Serbest Köşe – Derya Fıçıcı / 2023 Ocak / 122. Sayı
Bir sonbahar gecesiydi. Dışarıda ağaçların yapraklarını oradan oraya savuran şiddetli bir rüzgâr vardı. Yağmur inceden inceye başlamış, cama vuran damlalar gözyaşı misali penceren aşağıya süzülüyordu. Sultan Hanım sallanan sandalyesini pencerenin önüne çekmiş, dokuzuncu kattan şehrin ışıklarına bakarak uzaklara dalmıştı. Oturduğu sitenin havuzlu bahçesi, iyi bir peyzajla bakıma alınmış türlü ağaçlar, çiçeklerle çevriliydi. Pencereden bu manzarayı izlemeyi pek seviyordu.
Ancak bu gece pek keyfi yoktu, kahve de yapmamıştı kendisine. Çok uzaklara dalmış, ara ara tıpkı dışarıdaki yağmur misali yanağından aşağı gözyaşları süzülüyor, kendine bile fark ettirmeden başörtüsünün ucuyla siliyordu.
Göz kenarlarında ellili yaşların işaretleri vardı. Ve hayatın getirdiği türlü izler, çizgiler… Nasıl olmasındı? Adını İslam’ın ilk şehidesinden alan Sümeyye’si az önce yatsı namazını kılmadan yatıp uyumuştu. Yirmi dört yaşında olmasına rağmen namazlarını düzene koyamamıştı. Sabah namazlarına kalkmazdı. Gün içinde namazlarını da kılıp kılmadığından emin değildi. Tesettürü ise modernizmden nasibini almıştı, Allah’ın rızasından epey uzaktı.
Oysa ne hayallerle büyütmüştü Sümeyye’sini. O okuyup iyi yerlere gelecek ve İslam’ı temsil edecekti. Okumuştu, mimarlık fakültesini bitirmiş, iyi bir maaşla çalışıyordu. Oysa Sultan Hanım’ın hayalleri bambaşkaydı.
Ya oğlu Muhammed Enes, bu saat olmuştu hâlâ eve gelmemişti. Daha lise çağındaydı. Okuldan sonra dershaneye gidiyor, üniversiteye hazırlanıyordu. Maalesef boş işler peşinde koşan arkadaşlar edinmişti. Nargile kafelerde gece yarılarına kadar vakit öldürüyordu.
Bu yaşa gelmesine rağmen Cuma namazları hariç hiç namaz kılmıyordu. Cuma namazlarına da babasının korkusuyla gidiyordu. “Ah Enes’im… Oysa ben sana daha üç yaşında Kur’an okumayı öğretmiştim” diyerek bir iç çekti Sultan Hanım. “Nerede yanlış yaptık biz?” diye düşündü. Her türlü imkânı sağlamışlardı çocuklarına. Maddi hiçbir sıkıntıları yoktu. Sümeyye’ye daha on sekizini doldurunca araba almıştı babası. Enes dersen en iyi kolejlerde okumuştu. Onların cebine koyulan harçlıkla aileler ev geçindiriyordu. En iyi bilgisayarlar, telefonlar… Hiçbir şeyleri eksik değildi. İslami eğitimlerine hep önem vermişler, her fırsatta kurslara, programlara göndermişlerdi.
Bu düşünceler içinde kendi yüreğini yokladı Sultan Hanım. “Ey Sultan, sen ne haldesin? Sen neredesin? Sen eski Sultan mısın ki çocuklarım neden böyle diye düşünüyorsun, üzülüyorsun?
Gözyaşları sağanağa dönüşmüştü adeta ve kalbi bir kapanın içine sıkışmış gibiydi. Kalbi, gönlü bu sancılar içindeyken kendi gençlik yıllarını hatırladı. Henüz on beş yaşındaydı İslam için canla başla çalışmaya başladığında. Neredeyse mahallenin bütün kız çocukları Kur’an öğrenmek için onların evine gelirdi. Evleri tıpkı karınca yuvasını andırıyordu. Müslümanların sürekli girip çıktığı evlerdendi. Evleri küçük küçük üç odadan oluşuyordu. Toplam yetmiş metrekareydi. Bir ümmet sığıyordu bu eve. İçinde sürekli Allah azze ve celle ve Rasûlü anılıyordu. Bazen bir mescid bazen misafirhane bazen de medreseye dönüşüyordu.
Öyle mükellef sofralar kurulmazdı bu evde. Ama sofra da eksik olmazdı gelen misafirler için. Babası Ahmed Bey’in, annesine seslenişini hatırladı: “Cennet hatunu! Birazdan misafirlerimiz gelecek. O güzel çorbandan yap da hem içimiz hem de yüreğimiz ısınsın.” Annesi Esma Hanım’ın yaptığı çorbanın kokusu geldi buram buram ve bir sızı hissetti yüreğinin derinlerinde. Ah benim güzel annem. Babamın sana neden cennet hatunu dediğini şimdi daha iyi anlıyorum. Evinden başka dünyası olmayan, kendini İslam’a hizmet için adayan babama pervane olan annem. Baştan aşağı edep, haya ve güzel ahlakla donanmış olan güzel annem. Kucağında Mushaf’ı hiç eksik olmayan, ya secdede ya hizmette ya da Allah azze ve celle’yi, peygamberi, sünneti anlatırken gördüğüm annem.
Ah ya o sıcacık, içi huzur dolu evimiz… Ne marka mobilyalarla döşeliydi ne halılarla ne avizelerle süslenmişti. Şimdi bulamadığımız marka “huzur” ile döşenmişti. Odanın birinde iki eski çekyat, gelen misafirlerin yatması için birkaç yorgan ve yastık vardı. Diğer oda ise yer minderiyle döşeli, daha çok gelen misafirlere sofra kurduğumuz ya da evde Kur’an okumak veya namaz kılmak isteyen kişinin çekildiği odamızdı. Annemle babamın odasında ise iki kapılı beyaz bir gardırop vardı. Bütün hane halkının eşyaları bu dolaba sığıyordu. Yerde bir kat yün döşek ve yün yorganla bir çift yün yastık vardı.
Evimizin en lüks yeri banyomuzdu. Çünkü içinde banyo kazanı kuruluydu. Soğuk kış günlerinde annem kazanı yakar, banyonun içi sıcacık olurdu. Seksen yaşlarındaki kapı komşumuz Hatice teyzenin kimi kimsesi yoktu. İyice yaşlanmıştı. Kış günlerinde haftada bir gün onu bize getirir, banyo kazanını yakar, onu yıkardık. Sonra öyle dualar ederdi ki dili daima Allah’ın zikriyle meşguldü. Ah benim nur yüzlü teyzem. Biz de çocukluğumuzda senin sofranda büyüdük.
İşte böyleydi, her yer bahar bahçe… Ya o evde kıldığım namazlar, o huşu şimdi nerede? Azıcık boş kalır gibi olsam duvarda çiviye asılı tesbihe uzanırdı elim. Evin en sevdiğim köşesiydi seccadenin kıbleye çevrili olarak durduğu tesbihin asılı olduğu duvar. Ahşap rahle üzerinde duran mushaf. Günün en lezzetli vakitleri burada geçerdi. O ev içindekilerle birlikte Allah azze ve celle’ye bağlıydı. Bu bağlılık eşyaların ruhuna dahi sirayet etmişti. Annesi, babası, içinde büyüyen çocuklar, gelen misafirler, komşuluk ilişkileri, her şey ama her şey Allah azze ve celle’yi hatırlatıyor ve onun dini yaşanıyordu. O sadece bir ev değil, İslam yurduydu. Bu düşüncelerden sıyrılıp içinde baş edemediği acıyla geri döndü. Şimdi bugüne bakıyordu. Kendi yaşadığı eve, hayata… Salonda bir göz gezdirdi. Kral tahtını andıran koltuk takımı, yukarıdan aşağı sarkan devasa abajur, yerde döşeli ipek halılar… Perdeler dersen bir sarayı andırıyordu. Her yer tıka basa eşyayla doluydu. Bir eşyayı ittirmeden namaz kılacak yer yoktu bu evde. Bir duvar boydan boya kütüphane. İçi kitaplarla doluydu ama okunanlar kalbe sirayet etmiyordu. Koca bir yemek masası ama ne gelen vardı ne de giden. Evin her yeri dolaplarla döşenmişti. Ama dört kişinin eşyaları sığmıyordu. Ev neredeyse iki yüz metrekareydi. Ama daha büyük bir eve taşınmayı planlıyorlardı.
Günler nasıl mı geçiyordu? Kilo almamak için yürüyüş yaparak, spor salonuna giderek. Müslüman sağlığına dikkat etmeliydi. Arada bir kurdukları dernekte Müslümanlarla buluşuyorlardı. Zaten öyle ziyaretleşecek pek vakti de yoktu kimsenin. Arapça dersler, usül dersleri veren akademik merkezler kurmuşlardı. Her şeyleri vardı ama bir tek huzurları yoktu. Anladı Sultan Hanım, onu nerede kaybettiğini. Ve o an karar vermişti cennetin sultanı olmaya. Yönünü dünyadan ahirete çevirmeye.