Kuranın Gölgesinde – Zafer Mert / 2015 Ağustos / 33. Sayı
Tevekkülün iman, düşünce, çalışma ve sosyal hayatımızda önemli bir yeri vardır. Tarihin her döneminde fert ve toplumun başarısı; azim, sabır, gayret, tevekkül ve istikrar gibi kişinin moral ve heyecanını canlı tutan değerlerle orantılı olmuştur. İlk görünüşte bu tür mücerret kavramlar sadece inançla ilgili gibi görünüyor olsa da geniş anlamda ele alındığı zaman toplumun maddi ve manevi bütün sosyal hayatını etkilediği anlaşılmaktadır. Çünkü inancın hayata yansımasının temelini oluşturan tevvekkül; azim, sabır, cehd, gayret, kanaat, takva ve teslimiyet gibi hususların bilincinde olarak uygulanmaya konmasıdır. Bu yüzden İslam’ın inanç sistemini yakından ilgilendiren bu kavram asıl amacına uygun olarak yorumlanmalıdır.
Sözlükte “Allah’a güvenmek” anlamındaki vekl kökünden türeyen tevekkül “birinin işini üstüne alma, birine güvence verme; birine işini havale etme, ona güvenme” mânasına gelir. Birine güvenip dayanan kimseye mütevekkil, güvenilene vekîl denir.
Tevekkül bir terim olarak “bir kimsenin kendini Allah’a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece O’na güvenmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. İbn Teymiyye tevekkülün “kalbin yalnız Allah’a güvenmesi” anlamına geldiğini belirterek bunun sebeplere başvurma ve mal biriktirmeye aykırı olmadığını söyler.
Gerçek bir tevekkülün oluşması için şu şartların yerine getirilmesi gerekir;
Allah’ın birliğine, kudretine ve her şeyden münezzeh olduğuna inanıp güvenmek.
Tevekkül ettiği iş hususunda beşer planında yapılması ve tamamlanması gereken bütün sebepleri Allah’ın emirlerine uygun olarak yerine getirip hazırlamak. Hz. Peygamber’in, “Devemi bağladıktan sonra mı tevekkül edeyim yoksa bağlamadan mı?” diye soran bir sahâbîye, “Önce bağla, sonra tevekkül et” (1) yolundaki cevabı ilgili kaynaklarda tevekkülden önce tedbir almanın gerekliliğine delil sayılmıştır.
Gerçek manada şartlarını hazırladığı iş hakkında yaptığı tevekkül için Allah’a sığınarak sadece sarf ettiği gücünün karşılığı oranında bir beklenti içerisinde bulunmak ve aza çoğa kanaat etmek.
Tam bir azim ve irade ile başladığı işi, gerekli tedbirleri almış olarak devam ettirirken, “Allah bize yardımcı olacak ve bizi muvaffak kılacaktır” diyerek inancını muhafaza etmek.
Tevekkülden sonra elde edilen şeyin kaza ve kadere uygun olduğuna inanmak.
Sebepleri önceden hazırlanan bu tevekkülün karşılığında verilen nimetlere, beklentilerimize uygun olsun olmasın şükretmek, verilmediği takdirde de sabretmek.
Bütün peygamberlerin mütevekkil vasfına haiz oldukları ve kavimlerine tevekkül ehli olmalarını tebliğ ettikleri yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de sabittir. Hz. Nuh aleyhi’s-selam’ın tebliğ ettiği hakikatleri reddeden kavmine: “Ey kavmim, benim aranızda bulunuşum ve Allah’ın ayetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa (ne diyeyim) ben ancak Allah’a dayanıp güvenmişimdir. Yalnız Allah’a tevekkül etmişimdir.” (2) Hz. Hud (as)’ın kavmine “Şüphesiz ki, kendimin de, sizin de Rabbiniz olan Allah (cc)’a güvenip, dayanın.” (3) şeklinde hitap etmesi, Hz. Yakub aleyhi’s-selam’ın oğullarına hitaben, “O beldeye (Mısır’a) hepiniz aynı kapıdan girmeyin. Ayrı ayrı kapılardan girin. (Mamafih bu isteğimle) Allah’ın (kazasından) hiçbir şeyi sizin üzerinizden gideremem. Hüküm Allah’tan başkasının değil. Ben ancak O’na güvenip, dayandım, tevekkül edenler de O’na güvenip dayanmalıdır” (4) diyerek öğüt vermesi, tevekkülün önemini kavramamızı kolaylaştırmaktadır.
Tevekkül, Müslümanların kaza ve kadere olan imanlarının zaruri bir sonucudur. Allahu Teâla’ya ihlâsla teslim olan ve yalnızca O’na tevekkül edenlerin, şikayetten ve sızlanmaktan kurtulmaları mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de: “Kim Allah’tan korkarsa; Allah ona bir çıkış yolu hazırlar ve onu ummadığı bir yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona kâfidir” (5) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayetin nüzul sebebi olan hadisenin mahiyeti şudur: Müşrikler, Hz. Avf b. Malik radıyallahu anhu’nun oğlunu esir almış ve götürmüşlerdir. Huzuru saadete gelir, babalık şefkatiyle sızlanır ve şikâyette bulunur. Daha sonra ne yapması gerektiğini sorar. Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Avf b. Malik radıyallahu anhu’ya hitaben: “Allah’tan kork ve sabret!.. Bir de sana ve hanımına, bunaldığınız zaman ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah’ demenizi tavsiye ediyorum.” Hz. Avf b. Malik radıyallahu anhu evine döner ve durumu hanımına anlatır. Her ikisi de Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah’ zikrini sürekli edâ etmeye başlarlar. Aradan çok zaman geçmeden; müşriklerin gafletinden istifade eden oğlu, hem esaretten kurtulur, hem müşriklere ait 4000 koyunu sürerek Medine’ye getirir. Bu hadise üzerine “Kim Allah’tan korkarsa; Allah ona bir çıkış yolu hazırlar ve onu ummadığı bir yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona kâfidir” ayeti nazil olmuştur. (6)
İman ile tevekkülü birbirinden ayırmak mümkün değildir. Hz. Abdullah İbn-i Abbas radıyallahu anhu Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisine, şu tavsiyede bulunduğunu beyan etmiştir: “Ey genç! Sana şunları tavsiye ederim. Allah’ın hukukunu gözet ki; Allah da, seni gözetsin. Eğer Allah’ın hukukunu muhafaza edersen, sen O’nu daima yanında bulursun. İstediğin zaman Allahu Teâla’dan iste! İyi bil ki, bir kavim sana yardım etmek için toplansa; yalnız Allah’ın takdir ettiği kadar bir şey yapabilir. Yine bir kavim sana zarar vermek için toplansa, yalnız Allah’ın dilediği kadar bir zarar verebilir.” Tevekkül ehli olan her mükellef, Allah’ın takdirine kayıtsız ve şartsız teslim olmuştur. Ancak bu teslimiyet; mükellefin elinden gelen gayreti sarf etmesine, zaruri tedbirleri almasına ve sebeplere riayet etmesine engel değildir. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Devesini salıveren ve tevekkül ettiğini” söyleyen bir bedeviye, şu tavsiyede bulunduğu sabittir: “Hayır!..Önce deveni bağla, sonra Allah’a (cc) tevekkül et!..” (7) Şam seferine çıkan Halife Hz. Ömer radıyallahu anhu, orada veba hastalığının salgın haline geldiğini öğrenince askerlerine “Derhal geri dönün! Vebanın yaygın olduğu beldeye girmeyin” emrini vermiştir. Hz. Ebû Ubeyde b. El Cerrah radıyallahu anhu’nun; “Ey Mü’minlerin emiri!.. Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” sualini sorması üzerine şöyle demiştir: “Evet Allah’ın kaderinden, yine Allah’ın kaderine kaçıyorum.” (8) Tevekkül, vazifeleri Allah’a havale etmek değil, hâkimiyeti O’na tahsis etmektir.
Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy da pek çok şiirinde hem tevekkülün önemine hem de tevekkül ve çalışma birlikteliğine vurgu da bulunmuştur. Bunlardan birinde o;
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hilmete râm ol,
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”
diyerek hayırlı işler yapabilmek için çalışıp gayret etmeye ve derin bir kulluk şuuruyla Allah’a tevekkül etmeye işaret etmektedir.
Her insanın hayatında “olumsuzluk”, “terslik” gibi görünen birçok olay meydana gelir. Bunlar bir insanın tüm hayatını etkileyecek kadar şiddetli gibi görünen veya günlük hayat içinde karşılaşılan ufak tefek olaylar olabilir. Kur’an ahlakını yaşamayan insanlar, en küçüğünden en büyüğüne kadar nefislerinin hoşlanmadığı bu tür olaylarla karşılaştıklarında sıkıntı, endişe, mutsuzluk, gerginlik ve korku duyarlar. Oysa bu onların çok önemli bir gerçekten habersiz yaşamalarının sonucunda kendi kendilerine yaşattıkları bir zulümdür. Allah’a iman etmeyen veya iman ettiği halde Allah’ın bildirdiği gerçekleri görmezden gelerek yaşamayı tercih eden insanların daha dünyada aldıkları karşılık, hep böyle endişe, üzüntü ve kuruntu içinde yaşamak, birçok korkuya ve zayıflığa sahip olmaktır.
Gerçeği bilenler içinse, dünya hayatında korku, endişe veya mutsuzluk nedeni olabilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü iman edenler, her olayı Allah’ın kaderde yarattığını, her şeyin Allah katındaki Levh-i Mahfuz isimli kitapta bulunduğunu ve kendilerinin de diğer tüm insanlar gibi kaderin izleyicisi olduklarını bilirler.
Allah’ın yarattığı olayların kendileri için her zaman güzellikle sonuçlanacağını, Yüce Allah’ın salih kullarının kaderini en hikmetli ve kendileri için en hayırlı şekilde yarattığını asla unutmazlar.
Allah’ın tek güç sahibi olduğu gerçeğini bilen ve hakkıyla görebilen bir insan için zaten Allah’a teslim olarak tevekkül etmekten başka bir yol yoktur. Çünkü bir insanın karşılaştığı her olay, her insan, her konuşma, her ses, Allah’ın denetimi altındadır.
Allah’a tevekkül etmeyerek, her şeyi kendi güçlerinin ve kontrollerinin altında zannedenler ise, daima korku, hüzün, endişe ve karamsarlık içinde olurlar. Bu, bir filmi izleyen bir insanın sanki filmin sonunu değiştirebilecekmiş gibi heyecana ve paniğe kapılmasına benzer. Böyle bir korku nasıl son derece yersiz ve gereksiz ise, kaderini izleyen bir insanın da olaylar karşısında benzer hislere kapılması gereksiz ve yersizdir. Örneğin, suçsuz bir insana iftira atanlar Allah’ın kontrolünde varlıklardır. Allah, insanı denemek için bu olayları yaratır. Bunlara sabrettiği takdirde, Allah’ın rızasını, cennetini ve rahmetini kazanmayı uman mümin için üzülüp kederlenecek hiçbir neden olmaz. Ayrıca Allah, müminlere her zaman yardımını gönderir ve onlara işlerinde kolaylık sağlar. Bu, Allah’ın kesin bir vaadidir.
Tevekkülden uzak bir insanın kuruntuları, kuşkuları, endişeleri, korkuları bitmez. Her şey böyle bir insan için tehlike niteliğindedir. Her yerden, her insandan kendisine zarar gelebileceğine inanır. Şüpheci, huzursuz yani sağlıksız bir karakterle yaşar. Allah’a güvenmenin rahatlığından uzak kaldığı için kendi sıkıntılarıyla kavrulur. İmanlı insan ise her ne olursa olsun Allah’a güvenip dayandığı, O’nu dost bildiği için tevekkülün konforu altında son derece neşeli ve sağlıklı bir ruh haliyle yaşar. Böyle bir insanı sarsabilecek, üzebilecek, yıpratabilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü her şeyi Rabbimizin yarattığını bilir. Rabbimizin sonsuz gücüne dayanıp güvenmiştir. Bu sonsuz gücün desteğiyle hareket etmenin huzuru içerisinde yaşar. Allah dilemedikçe hiç kimsenin en ufak bir şey yapamayacağının bilinci hayatının temeli olur ve her anında kadere tabi olmanın konforunu yaşar.
Tevekkül ile tevakül (gevşeme, tedbiri almadan işi Allah’a havale etme) birbirine karıştırılmamalıdır. Birincisi emredilir ve yapanlar övülürken ikinci ise kınanmış; yapanların ise dünya ve ahirette iflah olmayacakları beyan edilmiştir. Tevekkül, dinî esaslardan biridir. Fakat o, hiçbir zaman başıboşluk, tedbirsizlik, tembellik ve miskinlik anlamına gelmez. Yüce Allah peygamberine dahi, işlerini sahabelerle görüşüp kendi şartları içinde tedbirlerini aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmesini istemiştir. Tevekkül, böyle anlaşıldığı takdirde hayatın zorluk ve sıkıntılarını aşmada insana büyük bir manevi destek olarak tezahür eder. Fakat maalesef kader kavramına olduğu gibi tevekkül kavramına da çeşitli sebeplerle zaman içerisinde yanlış anlamlar yüklenmiş, insanın sorumluluk bilincini körelten bir anlayışa dönüştürülmüştür.
Merhum Mehmet Akif, tevekkül kavramının bu şekilde asıl anlamından saptırılmasını şiddetle eleştirir. Bu anlamıyla tevekkülün Müslümanların hayatında nasıl bir felakete sebep olduğunu çarpıcı ifadelerle dile getirir:
‘’Allah’a dayandım! ‘’ diye sen çıkma yataktan…
Ma’na-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nadan!
Ecdadını, zannetme, asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şahid:
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücahid.
Alemde ‘’tevekkül’’ demek olsaydı ‘’atalet’’
Miras-ı diyanetle yaşar mıydı bu millet?
Yine merhum Mehmet Akif diğer bir şiirinde tevekkülün nasıl yanlış bir anlayışa kurban edildiğini şöyle ifade etmiştir:
O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi… doğrusu bu.
Talep nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
“Çalış!” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
İslam’ın başlangıç dönemlerinde tevekkül inancı, Müslümanları büyük başarılara sevk ederken, tevekkülün yanlış anlaşılması sonucu İslam ve Müslümanlar gerilemiş, Müslümanların boşalttığı alanlar küffar tarafından doldurulmuştur. Dünya ve ahirette kurtuluşun yolu Allah’a hakkıyla tevekkül edip gereklerini yerine getirmekten geçmektedir.
Tevekkül Edenin (Mütevekkil) Alametleri
1. Mütevekkil, anasının sinesinden başka sığınacak bir yer bilmeyen bebek gibidir, Rabbine giden yoldan başkasını bilmez.
2. Mütevekkil kimse harama asla iltifat etmez, ilahi yasaklara yanaşmaz. Abdullah b. Mübarek, “Haram olarak cebine bir kuruş atan kişi mütevekkil olamaz” demiştir.
3. Kişinin, malına, ticaretine, kuvvetine değil de Allah’a mütevekkil olmasının alameti, bütün çabasına rağmen malı zayi olduğunda, ticareti zarar ettiğinde veya işi çıkmaza girdiğinde duruma rıza göstermesi, gönül huzurunun bozulmaması ve tedirginliğe kapılmamasıdır.
4. Tevekkül sahibi, Allah’tan başka kimseden bir şey beklemez, ellerine geçeni tul-i emel besleyerek biriktirmez, muhtaçlara dağıtır ve Allah tarafından kendisine verileni reddetmez. Nitekim Sehl b. Abdullah’a göre, tevekkülün alameti üçtür: Kimseden bir şey istememek; verileni reddetmemek; ele geçeni biriktirmemek.
5. Mütevekkil kişi, bir tehlikeye karşı tedbir alırken de belli olur. Zararı kesin veya muhtemel olan tehlikeler vardır. Bunlara karşı tedbirli olmak tevekküle ters olmadığı gibi, Allah’ın emridir. Bir de zararı ne kesin, ne galip olmayıp sadece zan olan hususlar vardır ki, bunlara karşı tevekkül onlara karşı tedbiri terk etmektir. Mesela, bazı insanlar çok küçük bir ihtimal de olsa, uçaklar zaman zaman düştüğü, gemiler battığı için uçağa ve gemiye binemezler. Bu tevekküle ters bir durumdur.
6. Gerçek manada Allah’a tevekkül eden kişi, O’nun kendisi hakkındaki muamelesine razı olur.
7. Mütevekkil kimse, kendisindeki zararlı bir halin giderilmesi için çarelere başvurur, ama te’siri sebeplere vermez, Allah’tan bekler. Mesela hastalığa karşı tedavi olur. Fakat şifayı ilaçtan değil Allah’tan bilir.
8. Mütevekkil kişi, kalbiyle Allahu Teâlâ’ya bağlanır, bedeniyle ibadet ile meşguldür, Allah’ı her şeye bedel kafi görür, Allah tarafından bir şey verilirse şükreder, verilmezse sabreder.
9. Tevekkül sahibinin gözünde dünyalığın azalması ile çoğalması arasında fark yoktur. Ne varlıkla övünür, ne de yoklukla yerinir.
10. Hakiki mütevekkil, bulunduğu muhitte kendisinden daha muhtaç ve hak sahibi varsa zevk ve sefa içinde hayat geçirmez, imkânlarını onlarla paylaşır.
11. Tevekkül sahibi insan, ihtirastan uzaktır. Mütevekkil, kanaat sahibidir. Açgözlülük etmez. Bir neticenin elde edilmesinde üzerine düşeni yapar, neticenin gerçekleşmesi konusunda acele etmez.
12. Tevekkül sahibi kimse, gerek kendisinin, gerekse aile fertlerinin geçiminden endişeye kapılmaz. Allah’ın rızkı garanti ettiğine inanır. Görevi olan kulluğu yerine getirir, Rezzak olan Rabbinin vazifesine karışmaz.
Kulun, meşru bir gayeye ulaşabilmek için şu sebepler dünyasında üzerine düşeni yaptıktan sonra, sonucu Allah’tan beklemesi, O’ndan gelene razı olması anlamındaki “Tevekkül”ün İslam dininde çok önemli bir yeri vardır. Nitekim Kur’an’da her vesileyle bunun önemine dikkat çekilir. İman etmek, kesin bir sonuç olarak Allah’ı tek yetki sahibi bilmeyi, her şeyi O’nun elinde görmeyi gerektirir. Bu da tüm arzu ve ihtiyaçlarımızda doğrudan doğruya O’na müracaat etmeyi, koyduğu sebepleri ise O’nun rahmet ve rızık hazinesinin bir kapısı bilip öylece teşebbüste bulunmayı zorunlu kılar.
Kendisine hakkıyla tevekkül eden kullardan olmak duasıyla.
————————-
1. (Tirmizî, “Ķıyâme”, 60)
2. Yunus Sûresi: 71.
3. Hûd Sûresi: 56.
4. Yusuf Sûresi: 67.
5. Talak Sûresi: 2-3.
6. El-Vahidi, Esbabu’n-Nüzûl, Beyrut: ty. sh: 289-290.
7. Sünen-i Tirmizi, 1401 K. Kıyamet: 60.
8. İmam-ı Taberî, Tarihu’l-Umem ve’l-Mulûk, Kahire: 1357 c: 2 sh: 158.