Müminlere Nidalar – Muhammed Sadık Türkmen / 2022 Haziran / 115. Sayı
“Ey iman edenler! Size açıklandığı zaman sizi üzecek şeylerden sormayın. Eğer onlardan Kur’an indirildiği zaman sorarsanız, size açıklanır. Allah sorduklarınızdan dolayı sizi affetmiştir. Allah çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır. Sizden önce de bir kavim bunları sormuştu da sonra onları inkâr eden kimseler olmuşlardı.”
(Maide, 101-102)
Soru sormak ilmi öğrenmenin anahtarıdır. Alınan cevaplar insanın bilgisini arttırdığı gibi hayata bakışını da etkisi altına alır. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren ölünceye kadar soru sorma bizimle beraber devam eder ve hayatımızın bize gizemli görünen noktalarını bize açar.
Soru sorma zaruri olduğu gibi doğru soruyu sormak da zaruridir. Çünkü doğru soru müşkülatı çözerken yanlış veya gereksiz soru hem meclisi gerginleştirir hem de soru soranlara külfet yükler. Tıpkı okulda öğretmene sopa getiren öğrencinin ilk dayağı kendisinin yemesi gibi aslında zaruri olmayan sorular insanlara yük olmaktan başka bir şey getirmez.
Ayeti kerimede daha önceki milletlerin gereksiz sorular sorduklarını ve bu sebeple hüsrana uğradıklarını, küfre düşürecek durumlara maruz kaldıklarını beyan etmiştir. Bunun örneği İsrailoğullarında meydana gelmiş ve Kur’an-ı Kerim onların bu hallerini değişik hadislerle gözler önüne sermiştir. Aslında bu milletin karakterlerinin bozukluğuna dikkat çekilmiş olunmakla birlikte Müslümanların bu kıssalardan ibret alınması da istenmiştir:
İsrailoğullarında bir adamın öldürülmesi ve onun kafiliğinin bilinmemesi meselesi büyük gündem oluşturmuştu. Kafilin bulunması için Hz. Musa aleyhisselam’a başvurmuşlardı. Allahu Teâlâ, peygamberlerine, halkın bir inek kesmesini ve kesilen ineğin bir parçasını maktulün bedenine sürmelerini emretti. Asıl sorunun halledilmesi bu kadar yakın iken ve İsrailoğulları bunu herhangi bir ineği kesmek suretiyle halledebilecekken ineğin yaşı, rengi ve vasıfları gibi kendilerine yaramayacak sorularla peygamberlerini yormaya kalktılar. Peygamberleri kendilerini ne kadar uyardıysa da onlar bu gereksiz soruları ardı ardına sıraladılar. Allahu Teâlâ kendisine zorlaştırmayı adet haline getiren bu milleti peygamberlerine gönderdiği vahiy ile, neredeyse bulamayacakları bir ineğin vasfını yaparak zorluk sahasına sürdü. En sonunda uzun uğraşlar neticesinde bu inek normal fiyatının çok üstüne ücret verilerek alındı. Neredeyse ineği bulamayacaklardı.
Yine İsrailoğulları toprakları ve nesilleri esaret altında iken zamanın peygamberine kendilerine bir komutan tayin etmesini istiyorlar. Peygamber kendilerine Talut isimli komutanı tayin edince onlar Talut’un çok malı olmadığını, dolayısıyla varlıklı birini komutan tayin etmesini istediler. Oysa Talut komutanlığın genel şartı olan ilim ve fiziki güce sahipti. Çok önemli bir meseleden dolayı komutan talep eden bir milletin böylesi bir talepte bulunması gerçekten çok hazindir.
Kur’an-ı Kerim belki de soru sormanın en kötü neticelerini bize daha önceki peygamberlere soru soran, onlardan mucizeler isteyen ve bu mucizeler geldiğinde onları sihir ve kehanet vasfıyla tanımlayıp inkâr eden kavimlerin helakında göstermiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında da müşrikler kendisinden pek çok defa mucize istemiş ve bu mucizeler gerçekleşince inkâr etmişlerdir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kavminin de daha önceki kavimler gibi helak olmasından korktuğu için daha sonraları onların mucize taleplerini yerine getirmemiştir.
Gereksiz soru sormak geçmiş ümmetlerin helakına varacak kadar ağır neticeler getirmişken günümüz Müslümanları da bu durumdan sakınmalıdırlar. Çünkü faydasız soruların ağır neticeleri sadece geçmiş ümmetlerle sınırlı kalmaz, bu fiili yapan tüm toplumları içine alır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında yaşanmış bazı hadiseler bu meselenin ne kadar önemli olduğu bize hatırlatmaktadır:
Enes radıyallahu anh’dan rivayet edilen bir hadisi şerifte Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin ederim ki bu makamda durduğum sürece, bana sorduğunuz her sorunun cevabını veririm.” Bunun üzerine bir adam ayağa kalkarak şöyle dedi: “Benim gidip göreceğim yer neresidir ey Allah’ın Rasûlü?
– Cehennem, karşılığını verdi. Ardından Abdullah b. Huzafe ayağa kalktı ve:
– Benim babam kim ey Allah’ın Rasûlü?
– Baban huzafedir, cevabını verdi. Abdullah b. Abdulberr’in anlattığına göre Abdullah b. Huzafe ilk Müslümanlardandı. Habeşistan’a yapılan ikinci hicrette oraya göç etmiş ve Bedir Savaşı’na da katılmıştı. Biraz şakacıydı. Allah Rasûlü, Kisra’ya yazdığı mektubu onunla göndermişti.
Abdullah b. Huzafe’nin sorusuna Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem cevap verdiğinde Abdullah’ın annesi şöyle demişti “Senden daha itaatsiz bir oğul görmedim. Sen, cahiliye kadınlarının yaptığı gibi annenin de başka erkeklerle bir arada olmadığından emin miydin ki anneni halkın gözünde rezil ediyorsun?” diye çıkıştı. Karşılık olarak Abdullah “Allah’a yemin ederim ki eğer o benim bir siyah kölenin oğlu olduğumu söyleseydi gider onun babalığını kabul ederdim” dedi.
Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre hazreti peygamberin: “Ey insanlar! Hac size farz kılındı!” buyurması üzerine bir sahabi ayağa kalkarak “Her yıl mı ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem adamı duymazdan geldi. Sonra aynı kişi peygambere dönerek “Her yıl mı? Ey Allah’ın Rasûlü!” diye tekrarladı. Peygamber bu defa: “Soran kim?” dedi. Falan kimse diye cevapladılar. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki eğer ‘Evet’ deseydim farz olacaktı. Eğer farz olsaydı, güç yetiremeyecektiniz. Güç yetiremeyince de küfre düşmüş olacaktınız.” Bunun üzerine Yüce Allah “Ey İman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın.” ayetini indirdi.
Müfessirlerin Ayet ile İlgili Görüşleri
Fahreddin er-Razi rahimehullah şöyle der: “Bilesin ki! Bazı şeyleri sormak ortaya çıkması hoş olmayan gizli şeylerin ortaya çıkmasına vesile olduğu gibi bu sorular vesilesi ile zor bazı sorumlulukların yüklenmesine de sebep olabilir. Akıllı olan kişinin yapacağı şey mükellef olmadığı konularda sükût etmektir. Babasının kim olduğunu soran kişiyi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem başka birine nispet etseydi o soru soranın utancı nasıl olurdu, haccın her sene mi olacağını soran kişi belki Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in kendileri hakkında “Müslümanlar içinde diğer Müslümanlara karşı cürmü en büyük olan kişi, bir helalin haram kılınmasına vesile olan kişidir.” sözüne muhatap olabilirdi. Çünkü haccın her sene farz olacağı şeklinde bir cevap verilmesinin önünde bir engel yoktu.
Ubeyd b. Umeyr rahimehullah şöyle demiştir: “Allah helal de kılar haram da kılar. Helal kıldığını helal kabul edin, haram kıldığından da kaçının. Allahu Teâlâ bu ikisi arasında bazı şeyleri helal ve haram kılmayarak serbest bırakmıştır. Bu da Allahu Teâlâ’nın affıdır.” Ardından da bu ayeti okumuştur.
Ebu Salebe el-Huşeni rahimehullah şöyle demiştir: “Allah bazı şeyleri farz kılmıştır; sakın ola ki onları zayi etmeyesiniz. Bazı şeyleri yasaklamıştır, sakın ola ki onları çiğnemeyesiniz. Bazı hadler koymuştur; onları da aşmayasınız. Unutma durumu söz konusu olmaksızın bazı şeyleri affetmiştir, onları da araştırmayasınız.”
Muhammed Ratıb en- Nablusi der ki: “Eğer onlardan Kur’an indirildiği zaman sorsanız, size açıklanır.” Çünkü Allah azze ve celle Hakimdir. Eğer hikmeti bir şeyi haram kılmayı gerektirirse o şeyi haram kılar ve iş biter. Eğer helal kılmayı gerektirirse helal kılar ve iş biter. Ancak Kur’an-ı Kerim’in şer’i hükmü arz etmesinden önce soru sorma ki İsrailoğullarının yaptığı gibi sıkıntı vermeyesin, sıkıntıya uğramayasın ve sorduğun soru sana zorluk getirmesin. Allah azze ve celle bir hüküm indirince konuyu neticeye bağlar. Evlat edinmeyi haram kılınca mesele hallolmuştu. Bu konudaki ayet öğrenmek için soru sorma yolunu kapatmıştır. Ancak “Sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki; o ikisinde büyük günah vardır. İnsanlar için (bazı dünyevi) faydaları da vardır… Ve yine sana ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaçtan artanı…” (Bakara 219), “Sana hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar insanlar ve hac için vakit ölçüleridir.” (Bakara, 189), “Sana kadınların ay halinden soruyorlar. De ki: ‘O eziyettir. Ay halindeyken kadınlardan uzak durun.” (Bakara, 222) ayetlerinde olduğu gibi öğrenmek için, anlamak için, ilim amacıyla soru soran herkesin yanında soru soran saygı görür. O zaman her âlimin soru sorana tevazu ve tam bir edep ile cevap vermesi gerekir. Çünkü soru soran kişi ilim talep ediyordur. Mücahid rahimehullah’ın dediği gibi: “İki insan öğrenemez; bunlar kibirli ve utangaç kişilerdir. Utangaç ilim öğrenemez, müstekbir ilim öğrenemez.”
Şehid Seyyid Kutub rahimehullah şöyle der:
İslam’da bilgi ancak pratik bir ihtiyacı karşılamak üzere gerçek ihtiyaç sınırları içinde aranır. Gayb ve ötesi konularda insan gücü, aydınlatmak ve ortaya çıkarmak gibi çabalardan alıkonulur. Çünkü bunların bilinmesi, insan hayatında gerçek bir ihtiyaca karşılık vermez. İnsan kalbinin, her şeyi bilen Allah’ın tanıttığı kadarıyla gayba inanması yeterlidir. Bu konuda sınır aşıldığı zaman hiçbir yere varılmaz. Çünkü insana, Allah’ın açıkladığı sınırların dışında, gaybın iç yüzünü kavrama gücü verilmemiştir. Bu konunun araştırılması boşa giden bir çabadan ibarettir. Dahası bu, insanı derin bir çıkmaza götüren, rehbersiz bir çöl yürüyüşüdür.
Şeriat hükümleri ise bunları gerektiren problemler bir ihtiyaç olarak ortaya çıktığında sorulur ve istenir. İslam’ın metodu da budur.
Uzun Mekke dönemi boyunca bazı işler ile ilgili emir ve yasaklar belirtilmiş ise de pratik uygulamalarla ilgili herhangi bir hüküm indirilmemiştir. Cezalar, ta’zirler, kefaretler gibi uygulamalı hükümler, bunların uygulamasını üstlenen Medine devletinin kuruluşundan sonra gönderilmeye başlanmıştır.
İlk Müslümanlar bu metod ve anlayışı kavramıştı. Onlar, fiilen pratik hayatlarında karşılaşmadıkları bir mesele ortaya çıkmadan fetva vermiyorlar, temel prensibin dışına çıkmıyorlar, belirtilen hükmü aşmıyorlardı. Böylece sorunun ve ilgili cevabın önemini ilahi eğitim metoduyla birlikte tutarlılık ve paralel olmasını sağlamış oluyorlardı …