Kapak Dosya – Mustafa Tatlı / 2013 Mart / 4. Sayı
Oryantalizmin amaçlarına, ilgilendiği konulara veya oryantalist olarak nitelenen şahısların ait olduğu topraklara göre birkaç farklı tanım yapılabilir. Kelime olarak Doğu Bilimi veya Doğu Dünyası Bilimi ya da Şark Bilimi anlamına gelen oryantalizm; genel anlamıyla, bir bütün olarak Doğu’nun dili, dini, edebiyatı, tarihi, folkloru ve uygarlığını inceleme işine oryantalizm, bu alanda çalışma yapan, uzmanlaşan bilim adamlarına da oryantalist denir. Arapçada ise istişrak, bu işle meşgul olana müsteşrik deniyor.(1)
Din unsuru açısından bakıldığında oryantalizm, Hristiyanların İslam dünyasını çeşitli nedenlerle araştırmasıdır. Ama bu tanımla sınırlamak mümkün değildir. Hemen belirtelim ki bu sahada otorite sayılan Edward Said’e göre oryantalizm, Doğu’yu araştırma, öğretme, yazıya dökmedir.(2) Sonuç olarak genel kullanım “din ve batı-doğu” esasına göre yapılmaktadır. Orientalist kelimesi ilk olarak 1779’da İngiltere’de, 1799’da ise Fransa’da kullanılmaya başlanmış, 1838 yılında Fransız Dil Akademisi’nin sözlüğüne girmiştir.(3)
Oryantalizm çalışmalarının ne zaman başladığı oryantalizm araştırmacıları tarafından net olarak cevaplanamamıştır. Bazı yazarlar, İslam’ı Hristiyanlığın sapık bir kolu olarak gören Şamlı John’u ilk oryantalist; onun, İslam’ı Hristiyanlara tanıtan ve ondan sakındıran kitabını ilk oryantalisttik eser olarak görürler. Kimi araştırmacılara göre ise oryantalizm, İspanya’da Kur’an’ın ilk defa Latinceye tercüme edilmesi veya 1312’de toplanan Viyana konsülü ile başlamaktadır.
Oryantalizmin tarihi seyri içinde genel olarak üç bölgede etkileşimin olduğu görülmektedir: Şam bölgesi, Endülüs toprakları ve Kuzey Afrika-Sicilya ticaret köprüsü. Bu üç bölgedeki ilişkiler sonucunda İslam’ı Hristiyanlığın sapık bir kolu, Hristiyanlığı bozmaya çalışan ve zorbalıkla yayan bir din olarak algılamışlardır. Bu yargıyı oluştururken Hristiyan rahiplerin ve araştırmacıların tutumlarının korunma amaçlı olduğu anlaşılmaktadır. İslam’ın Hristiyanlıkla ilk karşılaşmasından geçen yaklaşık yedi asra rağmen ondokuzuncu ve yirminci asırda oryantalistlerin hala bu kanıda olmaları şaşırtıcıdır.
Çağımızda, söz konusu ettiğimiz oryantalizmin şekillenmesi ondokuzuncu ve yirminci asırda meydana geldiği gözlemlenmektedir. Bu zaman diliminde oryantalistler arasında farklı çizgilerde olanlar çıkmıştır:
1-Batının doğu üzerindeki üstünlüğünü ortaya koyarak doğu kültürünün Helenizm sonucu oluştuğunu ispatlamaya çalışan ve bunun doğal neticesi olarak da kendi emperyalist amaçlarına hizmet etmeyi amaçlayan oryantalistler.
2-İlmi araştırma yapmak ve İslam’ı tanımak isteyen batılılara, bu dini tanıtmak gayesiyle yola koyulan ve konulara eleştirisel yaklaştıklarını ifade eden oryantalistler.
3-İslam ile ilgili araştırmalarında genelde objektif kalmaya gayret eden ve ilmi ölçülere riayet etmeye çalışan oryantalistler.(4)
İlk kısımdaki oryantalistler, sömürgeci devletlerin siyasi veya askeri hâkimiyet kurmak istedikleri oldukça zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarına sahip Doğu ülkelerinin manevi değerlerini incelemeye ağırlık vermişlerdir. Bu, bir bakıma oryantalist çalışmaların köklü bir gaye ve hedef değişikliği ile sömürgeciliğin emrine girmesinden başka bir şey değildir. Bu çalışmalar sonucu İslam ülkelerinde dini kültür yozlaşması, manevi değerlere sırt çevirme, az da olsa dinsizlik, manevi değerlerin zayıflaması ve kendi değerlerine yabancılaşma meydana gelmiştir. Ve bu sömürgeci ülkelerin bazı üniversitelerinde yıllar öncesine uzanan birer oryantalizm bölümü vardır. Ayrıca bu devletlerin dışişleri bakanlığına ve sömürge işlerini yürüten kuruluşa bağlı Doğu ülkeleri birimi mevcuttur. Bunların tesadüfle açıklanması mümkün değildir. Bu da oryantalistlere sömürgeciliğin keşif yolu diyen Edward Said’i haklı çıkarmaktadır.(5) Yoksa bunca gayret sırf ilim aşkına gösterildiği ve başka gayesi olmadığını söylemek taraf tutmak değilse şaşılacak derecede bir saflıktır. Tanınmış Fransız oryantalist Louis Massignon’un ilim çevrelerinde meşhur bir sözü vardır: “ Onların her şeyini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi veya intihara olgun hale geldiler.”(6)
Bizim yazımızda daha çok üzerinde durmak istediğimiz ikinci kısmı oluşturan oryantalistlerdir. Oryantalist çalışmalar ilk zamanlar dil incelemeleri olarak ortaya çıkmıştır. Tanımda da belirttiğimiz gibi sadece İslami ülkeler değil doğudaki tüm ülkeler bu incelemelerde yer almaktaydılar. Dil incelemelerindeki kavram diğer dinlerle karşılaştırılınca, ilgili kavramın nereden ortaya çıktığı sorusuyla İslam’ın temel kaynakları sorgulanmaya başlandı. Başlangıçta kendilerini araştırma yapmak için gelmiş devlet görevlisi olarak takdim eden oryantalistler, daha sonra çalışmalarını yalnız akademik gayeyle yaptıklarını ileri sürmüşlerdir. Ancak oryantalistler tarafından her ne kadar ilmi gayeler ön plana çıkarılmaya çalışılsa da önde gelen bazı oryantalistlerde devlet görevi, ilim adamlığı ve misyonerlik faaliyetlerinin birbirlerini tamamlayan parçalar olarak iç içe girdikleri görülmektedir.
İlmi kriterlere göre hareket ettiğini iddia eden oryantalistlerin temel hedeflerini açıklamamız yerinde olacaktır. Oryantalistlerin hemen hepsi Hz. Peygamber’in Allah tarafından vahiy indirilen bir peygamber olduğunu inkâr ederler. Vahyin gelişinden bahseden hadisleri gelişi güzel açıklarlar. Bazıları vahyin geldiği esnadaki durumu sara nöbeti olarak görmüş, bazıları vahyin onun zihnini dolduran hayal ürünü olduğunu söylemiş, bazısı da vahyin geldiği anda geçirdiği şiddetli hali ruh hastalığı ile açıklamaya kalkışmıştır. Oryantalistler Kur’an’ın Allah tarafından indirilmiş bir kitap olduğunu da inkâr ederler. Kur’an’da geçmiş ümmetlere ait kıssalarla karşılaşınca, Mekke müşrikleri gibi bu bilgileri kendisine haber veren kimselerden aldığını iddia ederler. Yine Kur’an’da ancak bu asırda anlaşılan olayları da bunların Hz. Peygamber’in zekâ eseri olduğunu söyleyerek öncekinden de garip bir tutum içine girmiş olurlar. Oryantalistlere göre İslamiyet, Yahudilik ve Hristiyanlıktan derleme bir dindir. Bu iddialarının hiçbir delili yoktur. Yahudi asıllı oryantalistler bunu ısrarla vurgularlar. Ahlaki bir takım unsurları içerisinde barındıran Hristiyanlığın bu konudaki görüşleri biraz daha ılımlıdır.
Hadisler arasına sokulmuş uydurma sözleri vesile yapan oryantalistler, bunları kullanarak gerçekten Hz. Peygamber’e ait sahih hadisler üzerinde şüphe uyandırmaya çalışırlar. Bunu yaparken İslam âlimlerinin son derece sağlam arama ve tespit kaidelerine dayanarak sahih hadislerin sahih olmayanlardan ayırt etme gayretlerini görmezden gelirler. Hâlbuki kendi mukaddes kitaplarının tespitine yarayacak, Müslümanların tespit ettikleri metot ve kaidelerin yüzde biri bile yoktur. Oryantalistlerin hadisler üzerinde şüphe uyandırırken uydurma hadislere dayanmalarının sebebi, İslam âlimlerinin dini konuları açıklamada esas aldıkları sahih hadislerde akıllara durgunluk veren fikir ve hukuk servetinin bulunduğunu görmeleridir. Tabii bunları görmek işlerine gelmez. Kaldı ki, Hz. Peygamber’in peygamber olduğuna inanmadıkları için bu muazzam ilmi servetin bütünüyle Hz. Peygamber gibi ümmi bir kimseden sadır olduğunu akılları bir türlü almaz. Dolayısıyla hadislerin, Hz. Peygamber’in vefatının ardından gelen üç asır içinde Müslümanların yaptıkları işler olduğunu ileri sürerler. Kabul edilmeli ki bu iddiaların sebebi her şeyden önce Hz. Peygamber’in peygamberliğini kabul etmemeleridir.(7)
Yukarıda zikrettiğimiz görüşün sahibi aslen Macar Yahudisi olan Ignaz Goldziher(1850-1921)’dir. Ona göre hadisler, İslam dininin siyasi, ictimai ve tarihi gelişimi sonucu ilk iki asırda doğmuştur. Ona göre her görüş ve muhalifleri, “her rey ve hevâ, her sünnet ve bidat” ifadesini hadislerde bulmuştur. Sünnetin hukuki bir kaynak olarak otoritesini zaman içinde arttırdığı fikri de onda bulunmaktadır. Goldziher’in çizdiği tablo hadis uydurmacılığının çok yoğun olduğu bir toplumdur. Öyle ki her grup ya kendi görüşünü destekleyecek birtakım hadisler uydurmuş veya mevcut hadislere kendi fikirleri doğrultusunda bir takım ilaveler yapmış veyahut da muhaliflerin hadislerini sansürlemişlerdir. Ayrıca Goldziher İslam hukuk sisteminin Roma hukukundan yararlandığını iddia eder.
Oryantalistlerin en büyük özelliklerinden biri de, herhangi bir oryantalistin başlattığı çalışmayı bir diğerinin geliştirerek devam ettirmesidir. İslam literatürü ve hadisleri değerlendirmede Goldziher çizgisini devam ettiren birçok oryantalistten biri de Joseph Schact (1902-1969)’tır. Schact’a göre hadislerin İslam hukukunda geçerli bir kaynak olması ve rey karşında üstün bir otorite kazanması ancak İmam Şafiî (150–204) ile başlamıştır ve bu otoritenin kabul edilmesi ile de sonraki elli yıllık zaman diliminde yoğun bir merfu hadis dalgası yaşanmıştır. Schacht bu ithamının bir gereği olarak, merfu hukuki hadislerin hicrî II. asrın ortalarında ortaya çıktığını kabul etmektedir. Sahabeye ait hukuki hadisleri ise (mevkuf haberler) daha erken bir döneme, hicrî II. asrın başlarına tarihler. Bu tarihlendirmesinden de anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber’in hadislerinin hukuki bir kaynak olarak benimsenmesinin çok geç bir tarihte vuku bulduğunu kabul etmekte ve sahabeye dair haberlerin ise daha erken tarihli olduğunu yani Hz. Peygamber dönemine daha yakın olduğunu ifade etmektedir. Fakat işaret edildiği üzere sahabe haberleri için verdiği tarih de hicrî 100 yılından daha öncesine gitmemektedir ve burada onun başka bir iddiası daha karşımıza çıkmaktadır. Schcaht’a göre sahabeye atfedilen haberler arasında da otantik olanları bulmak mümkün değildir ve ancak sahabeden sonraki nesil yani tabiîn nesli ile ilgili sahih hukuki haberler bulunabilir. Schacht’ın ithamları bu haliyle dahi derin sonuçlar içermektedir. Fakat inanç meseleleri ile alakalı hadislerin hukuki hadislerden daha eski bir tarihi olduğunu kabul etmekle birlikte bu hadislerin hepsinin ilk asra tarihlenemeyeceği şeklindeki iddiası ve hukuki hadislerle ilgili ulaştığı sonuçları tarihî rivayetlere teşmil etmesi göz önünde bulundurulduğunda, iddialarının sanıldığından da vahim sonuçları içerdiği anlaşılacaktır. Schacht kendisinden sonraki şarkiyat araştırmaları üzerinde çok etkili olmuş hatta ondan sonraki oryantalistler Schacht’ın sonuçlarını kabul edenler veya etmeyenler şeklinde yani ona göre konumlandırılmıştır.(8)
Spenger, Juynboll, Wensinck, Fueck ve daha birçok oryantalist hadisle ilgilenmiştir. Kısa hacimli bu çalışmamızda oryantalizm ve oryantalistleri tam olarak anlatmamız mümkün değildir. Kaldı ki sadece görüşlerine yer vermek de bir eksikliktir. Kullandıkları ilmi metotları, iddiaları ortaya koydukları delilleri de belirtmek ilmi çalışmada olması gerekendir.
Yazımızın başında yaptığımız kategorinin üçüncü kısmına da kısaca değinmek gerekirse, sadece ilmi gayeyle araştırma yapan oryantalistler de vardır. Thomas Arnold ve Dinier bunlardandır. Arnold, The Preaching of İslam (İslam’ın Yayılışı) isimli eserinde Müslümanların, başka dinlerden olanların kendilerine yaptıklarının aksine onlara karşı her devirde hoşgörüyle davrandıklarını delilleriyle ortaya koymuştur. Ancak bu değerli kitap, Müslümanlara karşı iyi niyet beslediği ileri sürülerek mutaassıp oryantalistler ve misyonerler tarafından şiddetle tenkit edilmiştir. Hâlbuki söz konusu kitapta kaynak gösterilmeyen hiçbir olay nakledilmemiştir. Fransız oryantalist Dinier, araştırmaları sonunda İslam’a gönül vermiş, araştırmaları sonunda Müslüman olduğunu ilan ederek Nureddin adını almıştır.(9)
Sonuç olarak belirtmeliyiz ki, “Oryantalizmle alakamız ne? Onların ne düşündüğü bizi ilgilendirmez.” denilebilir. Fakat Müslümanlarla asırlardır ilişkisi olan insanların bizle ilgili çalışmalarını bilmemiz gereklidir. Kaldı ki hâlâ oryantalistlerin yaptığı İslam Ansiklopedisi ve Corcordance eserlerini kullanmaktayız. Oryantalistlerin çalışmaları herkes tarafından takip edilmese de bazılarımızın bu konuyla ilgilenmesi elzemdir. Oryantalistlerin düşünceleri ve metotlarını benimseyip Müslümanların fikir dünyasını bulandıranlara karşı gereken cevap verilmelidir.
Oryantalizm’in ve oryantalistlerin kısaca tanıtılmalarının hedeflendiği bu kısa makaleyi, En’an Suresi’nin yirminci ayeti ve onun tefsiriyle bitirelim: “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (Resûlullah’ı) kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini ziyan edenler var ya, işte onlar inanmazlar.” Yahudiler ile Hristiyanlar bu dini ciddi, köklü ve titiz bir biçimde etüt ediyorlar. Ama amaçları, bazı saf Müslümanların sandıkları gibi gerçeği aramak değildir; ya da bazı aldanmışların düşündükleri gibi bu dine hakkını vermek, onun değerini tarafsız bir şekilde ortaya koymak değildir. Sözünü ettiğimiz aldanmışlar Batılı araştırıcıların veya oryantalistlerin bu dinin herhangi bir iyi tarafını itiraf ettiklerini görünce hemen böyle bir yanılgıya kapılı verirler. Asla! İşin aslı hiç bir zaman böyle değildir. Onlar bu dine neresinden vurabileceklerini, onun duyarlı ve ölümcül noktalarının nereler olabileceğini belirleyebilmek amacı ile onu ciddi, köklü ve titiz biçimde etüt ediyorlar. Onlar bu dinin vicdanlara girerken kullandığı yolları ve sızma kanallarını bulup bu kanalları tıkamak ya da bozmak istiyorlar. Onlar bu dinin güçlü olduğu noktaları ortaya çıkarıp ona bu noktalarda karşı koymak, böylece kaleyi içinden fethetmek istiyorlar. Bu dinin kendini vicdanlarda nasıl yapılandırdığını bellemek istiyorlar, çünkü insanların vicdanlarında doğan boşluğu doldurmak için kullanacakları karşıt düşünceleri aynı mekanizmayı taklit ederek geliştirmeyi tasarlamaktadırlar. Biz Müslümanlar bu gerçeği iyi bilmekle görevliyiz. Buna bağlı bir başka görevimiz de asıl bizim, çocuklarımızı tanıdığımız gibi dinimizi yakından tanımamız gerektiğinin bilincinde olmamızdır, bu görevin öncelikle bize düştüğünü kafamıza yerleştirmemizdir. Tarihimizin bin dört yüz yıllık realitesi bize bir tek gerçeği anlatıyor. Bu gerçek “Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi ve Kur’an’ı tıpkı çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar” ayetinin açıkladığı gerçektir. Fakat bu gerçek içinde yaşadığımız zaman kesitinde her zamankinden daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Bu dönemde İslâm hakkında yapılan araştırmalar, yayınlanan eserler daha büyük bir yoğunluk kazandı, öyle ki, çeşitli yabancı dillerde ortalama olarak her hafta İslâm ile ilgili yeni bir kitap yayınlanıyor. Bu araştırma eserleri Yahudiler ile Hristiyanların İslâm’ın özüne, tarihine, güç kaynaklarına, ona karşı koyma yöntemlerine ve mesajını yozlaştırma yollarına dair bütün önemli ve ayrıntılı noktaları ne kadar inceden inceye bildiklerini gösteriyor.
Bu araştırmaları piyasaya süren araştırmacıların ezici çoğunluğu –doğallıkla- bu niyetlerini açıklamaktan titizlikle kaçınıyorlar. Çünkü onlar eğer bu dine açıktan açığa saldırırlarsa bu tutumlarının Müslümanlar arasında heyecanlı karşı koymalara, sert direnişlere yol açacağının iyi biliyorlar. İyi biliyorlar ki, vaktiyle sömürgeleştirme savaşlarında somutlaşan, bu dine yönelik silahlı saldırılar, Müslümanların sert tepkisi ile karşılaşmıştı. Bu silahlı saldırıları geri püskürtmek amacı ile gelişen hareketler dini bilinç temeline ya da en azından dini heyecan bazına dayanıyordu, eğer İslâm’a yönelik açık saldırılar devam edecek olursa -bu saldırılar düşünce düzeyinde bile kalsa- Müslümanlar arasında savunma ve direnme heyecanının uyanması önlenemeyecektir. Düşmanlarımız bu gerçeği bildikleri için ezici çoğunlukları ile daha sinsi, daha iğrenç bir yönteme başvuruyorlar. Adamlar önce bu dine övgüler düzüyorlar, böylece Müslümanların bilenmiş duygularını uyutuyorlar, tepki göstermeye hazır, duyarlı heyecanlarını uyuşturuyorlar, okuyucunun güvenini ve bağlılığını kazanıyorlar, arkasından zehri bardağa doldurarak rahatça karşılarındakilere sunuyorlar.
Müslümanlar Kur’an’ın gölgesinde yaşadıkça, inançları uğruna savaşa giriştikçe, tarihi olayları bilinçli bir yaklaşımla süzgeçten geçirdikçe, yaşadıkları günlerin olaylarını bilgi ışığında değerlendirdikçe, çevrelerinde olup-biten her şeyi gerçeği bulduran ve gidilecek yolu aydınlatan Allah’ın nuru ile görürlerse her an bu Kur’an’ın yeni bir sırrını önlerine açtığını göreceklerdir.(10)
———————————————
1. Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1997, s. 751
2. Edward Said, Oryantalizm (çev. Nezih Uzel), İstanbul, 1982, s. 14
3. Mahmud H. Zakzuk, Oryantalizm, s. 10.
4. Bekir Kuzudişli, “ Oryantalizm ve Hadisle İlgilenen Bazı Oryantalistler”, s. 146.
5. Mücteba Uğur, Oryantalizm ve Oryantalistler’in girişi, s. 14
6. Edward Said, Oryantalizm, s. 8.
7. Mustafa Sibai, Oryantalizm ve Oryantalistler, s. 47.
8. Fatma Kızıl, “Orynatalistlerin Hadis Lietatürü Hakkındaki Görüşleri” s. 3.
9. Mustafa Sibai, Oryantalizm ve Oryantalistler, s. 53.
10. Seyyid Kutub, Fî Zilali’l-Kur’ân, (Hikmet yay. İst, 1992.) c.4, s. 96-97.