Tarih Tekerrürden İbarettir

Serbest Köşe – Orhan Sağlam / 2024 Aralık / 145. Sayı

Değerli kardeşlerim tarih boyunca hak ile batıl arasında bir mücadele meydana gelmiş ve mücadelenin ana sebebi hakimiyet başlığı olmuştur. Hak yolcusu olan iman edenlerin birinci vazifeleri, Allah’ın hükümleri dışındaki hükmedenleri reddedip onları Allah’ın hükmüne davet etmek ve şeriat sistemi kurmak olmuştur. Aynı şekilde batıl yolcusu olan putperest ve müşriklerde kendi sistemlerini ve hükümlerini icra etmek için gereken neyse yapmaya çalışıp şeriatın gelmemesi için ellerinden geleni yapmışlardır. İşte bu ana sebepten dolayı Müslümanlar ile kafirler arasında hep bir iktidar döngüsü olmuştur. Bu hakikati Rabbimiz şu ayette açık bir şekilde bize bildirmektedir:

“Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. O günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz ki Allah gerçek müminleri ortaya çıkarsın ve uğrunda şehitleri olsun diye. Allah, zalimleri sevmez.” (Âl-i İmran, 140)

Bu iktidar döngüsü tarih boyunca imtihan gereği her kesimin safının belli olması açısından devam ede gelmiştir. An itibariyle günümüze baktığımızda şeriatın dışındaki diğer tağuti sistemler hâkim konumundalar ancak Müslümanlara alçakça ve kalleşçe gözleri dönmüş gibi saldırmaları ve çırpınmaları sonlarının yaklaştıklarının işaretidir. Allah’ a hamd olsun Müslümanlar tarihlerini kitaplarından çok iyi bildiklerinden dolayı başlarına gelenlere sabrediyor, yollarına devam ediyor ve ümitle dönüşüm gününü beklemektedirler. Buna Gazze ehli en iyi şekilde örneklik teşkil ediyorlar. Onların başına gelenler daha önceki bize örnek gösterilen kıssalardan daha hafif olmadı. Bize örnek verilen Ashabı Uhdud kıssasındaki iman edenlerin durumuna baktığımızda bu meseleyi daha iyi anlamış olacağız;

Suheyb (-i Rûmî) radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Sizden önceki ümmetler içinde bir padişah, bir de onun sihirbazı vardı. Bu sihirbaz yaşlanınca, padişaha: – “Ben yaşlandım, bana genç birini göndersen de ona sihirbazlığı öğretsem” dedi.

Padişah da ona bir genç gönderdi. Gencin yolu üzerinde bir rahip bulunmaktaydı. Genç ona uğradı, yanında oturdu, konuşmalarını dinledi ve beğendi. Sihirbaza her gittiğinde rahibe uğrar ve yanında bir süre kalırdı. Sihirbaz ona “Niçin geç kaldın?” diye kızar ve döverdi. Delikanlı bu durumu rahibe şikâyet etti. O da şöyle dedi:

Sihirbazdan korktuğunda, “Evdekiler alıkoydular” de; ailenden çekindiğinde de “Sihirbaz alıkoydu” de. Genç, durumu böylece idare edip giderken, bir gün yolda insanların gelip geçmesine engel olan büyük ve yırtıcı bir hayvana rastladı ve kendi kendine “Sihirbazın mı yoksa rahibin mi daha üstün olduğunu işte şimdi öğreneceğim” diyerek bir taş aldı ve “Ey Allah’ım, rahibin yaptıklarını sihirbazın yaptıklarından daha çok seviyorsan, şu hayvanı öldür ki insanlar yollarına devam etsinler” dedi ve taşı hayvana doğru fırlatıp onu öldürdü. Halk da geçip gitti. Daha sonra delikanlı rahibe gelip olayı anlattı. Râhip ona: – Delikanlı! Şimdi artık sen benden daha üstünsün. Zira, sen bu gördüğüm mertebeye erişmişsin. Öyle sanıyorum ki, sen yakında bir belâya uğratılacaksın. Böyle bir şey olursa, sakın benim bulunduğum yeri kimseye gösterme! dedi.

Delikanlı, körleri, alaca hastalığına tutulmuş olanları kurtarır ve diğer hastalıkları da tedavi ederdi. Padişahın o sıralarda kör olmuş bir yakını bunu duydu. Değerli hediyelerle birlikte delikanlıya gitti ve: – Eğer beni tedavi edersen, bütün bunlar senin olacak dedi. Delikanlı: – Ben kendiliğimden kimseye şifâ veremem. Şifayı ancak Allah Teâlâ verir. Eğer sen Yüce Allah’a inanırsan, ben ona dua ederim, O’da (dilerse) sana şifa verir, dedi.

Adam iman etti. Allah Teâlâ da ona şifa verdi. Adam eskiden olduğu gibi padişahın yanına gelip meclisteki yerini aldı.

Padişah:

– Senin gözünü kim iyi etti? diye sordu. O da:

– Rabbim, dedi.

Bu defa Padişah:

– Senin benden başka rabbin mi var? diye gürledi.

Adam:

– Benim de senin de rabbin Allah Teâlâ’dır, dedi.

Bunun üzerine sinirlenen padişah adamı tutuklattı ve gencin yerini gösterinceye kadar ona işkence ettirdi. Sonuçta adam gencin yerini söyledi. Delikanlı getirildi. Padişah ona:

– Delikanlı, demek senin sihirbazlığın körleri ve alacaları iyi edecek dereceye ulaşmış. Duydum ki sen epeyce işler yapıyormuşsun, öyle mi? diye sordu.

Delikanlı:

– Hayır, ben kimseye şifa veremem. Şifa veren Allah Teâlâ’dır dedi.

Padişah delikanlıyı tutuklattı ve rahibin yerini gösterinceye kadar ona işkence ettirdi. Neticede rahip getirildi ve kendisine “dininden dön!” denildi. Rahip bu teklife   yanaşmadı. Bunun üzerine padişah bir testere getirtip başının tam ortasından rahibi ikiye biçtirdi. Rahibin parçalarının her biri bir yana düştü. Sonra Padişahın adamı getirildi ona da “Dininden dön!” denildi. Ancak o da kabul etmedi. Padişah onu da parçalarının her biri bir tarafa düşünceye kadar testere ile başının ortasından ikiye biçtirdi. Daha sonra delikanlı getirildi ve “Dininden dön (yoksa öleceksin)” diye tehdit edildi, fakat delikanlı direndi. Padişah delikanlıyı adamlarından bir gruba teslim etti ve onlara şu tâlimatı verdi: – Bunu şu dağın tepesine çıkarın, dininden dönerse ne âlâ, değilse, aşağıya yuvarlayın gitsin. Delikanlıyı götürdüler, dağın tepesine çıkardılar.

Delikanlı: “Allah’ım, beni bunların elinden nasıl dilersen öylece kurtar!” diye dua etti. Bunun üzerine dağ sarsıldı ve onlar aşağı yuvarlandılar. Delikanlı sapasağlam yürüyerek padişahın yanına döndü. Padişah ona:

– Yanındakiler ne oldu? dedi.

Delikanlı da:

– Allah beni onların elinden kurtardı, dedi. Bunun üzerine padişah, delikanlıyı adamlarından bir başka gruba teslim etti ve:– Bunu Kurkur denilen bir gemiye bindirip denizin ortasına götürün. Dininden dönerse ne âlâ, değilse, denize atın gitsin, dedi.

Delikanlıyı alıp götürdüler. O: “Allah’ım, beni bunların elinden dilediğin şekilde kurtar!” diye dua etti. Gemi içindekilerle beraber alabora oldu, hepsi boğuldu. Delikanlı sağ sâlim padişahın yanına döndü. Padişah onu görünce: – Yanındakiler ne oldu? diye sordu. Delikanlı da: – Allah beni onların elinden kurtardı, dedi ve ilâve etti: – Benim sana söyleyeceklerimi yapmadıkça beni öldüremezsin. Padişah: – Neymiş onlar? dedi. Delikanlı: – Halkı geniş bir meydanda topla. Beni de bir hurma kütüğüne bağla. Oktanlığımdan bir ok al, yayın tam ortasına koy. Sonra da “Delikanlının rabbinin adıyla de ve at. İşte ancak bunu yaparsan beni öldürebilirsin” dedi. Padişah halkı geniş bir meydanda topladı. Delikanlıyı hurma kütüğüne bağladı. Sonra delikanlının sadağından bir ok aldı, yayına yerleştirdi. “Delikanlının rabbi olan Allah adıyla” deyip oku fırlattı. Ok, delikanlının şakağına isabet etti. Delikanlı elini şakağına koydu ve oracıkta öldü. Bunun üzerine halk: – Biz, delikanlının rabbine iman ettik, dediler. Daha sonra durumu padişaha ileterek: – Gördün mü çekindiğin şey nihâyet başına geldi; halk iman etti, dediler. Bunun üzerine padişah, sokak başlarına büyük hendekler kazılmasını emretti. Hendekler ateşle doldurulmuştu. Padişah: – Bu yeni dinden dönmeyen herkesi, zorla ateşe atın, (yahut “onları ateşe girmeye zorlayın”) dedi. Emri yerine getirdiler. En sonunda kucağında çocuğu ile bir kadın geldi, bir ara ateşe girmemek ister gibi yaptı, sendeledi. Çocuk:

– “Anneciğim, sık dişini, sabret, çünkü sen hak din üzeresin!” de (mek suretiyle annesini cesaretlendir) di.  

Hadisimiz, Burûc sûresinde anlatılan olaydan bir sahneyi canlandırmaktadır. Orada şöyle buyurulmaktadır:

“Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inanmış kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın. Bu inkârcıların, inananlara kızmaları, onların sadece göklerin ve yerin hükümranlığına sahip, güçlü ve övülmeye lâyık olan Allah’a inanmış olmalarındandır. Allah her şeye şâhiddir. Ama inanmış erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara cehennem azabı vardır. Yakıcı azab da onlaradır. İnanıp yararlı işler işleyenlere, onlara, içlerinden ırmaklar akan cennetler vardır. Bu, büyük kurtuluştur” (Burûc sûresi, 4-11).   

Burçlar anlamına gelen Burûc sûresi Mekke müşriklerinin özellikle de fakir ve kimsesiz müminlere yaptıkları zulümlerin arttığı dönemde Mekke’de nüzul olmuştur.       

Sûre Mekke döneminde ve ondan sonra ki dönemlerde işkence vb. sıkıntılarla karşı karşıya kalan tevhid ehli için teselli kaynağı olmuştur.

Sûre de geçmiş asırlarda tevhid dininde olanlara yapılan zulümler örnek verilerek “Mümin erkeklere ve mümin kadınlara işkence edip de sonra tövbe etmeyen kimseler için Cehennem azabı ile beraber başka bir yakıcı azap daha beklemektedir” ikazı yapılır. Şüphesiz sadece Mekke müşriklerine değil, kıyamete kadar olan tüm zamanlardaki müminlere ve zalimlere seslenmektedir.

Sûre burçlarla dolu gökyüzüne, vaad edilen güne, şahitlik edecek peygambere ve ümmetine yemin ile başlar. Akabindeki ayette Uhdud Ashabının kıssası zikredilerek lanet edilir.

Lanet Olsun Uhdud Ashabına!

Uhdud ‘’Uzun ve derin hendek’’ anlamına gelir. Ayette ifade edildiğine göre bunlar hendek kazıp ateş yakarak müminleri içine atar ve karşısına geçip onların yanışını seyrederlerdi. Bu zulmün nedeni sûrede şöyle açıklanır:

“O müminlerden intikam almalarının sebebi onların kudreti her şeye galip olan ve her türlü övgüye layık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka bir şey değildi.’’ (8. ayet)

Sûrenin devamında zalimleri ikazlar ard arda sıralanır:

“Rabbinin zalimleri yakalayışı pek şiddetlidir. İlk önce yaratan ve sonra dirilten O’dur… Orduların haberi sana geldi mi? Onlar Firavun ile Semud Kavminin ordularıydı. O kafirler hala yalanlayıp duruyorlar. Halbuki Allah onları arkalarından kuşatıcıdır.” (12-20. ayetler)

Bu hadise Tevrat, Zebur ve İncil’de, ayrıca hadisi şeriflerde ve tarih kayıtlarında geçmektedir. Ashab-ı Uhdud kıssası Hz. Suheyb-i Rûmî’den (ra) rivâyet edilen hadiste adeta bir filmin senaryosu gibi ince detaylarına varıncaya kadar anlatılır. Zaten Kur’an ve hadislerdeki kıssalar derin hakikatlerin kavranmasında kolaylık sağlar. İnsanları ibret, teselli, dua, tevekkül, ümit, sabır gibi müsbet duygulara yönlendirir. Ashab-ı Uhdud da bu kıssalardan biridir.

Hülasa;

Bugün Gazze’de, Doğu Türkistan’da, Suriye vb. birçok yerde sadece iman etmelerinden dolayı yaşadıkları sıkıntılar Burûc sûresinde geçen iman ehlinden farksız değildir. “Tarih tekerrürden ibarettir” denir ya. Her asırda zalim de mazlum da kıyamete kadar devam edecektir. Zulmün sorumlularını ve (dolaylı ya da aleni verdikleri onay ile) destekçilerini Burûc sûresinde ifade edildiği üzere Allah’ın laneti ile lanetliyoruz! Gökyüzündeki burçlar üzerine yemin eden Rabbimizin kudreti her şeyi kuşatır. O, zalim Firavun ve Semud ordularının ‘Güya demir kubbe hava savunma sistemlerini-füzelerini’ ansızın etkisiz hale getirmekten (haşa) aciz değildir. Amma velakin Rabbimiz zalimleri ve zulümlerini ortadan kaldırma vazifesini cihat emriyle iman edenlere vermiştir, dolayısıyla iman edenler genel manada cihat emriyle amel etmeye başladıklarında elbette ki bu zulümler bitecek ve izzetli günler gelecektir. Diğer bir sebebi, zulmünden dolayı ahirette onlara ateşten, cehennemden başka bir şey bırakmak istememesi ve iman edenlerinde gördükleri sıkıntılardan ötürü ebedi saadet olan cennet yurduna koymak istemesidir. Müslümanların istisnalar olmakla beraber takribi beş yüz senelik uykusunun mahmurluğu pek derin olduğundan bu çetin imtihan devam etmektedir. Bu imtihan her ne kadar zorlu olsa da elbette ki birgün bitecek ve Allah nurunu tamamlayacaktır. Bunda hiç şüphemiz yoktur. Çünkü Rabbimiz vadinden dönmez. An itibariyle küfür kuduz köpekler gibi iplerini koparıp alçakça ve basiretsizce iman edenlere saldırmasıyla sonunu hızlandırmaktadır. Çünkü bu saldırganlığı birilerini kendilerinden uzaklaştırmakla beraber birçok kişinin de iman etmesine sebep olmaktadır. Küfür ehli, bütün şartları göz önüne alarak iman edenlere karşı ciddi manada seferber olmuşlardır. Bizlere düşen bunun farkında olup gereken maddi, manevi olarak hazırlıklı olup, ‘artık uyanma zamanıdır’ kaidesiyle hareket etmektir. Rabbimize duamız “Bizleri dininin ve iman edenlerin hizmetkarlarından kılıp rahmetiyle kuşatıp ğafilleren eylememesidir.”