğru olabilir.
Ancak ben bu dünyaya geldiğimden beri gözüm sadece zalim ve mütekebbir düşmandan başka bir şey görmedi. Onların ülkemizi işgal ettiklerini ve insanlara zulmettiklerini, yeryüzünde bozgunculuk çıkardıklarını gördüm ve tek derdim ve düşüncem bu düşmanlara karşı direniş ve mücadele oldu. Kin ve nefretle dolu olan bu kalbimin sevgi ve aşkla dolacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. Benim ona karşı durumun aynen şu şiirdeki gibidir:
Onun sevgisi ben henüz sevgi nedir bilmezken geldi
Boş bir kalbe denk geldi ve onu kendine mülk edindi
Ancak bu halimiz uzun sürmedi ve bu lezzet kesintiye uğradı. Saadet bizden uzaklaştı. Dünya bize sırtını döndü ve bizi azı dişlerine alarak çiğnemeye başladı. Saadet günlerimiz dert ve keder günlerine, sevinçlerimiz üzüntülere, buluşmalarımız ayrılığa dönüştü.
Korktuğum şey başıma geldi. Tutuklandım, hapse atıldım ve müebbet hapse mahkûm edildim. Orada anladım ki yaşamış olduğumuz bu saadet günleri sadece hayatımdan gelip geçici bir an idi ve dönmemek üzere gitti. Önümde beni bekleyen her türlü bela ve sıkıntıyla dolu dert günleri vardı.
Bu bela ve musibetlere, dert ve sıkıntılara, düşmanların alaylarına karşı Allah’a sığındım ve ondan yardım istedim.
Musibetlerin en büyüğü ise içinde bulunduğum hapis sıkıntısından daha da zor olan bir karar almak zorunda kalmam oldu. Eşimden ayrılma fikri sanki ruhumu bedenimden söküp başkasına teslim etmek gibiydi. Ama yapacak bir şeyim yoktu aramıza hapishane girmişti. Mert birine yakışan bu durumda eşini serbest bırakması ve kendi sıkıntı ve dertlerine ortak etmemesi, onun hayatını yaşamasına izin vermesiydi.
Beni hapishanedeki ilk ziyaretinde ona bu fikrimi açıkladım ve şöyle dedim: “Ben bu yolu seçtiğimde sonucunda başıma neler geleceğini biliyordum. Benden önce de bu yolu seçenlerin başına şu üç şeyden başkası gelmemiştir: Hapis, ölüm veya sürgün… Benim için de bu üç şey zillet içinde yaşamaktan ve düşmanlara boyun eğmekten daha iyiydi ve hala öyledir. Bu yolda bütün yaptıklarımı Allah’ın rızasını umarak, zulme başkaldırmak, adaleti ve hakkı hâkim kılmak için yaptım. Bugün de endişeli, öfkeli veya pişman değilim… Ancak özellikle de sen daha hayatının baharındayken ve Allah bize bir çocuk da vermemişken seni de bu sıkıntılı yolculukta bana bağlamayı hikmetli ve insaflı bir şey olarak görmüyorum.
Konuşuyordum ama sözcükler ağzımdan zorla çıkıyordu. Sanki onları zorla çıkarıyordum. Dilimin söylediklerini gönlüm inkâr ediyor ve bu teklifimi geri çevirerek hala eşim olarak kalmasını temenni ediyordu.
Bu söylediklerime öfkelenerek karşılık verdi ve teklifimi kesin bir şekilde reddetti. Şu an bile hala kulaklarımda çınlayan sözlerle cevap verdi. Benim sözlerimi dinlerken çılgına döndü ve yüzü neredeyse alev alacak gibi kıpkırmızı kesildi. Gözleri yaşla doldu ve öfkeli olduğu halde alçak ve boğuk bir ses tonuyla şunları söyledi:
“Benim hakkındaki düşüncen bu mudur? Hür bir kadın ölür, ama başına bir musibet geldi diye kocasından ayrılmaz. Sen benim onurlu ve hür bir kadın olduğumu biliyorsun. Yoksa kendinin sabır ve fedakârlık konusunda benden daha hazırlıklı olduğunu mu sanıyorsun? Önümüzdeki günler hangimizin daha sabırlı olduğunu ortaya çıkaracaktır…”
Onun gururunu kırdığımı ve öfkelendirdiğimi anladım ve biraz sakinleştirmek ve gönlünü almak istedim ve şöyle dedim:
“Sana bu seçeneği sunmam gerekiyordu ben de yaptım. Seni ne kadar sevdiğimi ve bendeki yerini sen çok iyi biliyorsun. Benim için ruhumun bedenimden sökülerek ayrılması, senden ayrılmaktan daha kolaydır.”
Şimdi şahitlik ederim ki o daha sabırlıydı. Ben içinde bulunduğum duruma zorla ve mecbur olarak sabrettim. Ama o kendisi bu seçimi yaparak ve razı olarak sabretti. Ben bu sıkıntımda kendime ortaklar ve yalnızlığıma eşlik eden, bana teselli veren arkadaşlar buldum. Ama onun yanında ne bir teselli verecek ne yardımcı olacak biri vardı. Buna rağmen sevgi ve vefa dolu olarak çok güzel bir şekilde sabretti. Bir hapishaneden diğerine beni takip ediyor, ziyaretime gelip halimi yokluyordu. Bu süreçte kendi maişetini ve benim ihtiyaçlarımı temin edebilmek için bir anaokulunda öğretmenlik yapmak zorunda kaldı.
Ben hapishane hayatımın bazı anlarında çok sıkıldım ve hayıflanıp şikâyet ettim. Ama onda bu minvalde herhangi bir şey sadır olmadı. Kalbinin derinliklerinde yaşadığını bildiğim sıkıntılarını hiç açığa çıkarmadı. Gözlerinde ve yüz hatlarında gördüğün hüznü gizli tuttu ve asla dışarı vurmadı.
Nihayet Allah bu sıkıntıdan kurtulmayı nasip etti ve burada karşılaştığım sıkıntı ve dertlerin büyüklüğünden dolayı bana bir ömür gibi gelen 14 yıl boyunca hapiste kaldıktan sonra serbest bırakıldım.
Esir olmak demek Allah’ın seni yarattıktan sonra verdiği en büyük nimeti, yani yolunda bela ve musibetlere uğradığın ve onun için savaştığın özgürlüğü kaybetmen demektir. Bir ağacın köklerinden sökülmesi gibi sen de toprağından ve ailenin arasından sökülüp alınırsın. Ağaç köklerinden sökülünce işi biter, ama sen yaşam ve ölüm arasında askıda kalırsın. Esir olan kişi ne dünya ehlindendir ve onların aldığı lezzetleri alır ya da sıkıntıları çeker; ne de ahiret ehlindendir ve Rabbinin yanına gidip büyük bir ecir alır ve nimetlere kavuşur. O bu ikisi arasında bir yurtta, arafta kalmıştır. Hangisine ulaşacağını bilemez. Yapması gereken dünyadan nasibini unutması ve ahiretteki mükâfatı için de aceleci olmamasıdır…
Hapisten çıkınca insanlar beni çok güzel ve abartılı bir şekilde karşıladılar. Herkesin saygısını, hürmetini ve takdirini kazandım. Ancak bu bol ikram, ihtiram ve takdirin Allah’ın bir imtihanı olduğunu bilemedim.
Bana gösterilen bu ilgiyle sevindim ve daha fazlasını temenni ettim. Allah’ın şımarıkları sevmediğini unuttum. Bu sıkıntı ve sabırlı yolda bana ortak olanı ve sıkıntımı paylaşanı unuttum. Aklıma, geçen yıllar boyunca güzelliğinin bir kısmını kaybeden eşimden daha genç ve güzel bir kız ile evlenme fikri düştü. Şeytan da bu fikri süsledi ve etrafımdakiler de ona yardım ederek bana bu işi güzellemeye başladılar. Sonunda ben de bu yola girdim ve genç bir kıza nişanlanmak için teklif götürdüm. Ailesinin de onaylamasıyla iş olup bitti ve nişan yapıldı hatta nikâh tarihi bile kararlaştırıldı.
Haber eşime ulaştığında yıldırım çarpmışa döndü. Sanki öldürücü bir darbe almıştı.
Ben de birden fazla evlilik yapan herkesin sunduğu gerekçelerle açıklama yapmak üzere eşimin yanına gittim.
“Şeriat buna izin veriyor… Sen hep benim en değerlim olarak kalacaksın. Sana asla haksızlık yapmayacağım ve zulmetmeyeceğim…”
O ise şöyle cevap verdi: “Sana izin veren şeriat, hapse düştüğünde bana da seni bırakmak için izin vermemiş miydi? Evet, doğru şeriat izin veriyor… Peki, vefa nerede kaldı?”
Bu sözlerine başka bir şey eklemedi ve susmayı tercih etti. Ağzından başka bir kelime çıkmadı. Ah vefa nerede? Ah bu söz ve bana yaptığı etki… Bu sözü söylediğinde bütün bedenim sarsıldı ve kendime geldim. Sanki daha önce sarhoştum da o an ayıldım veya sanki bir uykudaydım ve o an uyandım. Kendime geldim ve: “Yıllar boyu zulüm ve kahır altında yaşayan ve hatta yediği içtiği şeyler bile boğazıma takılan ben nasıl oldu da insanların en muhlisine ve en vefakârına bu zulmü yaptım.” diye düşündüm.
Ben güçlü bir erkek o ise zayıf bir kadın olduğu halde, onun bu vefası karşısında aciz kaldım. Sonra bu bozduğum durumu düzeltmeye karar verdim ve başka biriyle evlenme konusundan döndüm. Bir demet gül hazırladım ve üzerindeki karta da bir beyit yazdım.
Gecenin çökmesini bekledim ve sonra da bu demeti vererek gönlünü almak ve şeytanın aramıza girdiği bu durumu düzeltmek için eşimin yanına gittim. Onu bembeyaz namaz elbisesine bürünmüş bir şekilde yatağına uzanmış bir halde buldum. Kollarının arasında hapishanedeyken çektirdiğim ve ona gönderdiğim bir fotoğrafım vardı. Fotoğrafı büyütüp güzel bir çerçeveye koymuş. İlk anda onun uyuyakaldığını düşündüm. Kendini toparlamadan önce ona doğru yöneldim ve uyanması için ses çıkaran hareketler yapmaya başladım. Ama uyanmadı. Daha fazla ses çıkardım ama yine uyanmadı. Sonra ona ismiyle seslendim, yine cevap vermedi. Yanına yaklaşıp omzundan tutarak önce hafifçe sonra da kuvvetlice salladım. Aynı zamanda da sesleniyordum ama cevap vermiyordu. Sonra bir terslik olduğunu anladım ve paniğe kapılmış bir halde korkuyla doktor getirmek için yanından çıktım. Doktor onu kontrol ettiğinde ruhunu Rabbine teslim ettiğini anladı.
Kendisine rakip olacak bir ortağın haberini alınca o saflığının ve temizliğinin kirleneceğini hissetmiş ve ihlasını korumak için bağlarından kurtularak Rabbi’ne dönmüştü.
Onun ölümüyle bendeki son hayat belirtisi de kayboldu. Dünyam karardı. Bütün lezzet ve güzellikler kayboldu gitti. – Ben onu vefasızlığımla öldürdüm, o da beni vefakârlığıyla öldürdü.
O Rabbinin yanına gitti ve rahat etti. Beni ise ölüp ona kavuşuncaya kadar ölüm sekeratında bıraktı. Dedim ki:
Ey benim en güzel kedere sahip Dostum! Üzülmek olup bitmiş bir durumu geri döndürmez. Kendine acı. Ömrün boyunca dolaşsan da yeryüzünde tam manasıyla vefakâr birini bulamayacaksın.
Kimse heva ve hevesini tam anlamıyla zapt edemez. Az veya çok herkesin hevası vardır. Nefsini hesaba çeken ve heveslerine karşı mücadele eden kişi de hala hayır üzeredir. Senin de durumun böyledir. Ancak her nefsin bir eceli vardır. Allah Böyle Takdir Etti ve O Dilediğini Yapar.
Ve kardeşim senin önünde de iki seçenek var. Ya kendini kınamayı bırakır ve önceki haline geri dönersin ya da ömrün boyunca bu halde kalırsın. Allah senin canını alana kadar keder şerbetini yudumlamaya devam edersin veya vefa hastalığından vefat edersin…
Filistinli esir Mahmud İsa’nın “Vefa ve İhanet” isimli hikâyeler mecmuası kitabından “Vefa Nerede?” isimli hikayesinden tercüme edilmiştir.