Kapak Dosya – Mahmut Varhan / 2013 Mart / 4. Sayı
Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun. O’ndan başka ilah olmadığına şahitlik ederim. Allah’ın emir ve yasaklarını bizlere getiren Peygamber efendimize salât ve selam olsun.
Biz bu makalemizde, naslara bağlı kalmanın fıtri bir gereklilik ve dini bir zorunluluk olduğunu, naslardan neyin kastedildiğini, edille’i şer’iyyeyi nasıl anlamamız gerektiğini ve şer’i delillerin derecelerini özet bir şekilde açıklamaya çalışacağız.
1- Allah Teâlâ, hikmeti gereği Âdemoğullarını yokluk âleminden şu nurlu varlık âlemine çıkarmıştır. Şu dünya sarayını kurmuş ve insanlık âlemini bu sarayın halifesi yapmıştır. Hz. Âdem aleyhisselam’ı yaratmadan önce meleklere şöyle buyurmuştur: “Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara, 30) Böylece Âdemoğlunu mükerrem ve şerefli kılmış, hilafet ve dünyayı maddi-manevi imar etmesi için ona gerekli olan her şeyi öğretmiştir.
Âdemoğlu gerçekten çok ağır ve pek büyük, fakat bir o kadar da şerefli ve kıymetli bir vazife için yaratılmıştı. Ona emanet’i kübrâ tevdi edilmiş ve şu yeryüzünde ubûdiyet vazifesi ile mükellef kılınmıştı. Nitekim Rabbimiz Celle Celâluhû şöyle buyurmaktadır: “Ben cinleri de insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 56) Bu vazife o kadar ağırdı ki gökler, dağlar ve yeryüzü bile böyle bir vazifenin altına girmekten çekinmişlerdi. Çünkü bu, ihmal edilmesi takdirinde âlemlerin Rabbinin gazabına sebep olacaktı. Ve irade sahibi bir mükellef, çift yönlü tabiatı bulunan, hem hayır ve hem de şerre kâbil bir sorumlu olunacağından dolayı böyle bir tehlike sözkonusuydu. Ancak bu vazifeyi hakkıyla yerine getirenler, sonsuz saadete nâil olacaklar ve şu kâinatta en şerefli makamı ve Rabbü’l-âleminin nezdinde en üstün mertebeyi elde edeceklerdir. Şu ayet’i kerime bu durumu ne güzel tasvir etmektedir: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de, onlar onu yüklenmek istemediler, bundan endişeye düştüler. Ama onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim ve çok cahildir. Tâ ki Allah münafık erkeklerle münafık kadınları, müşrik erkeklerle müşrik kadınları azaplandırsın; mü’min erkeklerle mü’min kadınların da tevbelerini kabul etsin. Allah çok bağışlayandır, çok rahmet buyurandır.” (Ahzâb, 72-73)
2- İnsanoğlunun getirildiği bu hilafet makamının ve Âdemoğluna yüklenen bu emanet-i kübrânın hakkını edâ etmek, ancak Allah Teâlâ’nın gönderdiği hidayete tâbi olmakla mümkündür. Zira Allah Teâlâ rahmeti ve hikmeti gereği yarattığı, rızkını tedârik ettiği, mükerrem kılarak hilafet makamına getirdiği ve sayılamayacak kadar çok nimetler bahşettiği şu insanlık âlemini başıboş ve kendi başına buyruk bırakmak için yaratmış değildi. Aksine onu çok büyük ve ağır bir sorumluluk için yaratmış, sorumlu olduğu hususları ona gönderdiği peygamberleri ve indirdiği kitapları aracılığıyla bildirmiştir. İlk atamız olan Hz. Âdem aleyhisselam’ı dünyaya indirirken şöyle ferman buyurmuştu: “Hepiniz oradan inin” dedik. “Şayet Benden size bir hidayet gelir de kim Benim hidayetime uyarsa, onlar için korku yoktur ve onlar asla üzülmezler de. Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlara gelince; işte bunlar cehennemliktirler. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar.” (Bakara, 38-39) Demek ki bizim yaratılış vazifemiz ve fıtri sorumluluğumuz ilâhi hidayete tâbi olmak, Allah’ın kitabına uymak ve peygamberine itaat etmektir.
3- Tâbi olmakla memur olduğumuz ve kurtuluşumuzun kendisine bağlı bulunduğu ilâhi hidayet, Allah Teâlâ’nın kitabı ve O’nun kitabının tefsiri ve tatbik şekli olan peygamberinin sünnetidir. Dolayısıyla ferdi, âilevi ve toplumsal bütün meselelerimizde bu iki kaynağa sımsıkı sarıldığımız ölçüde hidayete tâbi olmuş oluruz. Aksi halde hevâya uyar ve dalâlete sürüklenmiş oluruz. Nitekim Allah Teâlâ, hem peygamber ve hem de melik olan Hz. Dâvûd aleyhisselam’a hitaben şöyle buyurmaktadır: “Ey Dâvûd, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, hevâya (istek ve arzulara) uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından dolayı onlar için şiddetli bir azap vardır.” (Sâd, 26)
Yine Allah Teâlâ son peygamberi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Sonra seni de dinden bir şeriat üzere kıldık. Öyleyse sen; ona tâbi ol, sakın bilmeyenlerin hevâlarına uyma. Muhakkak ki onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zalimler birbirlerinin velileridir. Allah da muttakilerin velisidir.” (Câsiye, 18-19)
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır: “Sizin aranızda iki şey bıraktım, bunlara tutunup sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapmazsınız: Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünneti…”(1)
Görüldüğü gibi Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine sımsıkı sarılmadığımız zaman, sapmamız muhakkaktır. Hüdâya tâbi olmazsak, hevâya uymamız mukadderdir. Bu da her türlü felaketin, dalâletin, sefahetin ve sefaletin sebebidir. Âkıbette de daha acı ve daha dehşetli olan cehennem azabını netice verecektir. Dolayısıyla bütün gücümüzle ilan ederek deriz ki: Kur’an ve sünnete, Allah’ın şeriatına muhalif olan anayasa ve yasalara veyl olsun! İlâhi hidayetten ayrılarak, hevâlarına dayanarak koydukları kanunları karalayan elleri kurusun! Zira farkında olarak veya olmayarak insanları İblis’in kulu yapmış, İblis ile birlikte cehenneme girmelerine sebep olmuşlardır.
4- Bilinmesi gerekir ki Kur’an-ı Kerim ve sünnet’i seniyye, bütün insanlık âleminin tüm yeryüzünde ihtiyaç duydukları her türlü yasal ve anayasal, ahlâki ve hukuki düzenlemeyi kapsamaktadır. Her türlü hayır yolunu göstermiş ve her türlü şerden sakındırmıştır. Biz müslümanlara düşen sadece kitab’ı mübinimizi ve sünneti seniyyeyi güzel bir şekilde anlamak ve hayatımızın her alanına tatbik etmektir.
Dinsiz müşriklerin ya da tahrif edilmiş dinlerinde dünya hayatını tanzim eden hükümlere yeterli derecede yer verilmeyen Hıristiyan ve Yahudilerin bâtıl kanunları benimsemeleri anlaşılabilir bir durum olsa da; kendilerine Müslüman diyen insanların böyle bir dalâlete ve sefahete yönelmelerinin akılla izah edilir bir tarafı yoktur. Zira Allah Teâlâ bu dini kemâle erdirdiğini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Bugün dininizi kemâle erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve din olarak size İslam’ı seçtim…” (Mâide, 3)
İmam Malik rahimehullah şöyle demektedir: “İslam’da bir bid’at çıkararak onu güzel gören kimse, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risalet görevinde ihanet ettiğini iddia etmiş olur. Çünkü Allah Teâlâ: “Bugün dininizi kemâle erdirdim…” buyurmaktadır. Dolayısıyla o gün dinde olmayan bir şey, bugün de dinden değildir.”(2)
Şunu açık bir şekilde ifade edelim ki: Allah’ın kelâmı Kur’an-ı Kerim, onun tefsiri olan Hâtemü’l-Enbiyâ’nın sünnet’i seniyyesi ve yüzlerce müctehidimizin bu iki mukaddes kaynaktan istinbât ettikleri ve müslümanların 13 asır boyunca hayatlarına tatbik ettikleri İslam fıkhı elimizde bulunurken; hukukta Avrupa’ya dilencilik edenler, büyük bir ihanet içindedirler.
5- Dinimizin en temel esaslarından biri de Kur’an ve sünnete, selef’i salihinin yoluna ittibâ ederek; bid’atlardan sakınmaktır. Dinimiz kâmil olduğundan dolayı ne fazlalığı ve ne de eksikliği/eksiltmeyi asla kabul etmez. Bundan dolayı dinde aslı bulunmayan her düşünce, itikad, amel ve hüküm bid’at kabul edilir ve sahibinin yüzüne savrularak reddedilir.
Nitekim Hz. Âişe validemizin rivayet ettiği hadis’i şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Her kim bizim şu işimizde (dinimizde), onda olmayan bir şeyi ihdas ederse; o şey reddedilir.” Diğer bir rivayet şöyledir: “Her kim emrimize (şeriatımıza) uygun olmayan bir amel işleyecek olursa; o amel reddedilir.”(3)
İrbâd b. Sâriye’nin rivayet ettiği hadiste de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “… Muhakkak ki benden sonra yaşayanlarınız, pek çok ihtilaflar göreceklerdir. Böyle bir durumda benim sünnetime ve hidayete erdirilmiş râşid halifelerin sünnetine yapışınız, azı dişlerinizle (bütün gücünüzle) bunu ısırın (buna sarılın). Sonradan ihdas edilecek işlerden/bid’atlardan sakının. Muhakkak her bir bid’at dalâlettir.”(4)
Ömer b. Abdülaziz dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ondan sonraki yöneticiler (râşid halifeler) pek çok hükümler koymuşlardır. Bunları esas almak, Allah’ın kitabına tutunmak ve Allah’ın dininde kuvvetli olmaktır. Bunları tebdil etmek, değiştirmek veya bunlara muhalif bir şeye yönelmek hiç kimsenin hakkı değildir. Her kim bu hükümlere uyarsa, o hidayete ermiş; her kim de bunlardan destek alırsa, o kuvvetli ve yardım görendir. Kim de bu hükümleri terkeder ve mü’minlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, Allah onu tuttuğu yolda yalnız bırakır ve onu cehenneme sokar. Orası ne kötü varılacak yerdir.”(5)
6- Buraya kadar söylediklerimizden açık bir şekilde anlaşıldı ki, Allah’ın dini hakkında söz söylemek ve İslam adına herhangi bir hususta hüküm ve fetvâ verebilmek için muhakkak bir delile dayanmak gerekir. Delilsiz bir şekilde hüküm veya fetvâ vermek kesin bir şekilde yasaklanmıştır. Bu hususta pek çok ayet’i kerime ve hadis’i şerif mevcuttur. Şer’i hükümlerin kaynakları dediğimiz bu deliller iki ana grupta incelenmiştir. Bu iki gruptan birincisi: Üzerinde ittifak edilen ve âlimlerin cumhurunun kendileriyle istidlâlde bulundukları ve onlardan şer’i hükümleri istinbât ettikleri delillerdir. Bunlar da şunlardır:
Allah’ın kelâmı Kur’an-ı Kerim: Bütün müslümanların icma’ı ile şer’i hükümlerin ana kaynağı Kur’an-ı mübindir.
Sünnet’i seniyye: Bütün âlimlerin ittifakı ile şer’i hükümlerin ikinci kaynağı, peygamber aleyhisselam’ın söz, fiil ve takrirlerinden oluşan sünnetidir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’a itaatle birlikte peygambere itaatin de zikredilmesi, Peygamberin güzel örnek olarak bize sunulması, Allah sevgisinin peygambere tâbi olmaya bağlanması, Allah ve peygamberinin önüne geçilmesinin yasaklanması, peygamberin emrine muhalefet edenlerin bir fitne ile veya acı verici bir azap ile tehdit edilmeleri ve imanın Hz. Peygamberin hükümlerini tam bir teslimiyetle kabul etmeye bağlanması ve daha pek çok husus sünnetin bağlayıcı olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan sünnet’i seniyyeye müracaat edilmemesi durumunda Kur’an-ı Kerim’de bulunan pek çok hüküm anlaşılmaz, mücmel ve kapalı kalır. Namaz, zekat, hac, oruç ve cihad ile ilgili pek çok hüküm mübhem kalır. Sünnet’i seniyye, Kur’an-ı Kerim’de bulunan mübhem hükümleri beyan, mücmel ayetleri tefsir, mutlak hükümleri takyid ve genel hükümleri tahsis ederek; Kur’an-ı Kerim’de bulunmayan pek çok hükmü de va’zetmiştir.
Peygamber efendimizden sonraki asırlardan herhangi birinde yaşayan bütün müctehidlerin bir hüküm üzerinde icmâ etmeleri…
Bütün şartlarını hâvi olan fukahanın kıyası.Görüşlerine itimad edilen âlimlerin ittifakı ile kıyas da şer’i hükümlerin kaynağıdır.
Bu dört delilin dışında fukahanın cumhurunun üzerinde ittifak etmedikleri, âlimler arasında ihtilaflı olan bazı deliller de vardır ki; bunların en meşhurları şu yedi delildir:
a- Sahabenin mezhebi
b- Bizden öncekilerin şeriatleri
c- İstihsan
d- Mesâlih-i mürsele
e- İstishâb
f- Muteber ve sahih örf
g- Seddü’z-Zerâi’(6)
7- Şer’i delillerden hüküm istinbât ederken en önemli olan konulardan biri, bu delillerin kuvvet yönünden derecelerini bilmek ve hüküm istinbât ederken buna riayet etmektir. Zannımızca hüküm çıkarmada ve fetvâ vermede meydana gelen hataların en önemli sebebi bu hususu gözardı etmektir. Örneğin Kur’an-ı Kerim’de veya sünnet’i seniyyede hükmü bulunan bir meselenin hükmünü, kıyas veya ihtilaflı delillerden biri yoluyla bulmaya çalışmak; insanı yanlış bir neticeye götürecektir.
Şer’i delillerden Kur’an ile sünnet birbirlerini tamamladıkları ve sünnetin vazifesi Kur’an-ı Kerim’i beyan etmek olduğundan dolayı birlikte mütalaâ edilmelidirler. Daha sonra icmâ ve ondan sonra da kıyas gelmektedir. Bu ikisi de netice itibariyle Kur’an-ı Kerim ve sünnet’i seniyyeye dayanırlar. İhtilaflı delillerin kuvvet yönünden dereceleri de âlimler arasında ihtilaflıdır. Ezcümle bütün bu delillerden asıl maksat, Allah Teâlâ’nın hükmünü ortaya çıkarmak olduğundan ve bu delillerin muteber olduğuna Kur’an ve sünnet şahitlik ettiğinden dolayı bu delillerin hepsi de Kur’an’a ve sünnete dayanmaktadır.
Delillerin tertibine riayet etmenin gerekliliği hususunda şu hadis’i şerifi kaydetmemiz faydalı olacaktır: Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken aralarında şöyle bir konuşma geçmişti:
“Sana bir mesele arzedildiğinde ne yaparsın?” Muaz: “Allah’ın kitabındakiyle hüküm veririm.” Rasûlullah: “Ya Allah’ın kitabında yoksa?” Muaz: “Rasûlullah’ın sünnetiyle hüküm veririm.” Rasûlullah: “Rasûlullah’ın sünnetinde de yoksa?” Muaz: “Kendi görüşümle ictihad ederim. Elimden geleni yapmada geri durmam” demiştir. Muaz der ki: “Rasûlullah göğsüme vurdu ve şöyle buyurdu: “Allah’ın elçisinin elçisini, Allah’ın ve Rasûlü’nün razı olacağı hususa muvaffak kılan Allah’a hamdolsun.”(7)
Hz. Ömer, Kadı Şureyh’e gönderdiği mektubunda şöyle demekteydi: “Allah’ın kitabında olan hükümle hükmet. Şayet Allah’ın kitabında yoksa, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti ile hükmet. Eğer Allah’ın kitabında da Rasûlullah’ın sünnetinde de yoksa, salihlerin vermiş oldukları hükümlerle hükmet. Şayet Allah’ın kitabında da Rasûlullah’ın sünnetinde de yoksa ve salihler de o konuda bir hüküm vermemişlerse; dilersen ilerle (kendin o konuda ictihad et), dilersen de geri dur (o konuda bir hüküm verme). Ben geri durmanı senin için daha hayırlı görüyorum. Ve’s-selamü aleyküm.”(8)
8- Kur’an-ı Kerim ve sünnet’i seniyye naslarını doğru bir şekilde anlayabilmemiz için, ehli sünnet âlimlerimizin koymuş olduğu kriterlere müracaat etmek zorundayız. Âlimlerimiz Kur’an ilimleri için “Tefsir Usûlü” ilmini geliştirdikleri gibi; hadis ilimleri, hadislerin zayıf ve uydurulmuş olanlarını sahih hadislerden ayıklamak için de “Hadis Usûlü” ilmini geliştirmişlerdir. Hiçbir ümmette ve toplumda bulunmayan bir şekilde isnad ilmini oluşturmuş, bütün dini ilimleri ve özellikle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini isnad ile aktarmış, isnâdı dinin bir parçası kabul ederek isnadsız hiçbir şeyi kabul etmemiş ve bütün senedleri cerh-ta’dile tabi tutmuşlardır. Tabakat ilmini oluşturarak, herhangi bir ilim dalıyla ve özellikle hadis ilmiyle meşgul olan her âlimin hayatını ve cerh-ta’dil açısından değerini kayıt altına almışlardır. Hem sened ve hem de metin tenkidi açısından beşer aklının ulaşabileceği en mükemmel kaideleri oluşturmuşlardır. Diğer taraftan Kur’an-ı kerim’i ve sabit olan hadis’i şerifleri doğru bir şekilde anlamak için “Fıkıh Usûlü” ilmini geliştirmişlerdir. Bu ilimler gerçekten çok önemli olup, bu ümmetin özelliklerinden kabul edilmişlerdir.
Diğer taraftan Kur’an ve sünnet Arapça olduğu için, arapça ilimlerine vakıf olmadan Kur’an ve sünnet hakkında konuşmak ve fetvâ vermeye kalkışmak büyük bir cinayet olur. İşte bütün bu ilimlere muttali olmayanların, hadlerini bilmeleri ve meâl ve tercemelere dayanarak hüküm çıkarmaya ve fetvâ vermeye kalkışmamaları gerekir. Bunların vazifesi, Allah Teâlâ’nın belirttiği gibi ilim ehline sormaktır.
9- Son olarak şunları ifade etmek istiyoruz: Kur’an-ı Kerim ve sünnet’i seniyye hazinesine ve bu iki mukaddes kaynaktan istinbât edilmiş olan İslam fıkhı servetine sahip olan biz müslümanların, batının hevâsına dayanan beşeri hukuka ihtiyacımız yoktur. Aziz İslam’ın müntesipleri olarak, her türlü beşeri nizamı reddediyoruz. Bizim muhtaç olduğumuz tek şey, Kur’an ve sünneti doğru bir şekilde anlamak ve en güzel şekilde tatbik etmektir. Çünkü dünyada izzet ve ahirette selamet/saadet sadece buna bağlıdır. Tarih göstermiştir ki, müslümanlar Kur’an ve sünnete sarıldıkları ve şeriat’ı ğarrayı tatbik ettikleri ölçüde izzete kavuşmuş, bu hususta ihmalkâr davrandıkları oranda da zillete maruz kalmışlardır.
Diğer taraftan Pavlos ve Abdullah b. Sebe’ gibi tahrifçilerin mesleğini sürdüren oryantalistlerin vesveselerine kapılarak sünnet’i seniyyeye ve bu konuda selefimizin yapmış oldukları büyük çalışmalara kem gözlerle bakan mukallitlere deriz ki: Hz. Mûsâ’nın ve Hz. İsa’nın pak dinlerini tahrif eden Yahudi ve Hıristiyan müsteşriklerini taklid etmekle ne kazandınız!? İnsaflı olun ve Allah Teâlâ’nın dinini, O’nun düşmanlarından değil de Allah’ın dininin bayraktarlığını yapan Rabbani âlimlerimizden öğrenmeye gayret edin. Şunu bilin ki ilim dindir ve kimlerden alındığı çok önemlidir. Bundan dolayı dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin. Eğer Allah’ın dinini tahrif etmeyi kendilerine vazife bilmiş müsteşriklerden ve onların yetiştirdiği gönüllü mukallitlerden alırsanız, dininizi ifsat etmekten başka hiçbir neticeye varamazsınız ve Allah’ın gazabıyla karşı karşıya kalırsınız. Şunun bilinmesi gerekir ki ilim ve dinin kendilerinden öğrenilebileceği Rabbani âlimlerin şu özelliklere sahip olmaları gerekir:
1- İlmiyle amel etmesi ve sözü ile amelinin birbirine mutabık olması gerekir. Şayet âlimin sözü ile ameli arasında muhalefet bulunursa, kendisinden ilim alınmasına ve dinde kendisine uyulmasına ehil olmaz.
2- İlmini, o ilim dalında ihtisas sahibi olan Rabbani âlimlerden tahsil etmiş olması ve onların dizlerinin dibinde dirsek çürütmüş olması gerekir.
3- Kendilerinden ilim tahsil etmiş olduğu hocalarının ahlâkı ile ahlâklanması ve onların edebi ile süslenmesi gerekir.(9)
İşte sahabe-i kiram, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den; tabiin sahabeden ve onlardan sonra gelen bütün nesiller bir önceki nesilden ilmi bu şekilde tahsil etmiş ve bize kadar sapasağlam bir şekilde ulaştırmışlardır. Allah’u Teâlâ bizleri de bu mübarek mirası korumaya ve bir sonraki nesle aynı paklıkta ulaştırabilmeye muvaffak eylesin.
————————
1. İmam Malik, Muvattâ: 1718
2. İmam Şâtıbi, el-İ’tisam: 1/65-66
3. Buhari: 2697; Müslim: 1718
4. Ebû Dâvûd: 4607; Tirmizi: 2676. Hasen-Sahih
5. İbni Receb, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem: 2/123
6. Şer’i delillerin tafsilatı için bakınız: Hasan Karakaya, Fıkıh Usûlü: 37-191
7. Ebû Dâvûd: 3592; Tirmizi: 1327; İmam Ahmed, Müsned: 22007
8. Nesâi: 5414
9. bkz: Şatıbi, Muvafakat: 1/99-100