Kavramlar – Mahmut Varhan / 2022 Temmuz / 116. Sayı
Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.”
(Lokman, 13)
5-Şirkin Çeşitleri
b – Allah ile kulları arasında aracılar kabul etme şirki: Bu şirkin temeli, bir takım varlıkların kainatın işlerinin düzene sokulmasında Allah’a ortak oldukları ve Allah’ın katında özel bir etki ve yetkiye sahip oldukları inancıdır. Adeta bu varlıkları Allah’ın yardımcıları ve vezirleri olarak kabul etmektir. Kadim cahiliye toplumlarının hepsinde bu şirk çeşidi yaygındı. Bu inanca sahip olan müşrik, Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte O’nun irade ve meşietini etkileme, yönlendirme ve değiştirme gücüne malik olduklarını vehmettiği varlıklara dua eder, yakarır, kurban ve adaklar sunar ve bu varlıkların Allah katında kendileri için şefaatte bulunmalarını sağlamaya çalışırlar. Allah Azze ve Celle bu müşrikler hakkında şöyle buyurmaktadır: “İyi bilin ki, hâlis din Allah’ındır. Allah’ın dışında dostlar edinenler: “Biz onlara, ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” (derler.) Muhakkak ki Allah, aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda hükmünü verir. Şüphesiz ki Allah, yalan söyleyen, kâfir olan bir kimseyi hidâyete erdirmez.” (Zümer, 3)
“Onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyen ve fayda sağlamayan şeylere taparlar ve: ‘Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Göklerde ve yerde Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz?’ Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir, yücedir.” (Yunus, 18)
Müşriklerin iblisin tuzağına düşerek bu büyük yanılgıya düşmelerinin pek çok sebepleri bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını bir önceki makalemizde izah etmiştik. Burada özellikle şu hususa dikkat çekmek gerekir; şirk zihniyetine kapılan bir kişi meleklerin, cinlerin ve dini ya da dünyevi konularda önde gelen insanların kâinatın önemli olayları değilse de küçük ve önemsiz bazı olayları üzerinde tasarruf ve tesir sahibi olabileceklerine inanır. Böylece dünyada mes’ud olabilmek ve ahirette kurtuluşa ermek için bu kimselere yalvarılması ve onların aracı kılınması gerektiğini düşünür. Bu hususta kâinatın sahibi olan Allahu Teâlâ’yı dünyadaki hükümdarlara kıyas eder. Hükümdarların nezdinde arzulanan şeyi elde edebilmek için vezirleri ve kapıcıları aracı kılmak gerektiği gibi, Allahu Teâlâ’nın nezdinde istenilen şeyleri elde edebilmenin yolunun da bu şekilde olduğunu kabul eder. İşte böylece uzak bir sapıklıkla sapmış olur ve şirk bataklığına düşer. Halbuki bu kâinatı hikmet gözüyle inceleyen herkes açık bir şekilde görür ki, en küçük zerrelerden en büyük kürelere kadar her şey üzerinde tasarruf sahibi olan tek bir Zattır. Zira bütün kâinatta mucizevi bir uyum, düzen ve birliktelik mevcuttur. Bu da her şeyin tek bir el tarafından idare edildiğini göstermektedir.
Bu şirk çeşidi, tarihteki müşrik toplumlarla birlikte yok olup gitmiş değildir. Bilakis “Bilim çağı” denilen şu asrımızda milyonlarca modern(!) insan bu ilkel şirki işlemektedir. Özellikle Doğu toplumlarında bu şirk hala yaygın bir şekilde bulunmaktadır. Hristiyanlar ve Yahudiler binlerce senedir bu şirk bataklığında debelenmeye devam etmektedirler. İslam aleminde Müslüman toplumlar da çevrelerinde bulunan müşrik toplumlardan etkilenerek bu şirk hastalığına yakalanmışlardır. Özellikle Şia’da ve bazı tasavvuf çevrelerinde bu şirk çeşidi yaygındır.
Bu konudaHasan Karakaya Hoca’nın “İslam Akaidi” kitabından ilgili bölümün özetini burada zikretmeyi faydalı görüyoruz:
“Buna yardım isteme şirki anlamına gelen “Talep Şirki” denilmektedir. Arapçası “istigâse”dir. Bu şirkten maksat, Allah’tan başkasının veremeyeceği herhangi bir şeyi, Allah’tan değil de başkasından istemektir. Mesela; kulun bizzat ölülerden günahlarını affetmelerini, kalbini hidâyete erdirmelerini, sıkıntılarını gidermelerini, ihtiyaçlarını karşılamalarını istemesi, bu şirktendir. Bu şirke cahillerin kaydıkları gibi yer yer bilgili olan ancak itikadî konularda hassas olmayan insanların da sürüklendiği müşahede edilmektedir. Aşağıdaki satırlarda bu tür sapmalar görülmektedir.
Abdulvehhâb b. Ahmed eş-Şa’rânî “Tabakâtu’l-Kübra” isimli eserinde aşırı giderek diyor ki: Ahmed el-Bedevî şöyle dedi: “Rabbimin izzetine yemin olsun ki, kim benim mevlidimde bulunduğu zaman günah dahi işleyecek olursa, mutlaka en güzel bir şekilde ondan tevbe eder. Ben vahşi hayvanları yönetip onları birbirlerinden korurken, denizdeki balıkları besleyip onları birbirlerinden himaye ederken, mevlidimde hazır bulunanı korumamdan Allah beni aciz bırakır mı?”
Bu kadar eser yazmış bir kişinin ağzından bunları duymak oldukça şaşırtıcı ve hayrete düşürücüdür.
Allah’tan başkasından bir şey dilemenin dinden çıkarıp çıkarmadığı hususunda itikat âlimlerinden şu görüşler nakledilmiştir:
a. Eğer, Allah’tan başkasından yardım dileyen kişi, kendisinden yardım dilediği zattan, kendi başına müstakil olarak istenileni var edip verebileceğine inanarak isteyecek olursa, böyle bir kişi ittifakla dinden çıkar, mürted olur. Çünkü onu kutsayıp ilâhlaştırmıştır. Bunun Kur’an’da delilleri oldukça çoktur. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Allah’tan başka taptıklarınızın size yardım etmeye güçleri yetmez. Hatta kendilerine bile yardım edemezler.” (A’raf, 197)
“(Ey Muhammed!) Yemin olsun ki, eğer sen onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan elbette, ‘Allah yarattı’ derler. Sen onlara şöyle de: ‘Söyleyin bakalım, eğer Allah, bana herhangi bir zarar vermek istese, sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınız O’nun bu zararını giderebilirler mi? Yahut bana bir rahmet dilese, O’nun bu rahmetini durdurabilirler mi?’ De ki: ‘Bana Allah yeter. Güvenenler sadece O’na güvenirler.” (Zümer, 38)
“… Mülk Allah’ındır. O’nu bırakıp taptığınız ilâhlar, bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip değillerdir. Eğer Allah’tan başka taptıklarınızı çağırırsanız, çağırmanızı duymazlar. Duysalar bile size cevap vermezler. Kıyamet günü de kendilerini Allah’a ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Sana, her şeyden haberdar olan Allah gibi haber veren olmaz.” (Fatır, 13-14)
b. Şayet, yalnız Allah’ın gücünün yettiği bir şeyi Allah’tan başkasından isteyen kişi, istediği şeyi Allah’ın var edip yarattığına iman eder, ancak kendisinden yardım dilediği kişinin, Allah katındaki itibarı ve yüksek derecesinden dolayı, Allah’tan değil de o zattan isteyecek olursa; işte böyle birinin günahkâr olacağı ittifak konusudur ancak kâfir olup olmayacağı ihtilaflıdır.
Başta Selefiler olmak üzere, alimlerin bir kısmına göre bu kişi de bir önceki müşrik olur ve dinden çıkar. Zira tarihteki şirklerin kahir çoğunluğu bu türden olmuştur. Allah’a yaratıcılığında ortak koşmak pek nadir vuku bulmuştur. Nitekim Kureyş müşriklerinin şirki bu kabildendir. Çünkü bunlar taptıkları putlardan taleplerini Allah’a ulaştırmalarını, böylece kendilerine fayda sağlamalarını ve zararlı önlemelerini istiyorlardı. Taptıklarının, isteklerini tek başlarına yaratacaklarını iddia etmiyorlardı. Bilakis putları sadece Allah ile kendi aralarında şefaatçi yaptıklarını açıkça söylüyorlardı. Nitekim şu ayet bunu açıklamaktadır: “Allah’ı bırakıp O’ndan başka dostlar edinenler ‘Biz onlara, ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ derler…” (Zümer, 3)
Diğer bazı âlimlere göre ise, eğer kişi ancak Allah’ın verebileceği bir şeyi, Allah’ın yarattığına iman eder, bununla birlikte o şeyi Allah’tan değil de, Allah katındaki itibarı ve yüksek derecesine inanarak başka birinden isteyecek olursa, böyle bir kişi yaratıcısını birlediğinden, isteyeceği mercide yanlış yapmış, adeta komada olan bir hastadan kendisine yardım etmesini ister olmuştur. Bu itibarla hedefini şaşıran bir sapık, bid’ate sürüklenen bir günahkâr olmuştur. Buna kâfir anlamına eşit olan müşrik demek doğru değildir. Bunu Kureyş müşrikleriyle kıyaslamak, farklı şeyleri birbirine benzetmek olur. Zira bu kişi, “Lâ ilâhe illallah” diyerek inancında Allah’ı birleyen biridir. Bunu söylememek için gerektiğinde kellelerini veren Kureyş müşrikleriyle aynı kefeye koymak afaki bir karar olup meselelerin inceliği göz önünde bulundurulmamış olur ki bu da itikâdî konularda asla kabul edilemez.
Bu husustaki naçiz kanaatimiz şudur: Allah’tan başkasından yardım dileyen, verilmesini istediği şeyin Allah tarafından yaratıldığına inansa dahi, böyle bir istek ittifakla meşrû olmayan bir bid’attir. Şirk saymayanlar olsa da bizce şirk emareleri taşıdığı aşikârdır. Allah’ı her yönüyle birlemekle yükümlü olan bir Müslümanın, Allah’ı bırakıp da aciz mahlûklardan bir şey dilemesi, tevhid inancı ile bağdaşmamaktadır. Böyle birinin ahirette hesabı çetindir. Cehaletinin kendisi için mazeret sayılıp sayılmayacağını Allah bilir. Bu itibarla böyle bir istekten şiddetle kaçınılmalıdır. Zira şirk olup olmadığı tartışılan böyle bir duruma düşmek, Müslümana yakışmamaktadır.
Allah’tan Bir Şey İsterken Aracı Yoluyla İstemenin Hükmü
Burada bir şey dileyen, isteğini herhangi bir yaratıktan değil, Allah’tan ister. Ancak bu isteğinin Allah tarafından kabul edilmesi için, Allah katında itibarı olduğuna inandığı birinin yardımcı olmasını talep eder. Mesela; “Ey Allah’ım! Sen bu dileğimi filanın yüzü suyu hürmetine kabul et” der. Yahut “Ey filan ölü! Sen Allah’tan benim şu dileğimin kabul edilmesini iste” diye söyler.
Allah’tan yardım dileyen bir kulun, kendisi ile Allah arasına bir vasıta koymasının hükmüne gelince; bu hususta iki ihtimal vardır.
1. Eğer bu kişi, aracı edindiğinin isteğini, Allah’ın kabul etme mecburiyetinde olduğuna inanırsa, müşrik olur. Zira bu, Allah’ın dilemesinin kulun dilemesine bağlı olduğu kanaatine kapılmış olur ki, bu da Allah’ın mutlak Rabliğine eksiklik isnat etmeye götürür. Hâlbuki kulun dilemesi, Allah’ın dilemesine bağlıdır. Nitekim bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey dileyemezsiniz.” (Tekvir, 29) “Allah dilemedikçe sizler bir şey dileyemezsiniz. Şüphesiz ki Allah çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan, 30)
Allah Teâlâ bu tür şirki iki yönden iptal etmiştir:
a. Allah’ın izni olmadan hiçbir kimse şefaatçi olamaz. “O gün, Rahman olan Allah’ın izin verdiği ve konuşmasına rıza gösterdiği kimseden başkasının şefaati fayda vermeyecektir.” (Taha, 109)
“Allah’ın nezdinde, izin verdiğinden başka kimsenin şefaati fayda vermez…” (Sebe, 23)
b. Mülkün sahibi ve Âlemlerin Rabbi sadece Allah’tır. Bu itibarla kâinatın sevk ve idaresi yalnız O’na aittir. O’nun izni olmadan hiçbir kimse herhangi bir tasarrufta bulunamaz. “Gökten yeryüzüne, bütün işleri idare edip yürüten O’dur…” (Secde, 5)
“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, daha sonra kudretiyle Arş’ı kuşatan Allah’tır. Bütün işleri nizama koyan O’dur. Hiç kimse O’nun izni olmadıkça şefaatçi olamaz…” (Yunus, 3)
2. Eğer böyle bir kişi, istenilen şeyi Allah’ın kabul etme mecburiyetinde olmadığına inanırsa, iki ihtimal vardır:
a. Eğer kişi, uzakta bulunan sağ insanlardan veya sağ olsalardı kendisini işitemeyecek kadar uzak mesafede kabirleri bulunan ölülerden kendisine dua etmelerini isteyecek olursa, bunların gaybı bildiklerine inandığından şirke düşer.
b. Şâyet ölülerin gaybı bilmediklerine inanır ve kabirlerinin başında kendisine dua etmelerini isterse, işte bunun hükmü ihtilaflıdır.
İbn Teymiyye bu hususta şöyle diyor: “Peygamberler, sâlih kullar, kabirlerinde diri olsalar da, onların diriler için dua ettikleri farz edilse de, bu hususta bir kısım haberler bulunsa da, herhangi bir kimse bunlardan bir şey istememelidir. Seleften hiçbir kimse bunu yapmamıştır. Çünkü bu, şirke düşmeye ve onlara tapmaya bir sebeptir. Onlar hayatta iken onlardan dua etmelerini istemek böyle değildir. Çünkü bu şirke sürüklemez”
Diğer bazı âlimlere göre ise, kişinin ölülerden kabirleri başında kendisine dua etmelerini istemesi, sahabilerin yapmadığı bir bid’attir ve sapıklıktır. Zira sahabiler vefat etmiş olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i aracı yaparak değil, sağ olan amcası Abbas radıyallahu anh’ı vesile yaparak Allah’a dua etmişler ve yağmur yağdırmasını dilemişlerdir. Eğer ölülerden dua etmelerini istemenin meşrû bir yönü olsaydı, her türlü hayra düşkün olan sahabiîler bunu bırakmazlardı.
Üçüncü kısım âlimlere göre ise, kişinin ölülerden kabirleri başında kendisine dua etmelerini istemesi caizdir. Çünkü ölüler kabirlerinde kendilerine seslenenleri duymaktadırlar. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu hususta şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
Katâde diyor ki: Bize Enes b. Mâlik radıyallahu anh, Ebû Talha radıyallahu anh’tan şunu rivayet etti: Hz. Peygamber, öldürülen Kureyş ileri gelenlerinin atıldıkları kuyunun bir tarafında durdu ve onları kendi adlarıyla ve babalarının adlarıyla şöyle çağırmaya başladı: “Ya filan oğlu filan, ya filan oğlu filan! Siz Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmiş olsaydınız, itaatiniz sizleri sevindirir miydi? Biz, Rabbimizin bize vaat ettiğini hak olarak bulduk. Siz de Rabbinizin size vaat ettiğini hak olarak buldunuz mu?” Ravi Ebû Talha dedi ki: Ömer “Ey Allah’ın Rasûlü! Kendilerinde ruhları bulunmayan şu cesetlere ne söylüyorsun?” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Muhammed’in ruhu elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim söylemekte olduğum sözleri sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz” buyurdu.
Enes radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Kul kabrine konulduğu ve sahipleri geri dönüp gittikleri zaman, ölü, bunlar yürürken ayakkabılarının sesini muhakkak işitir.”
Bizce ölülerin dirileri duyması, her zaman vuku bulmayan bir durumdur. Ölüler dirileri her zaman değil, nasların beyan ettiği özel durumlarda duyarlar. Bu nedenle ölüler, dirileri her zaman duyarlar şeklindeki hüküm isabetli değildir. Çünkü buna dair kesin bir delil yoktur. Yine ölüler kabirleri başındakileri hiç duymazlar hükmü de doğru değildir. Çünkü bunun da kesin delili yoktur.
Âlûsî, “Rûhu’l-Meânî” isimli tefsirinde, konu ile ilgili olarak şunları zikretmektedir: “İlim ehli olan hiçbir kimse, ölülerin dirileri duymaları meselesinde iki görüş olduğu hususunda şüphe etmez. Bunlardan biri, “Ölüler dirileri duyarlar” görüşüdür. Bununla birlikte ölülerden yardım istenilemez, ihtiyaçların giderilmesinde onlardan medet beklenemez ve onlara sığınılamaz. Çünkü şeriatta buna dair bir delil bulunmamaktadır. Diğer bir görüş ise, “Ölüler, kabirlerinin başında bulunulsa dahi, dirileri işitmezler” görüşüdür. Her iki görüşe de ilim erbabından pek çok âlim katılmış, her bir grup, görüşüne dair reddedilmesi mümkün olmayan deliller zikretmiştir. Bu ihtilaf sadece ümmetin son dönemlerinde değil, geçmişinde de mevcuttur. Bu itibarla “Her zaman duyarlar” veya “Hiç duymazlar” demek büyüklük taslamaktan başka bir şey değildir. Tercihe şayan görüş “Özel hallerde duyarlar diğer zamanlarda duymazlar” görüşüdür. Çünkü bu yolla farklı rivâyetler bağdaştırılmış olur.”
Bize göre her şeyden önce böyle bir istek bid’attir. Ölülerin, diriler tarafından kendilerinden dua etme taleplerini her zaman duydukları farz edilse dahi, bunların kendilerini çağıranlara cevap vereceklerine dair hiçbir delil yoktur. Kaldı ki ölülerden dua etmelerini istemek, kişiyi şirke dahi sürükleyebilir. Bu nedenle bu bid’atten kaçınılmalıdır.
Ölüleri Aracı Yaparak Allah’tan Bir Şey İstemek hakkındaki kanaatimiz özetle şudur: Bu konuda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i aracı yapmakla diğer ölüleri aracı yapmak farklı görülmüştür. Şöyle ki:
A. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i aracı yaparak Allah’tan bir şey dilemek:
a. Âlimlerin bir kısmına göre bu caizdir. Kişi “Ey Allah’ım! Sen beni Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yüzü suyu hürmetine veya nezdindeki itibarına binaen affet” diye dua edebilir. Buna delil olarak Osman b. Huneyf’in rivâyet ettiği şu hadisi zikretmişlerdir:
Osman b. Huneyf radıyallahu anh’tan rivâyet edildiğine göre, gözleri görmeyen bir adam Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi ve “Allah’ın bana sıhhat ve afiyet vermesi için bana dua et” dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de “İstersen dua edeyim fakat sabretmen senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Adam “Dua et” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ona güzelce abdest almasını ve şu dualarla dua etmesini emretti: “Ey Allah’ım! Rahmet Peygamberi olan Peygamberin Muhammed aracılığıyla senden istiyor ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed! Bu ihtiyacımın giderilmesi hususunda ben seninle Rabbime yöneliyorum. Allah’ım! O Peygamberini bana şefaatçi kıl.”
Abdullah Azzam bu hususta “Fi Zilâli Sûreti’t-Tevbe” isimli eserinde şöyle demektedir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i dualarında vesile yapanlar, dinden çıkmazlar, haram işlemiş olmazlar. Ahmed b. Hanbel’e göre bu câizdir. Ebû Hanîfe’ye göre mekruhtur. Biz de bu kanaatteyiz.”
Mahmud Şükrî el-Âlûsî ise, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i vesile yapmayı şu şekilde te’vil ederek caiz görüyor ve diyor ki: ‘Ben, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah katındaki itibarının, diri iken de ölü iken de vasıta yapılarak Allah’tan bir şey istenilmesinde bir mahzur görmüyorum. Zira burada Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in itibarından asıl maksat, Allah Teâlâ’nın sıfatlarından birine yönelerek onunla Allah’tan yardım istemektir. Burada, Allah’ın Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i aracı kabul etmesini icap ettiren sevme sıfatından istenilmiş olur. Kişinin “Ey Allah’ım! Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in nezdindeki itibarını aracı yaparak senden ihtiyaçlarımı gidermeni diliyorum” demesinin asıl manası “Ey Allah’ım! Sevgi sıfatını ihtiyaçlarımın giderilmesi için bir vesile kılıyorum” demektir. Bu “Ey Allah’ım! Senden rahmet sıfatınla istiyorum” demek gibidir.
b. Diğer bazı âlimlere göre ise Rasûlullah’ı aracı yaparak Allah’tan bir şey dilemek caiz değildir. Başta İbn Teymiyye ve diğer bazı âlimlere göre ise, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i vasıta yaparak Allah’tan bir şey dilemek caiz değildir. Bu, Selef-i Salihin’in yapmadığı bir bid’attir. Sahabiler, hayır işlemeye insanların en düşkünleri olmalarına rağmen, onlardan herhangi birinin ölüyü aracı kılarak bir şey istediğine dair hiçbir haber gelmemiştir. Bunların delilleri ise şunlardır:
Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh, yağmur duasına çıktıklarında vefat eden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i değil, sağ olan amcası Abbas’ı vasıta kılarak Allah’tan yağmur yağdırmasını istemiştir. Enes b. Mâlik bu hususta diyor ki: “Halk kıtlığa uğradığında Ömer b. Hattab, Abbas b. Abdulmuttalib ile tevessül ederek yağmur duası yapar ve şöyle derdi: “Ey Allah’ım! Bizler (hayatta iken) Peygamberi vasıta yaparak senden dilerdik de sen bize yağmur ihsan ederdin. Bizler (şimdi de) peygamberimizin amcasını vasıta yaparak senden yağmur istiyoruz; bize (yine) yağmur ihsan et!” Enes “Bu duayı edince insanlara yağmur yağdırıldı” demiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisinde Abdullah b. Abbas radıyallahu anhuma “Yardım dilediğinde yalnız Allah’tan dile” buyurmuştur.
İbn Teymiyye, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i aracı yaparak Allah’tan bir şey istemenin meşrû olduğuna dair birinci grubun delil gösterdiği Osman b. Huneyf’in hadisini te’vil etmiş ve “Hadisin asıl manası şudur” demiştir: “Ey Allah’ım! Ben senden Peygamberinin duası ve şefaatiyle istiyorum.” İbn Teymiyye, “Bu kişinin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i değil, duayı vesile edindiğini ve duanın da vesile olabileceğini” söylemiştir. Hadisin sonundaki “Ey Allah’ım! Sen onu bana şefaatçi kıl” cümlesinin ve hadisin başının bu te’vili desteklediğini iddia etmiştir.
Şâfiî mezhebine mensup olan Sübkî ise, “İbn Teymiyye’nin bu te’vilinin doğru olmadığını, Selef-i Sâlihîn’den kimsenin böyle bir tavır takınmadığını” söylemiş ve “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i, Allah’a vesile etmenin, onu aracı yaparak Allah’tan bir şey dilemenin caiz olduğunu” beyan etmiştir.
B. Rasûlullah’ın dışındaki herhangi bir ölüyü aracı yaparak Allah’tan bir şey dilemek ise, bid’attir. Yer yer şirke dahi sürükleyebilir. Sâlih ameller işlemeye bizlerden daha çok düşkün olan Sahabe-i Kiram’ın, ölüleri aracı yaparak Allah’tan bir şey diledikleri vaki değildir. Aksine daha önce de zikredildiği gibi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatından sonra onu değil, sağ olan Hz. Abbas’ı vesile edip onunla Allah’tan yağmur dilemişlerdir. Diğer yandan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Abdullah b. Abbas’a “Yardım istediğinde Allah’tan iste” buyurmuştur.
Bu konuda kanaatimiz şudur: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in dışındaki herhangi bir ölüyü aracı yaparak Allah’tan bir şey niyaz etmek, Selef-i Sâlihîn’de görülmeyen bir bid’attir. Bundan kaçınılmalıdır. Yer yer şirke dahi sürükleyebilir. Mâide Sûresi’nin şu âyetinde zikredilen vesileyi buna delil göstermenin hiçbir sıhhatli tarafı yoktur: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na bir vesile edinin ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Maide:35)
Güvenilir müfessirlerin bu ayet-i kerimeye yaptıkları izahların hiçbirinde “vesilenin Allah’la kullar arasında birini vasıta etme anlamına geldiği” söylenmemiştir. Zira bunda şirke kayma kuşkusu vardır.
Âlûsî, tefsirinin bir bölümünde de şunları zikretmektedir. “Günümüzde insanlar bir şey istediklerinde, adı sanı duyulmayan, zerre kadar itibarı olmayan kişileri aracı yaparak “Ey Allah’ım! Filanın hakkı için sana yemin ediyorum ki şunu bana veresin” şeklinde yemin ederek oldukça aşırı gitmeye başlamışlardır. Bundan daha da aşırısı, kabir ehlinden hastalara şifa vermelerini, fakirleri zengin etmelerini, yitirdikleri şeyleri bulmalarını ve her zorluğu kendilerine kolaylaştırmalarını istemeleridir.” Âlûsî, tefsîrinin başka bir bölümünde de şunu söylüyor: “İnsanlar, Allah’ın dışında sâlih kulları çağırmada -ölü olsunlar, diri olsunlar- oldukça aşırı gittiler. Öyle ki “Ey filan efendim! Beni kurtar” demeye başladılar. Bu tür sığınmalar caiz olmayan davranışlardır. Mü’mine yakışan bunları ağzına almamasıdır.”
Biz de bu konuda Âlûsî ile aynı kanaatindeyiz.
Bizzat Ölülerin Kendilerinden Yardım Dilemek: Bu konuda en tehlikeli davranış ölülerin bizzat kendilerinden yardım dilemektir. Her ne kadar bazı âlimler böyle bir şeyin Müslüman bir insandan meydana gelmesini şirk saymamışlarsa da diğer bazı âlimlere göre bu kesin bir şirktir. Bunu yapanı kurtarırsa ancak cehaleti kurtarabilir. Bu da kesin değildir. Konu ile ilgili olarak âlimler şu görüşleri serdetmişlerdir:
Şehid Abdullah Azzam diyor ki: “Yardım dilemek ile aracı yapmak farklı şeylerdir. Birincisi peygamberden veya veliden yahut şeyhten doğrudan yardım istemektir. İkincisi ise, duasının kabulü için birini veya bir şeyi vasıta yaparak Allah’tan dilemektir. Kabirlerdeki ölülerin bizzat kendilerinden yardım dileyenlerin amelleri küfürdür. Yapanı dinden çıkarır. Ancak bunu yapanlar cahilse, onların kâfir olduklarına hüküm veremeyiz. Nitekim bu hususta hassas olan İbn Teymiyye, İbn Kayyim ve Muhammed b. Abdulvehhâb da bunu açıklamışlardır.”
İbn Teymiyye şöyle diyor: “Eğer ben Cehmiye Fırkası’nın söylediğini söylersem, muhakkak kâfir olurum. Fakat ben onları tekfir etmiyorum. Çünkü onlar cahildirler.”
İbn Kayyim diyor ki: “Kabirlerden yardım isteyenleri tekfir etmiyorum. Çünkü onlar cahildirler.”
Muhammed b. Abdulvehhâb da diyor ki: “Kuvaz Kubbesi’ne ibadet edenlere kâfir demeyiz. Çünkü onlara doğru olanı öğreten pek azdır.” Evet, bizim onlara, kendilerinden uzakta bulunan veya ölmüş olan velilerden yardım dilemelerinin kâfirlik olduğunu ve dinden çıkaran bir şirk olduğunu öğretmemiz gerekir.
Âlûsî de diyor ki: “Bizzat ölülerden yardım istemeyi bazı âlimler şirk saymışlardır. Eğer böyle değilse de, buna yakın bir ameldir. Ben bunlardan yardım dileyen hiçbir kimse görmedim ki, kendisinden yardım istediği uzaktaki dirinin veya ölünün gaybı bildiğine, ondan istemeyi duyduğuna, bizzat kendisine veya istediği başka birine menfaati sağlama veya zararı önleme gücünde olduğuna inanmış olmasın. Yoksa ne ağzını açardı ne de bir kelime söylerdi. İşte en büyük musibet budur. Kula farz olan, bunlardan kaçınmak ve isteyeceklerini yalnız kudret ve kuvvet sahibi, hazineleri bitmeyen ve dilediğini yapan Allah’tan istemektir.”
“Diğer yandan ölülerden yardım isteyenlerin bazılarının isteklerinin gerçekleşmesi, sakın sizi aldatmasın. Çünkü bu, Allah tarafından bir imtihandır. Hatta bazen şeytan kendisinden yardım istenenin şekline girer ve yardım dileyene görünür, o da bunu yardım dilediğinin bir kerameti zanneder. Aslında bu şeytandır, onu saptırır, azdırır, heva ve hevesine kaptırır. Nitekim bazen şeytanlar putların içinden konuşup ona tapan cahil, toy insanları saptırırlar. Onlar da “Bu kendisinden yardım dilenenin ruhudur veya onun şekline giren bir melektir. Onun kerametini göstermek için bunu yapmıştır” derler. Ne de kötü hüküm verirler.”
Biz de bu konuda Abdullah Azzam ve Âlûsî’nin görüşlerine katılıyoruz.