Serbest Köşe – M. Ali Mücahid / 2013 Kasım / 12. Sayı
İslâmî literatürde yer aldığı şekliyle hicretin gayesi, Müslümanlar için huzur ve güven ortamını tesis etmek, davete uygun yeni bir merkez oluşturmak, İslâm toplumunu özgür ortamda kendi başına karar verebileceği bir sosyal dokuya, bir millet yapısına kavuşturmaktır. Dolayısıyla Medine’ye, hicretin Müslümanlar için bir kaçış, bir sığınma düşüncesinden kaynaklandığı söylenemez. Elbette hicrette Müslümanların Mekke’de karşılaştıkları dayanılmaz işkence ve tazyikten kurtulma ve güvenli bir ortama intikal etme arzuları da söz konusudur. Ama indirgemeci bir yaklaşımla hepsini sadece buna irca etmek, hicreti bütünüyle anlamamak demektir.
Çünkü hicret, Müslümanlar için son gaye değil, esas hedeflere ulaşmak için bir plânlama dönemi sayılır.
Bu mânâda hicret, okun hedefini bulmak için yola çıkmadan önce yayın gerilme ânını temsil eder.
Bir başka açıdan ise; şâyet hicret, kuru bir göçten ibaret olsaydı, Mekke ve çevresindeki müşriklerin, Müslümanları rahat bırakmaları gerekirdi. Hâlbuki gerek Habeşistan, gerekse Medine Muhâcirleri, hicretten sonra da müşriklerce sürekli rahatsız edilmişlerdir. Çünkü onlar, Müslümanların, hicret diyarında güçlenerek Mekke’yi geri alacaklarının farkındaydılar.
HİCRETİN MEYVELERİNİN OLGUNLAŞMA SÜRECİ
1. Hicret Edenler:
Dış Dünyayı İmar Edebilmek İçin İç Dünyalarını İmar Etmelidirler
Kendi değerlerine aşkla bağlı topluluklar, fikirlerini başkalarına ulaştırmak için her türlü zahmete katlanmayı göze alırlar. Ancak bunun öncesinde şu husus hicretin kamil manada olmazsa olmazlarından sayılır. İslam Medeniyetinin inşasında rol alanların ortak özelliklerinin, iç dünyasını imar edebilenler olduğu görülür. İşte bunlar dış dünyayı da hakkıyla imar etmişlerdir. Kendini aşabilenler başkalarına rehberlik edebilmişlerdir. Bu şahsiyetler şu hadisi minhac edinenlerdir: “Gerçek muhacir, Allah’ın yasaklarını terk edendir.”1 Buradan bize şu pay çıkar: Bizim hergün sayısız kere yapabileceğimiz bir hicret çeşidi vardır. Hem de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tarafından en fazîletli hicret diye adlandırılan bir hicret. Allah’ın yasakladığı şeyleri terketme. Günahlardan uzak kalma… İşleyebilecekken, hiç mani yokken bile, küçük bir isyan da olsa terketme. Haramlardan helâllere hicret… İsyandan itaata hicret. Mekruhlardan sakınıp, bid’atlardan uzak kalarak nafileleri yapma ve sünnetleri yaşamaya hicret.
2. Hicret Edenler:
Aksiyon Sahibi, Çalışkan ve Diri Olmalıdırlar
Bu mânâda yardımlaşma ve dayanışmayı öne çıkaran önemli gelişmelerden biri hicreti takip eden yıl içinde Muhâcirlerin Medine’ye uyum sağlayabilmeleri ve Ensâr’la ülfetlerini sağlayıcı kardeşliği tesisidir.2 Buna göre kardeşler, ortaklaşa çalışacaklar, elde ettikleri geliri bölüşeceklerdi. Üstelik aralarında miras da geçerli olacaktı. Bu formül herkese duyuruldu. Bütün halkın rıza gösterdiği anlaşılınca Hz. Peygamber (s.a.v) süratle Muhâcirlerden 186 aileyi aynı sayıda Ensâr’ın yanına yerleştirdi. Ensâr, mal varlığının yarısını kardeşlerine vermek istese de Muhâcir kardeşleri onların hurmalıklarında çalışarak gelir elde etmeyi yani alın teri-el emeğiyle geçinmeyi tercih ediyorlardı. Bazıları da Ensâr kardeşlerinden borç alarak çarşı-pazarda iş yapıyorlardı. İleride Bahreyn arazisi ve Benî Nadîr’den kalan ganimetler taksim edilirken Ensâr, hisselerine düşen paydan Muhâcirler lehine vazgeçtikleri gibi, onları bahçe gelirlerine de hissedar etmeye devam ettiler. (Enfâl sûresinin 75. âyetiyle kardeş yapılanlar arasında önceden geçerli olan miras hükmü kaldırılmış; veraset kan akrabalığına ait kılınmıştır.)3 Ve böylece kardeşini kendi egolarından önde tutan ince örnekler yaşandı. Yardımlaşma konusunda en çaplı örneklere bu dönemde rastlanır. Öte yandan Muhâcirler de 13 yıl boyunca edindiği tecrübeleri Ensâr kardeşlerine aktaracaklardı. Böylece iki zümre arasında arzulanan mefkûre beraberliği sağlanmış olacaktı.
Sonuç olarak başlığımızın cevabını şu başlıklarla verebiliriz.
1- Hicret; Geçmişe Format Atar, İnsanları Yeniler
İnsan, bulunduğu yerde zamanla eskir. İnsanlık gereği geçmişte yaptıkları hatalarıyla anılır. Dolayısıyla komşuları, çevresi, ana-babası ve akrabaları tarafından ya dünkü çocuk veya şöyle böyle yapmış bir kişi olarak anılır. Ancak hicret düşüncesiyle gittiği yerde âdeta sıfır kilometre olur. Başkaları tarafından kabulü daha kolay olur. Mazisiyle yâd edilmez. Çocukluk günlerinde yaptığı küçük hatalarla anılmaz. Bu da muhacire, anlatacağı şeylerin tesirinde önemli bir güç vermiş olur. Nitekim hicret eden Ashab’a baktığımızda bunu oldukça net olarak görmemiz mümkün. Mekkeliler Hz. Bilal’e siyahî bir köle olarak bakıyorlardı. İbn Mes’ud’un yanlarında bir değeri yoktu. Zeyd b. Harise azatlı da olsa netice itibariyle bir köleydi. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebu Talib’in yetimiydi… Ancak Medine döneminde durum tamamen farklı oldu. Onlar Medine’de birer efendi olarak karşılandı. Köleliklerinden herhangi bir eser kalmadı. Birer muallim ve üstad olarak kabul edildiler. Zira hicret, onların hayatlarında bereketli ve yeni bir sayfa açtı.
2- Hicret; Tebliğ İçin Yeni İhtidalara Vesiledir.
Ashab-ı Kiram, Efendimiz’in dâr-ı bekaya irtihalinden sonra muhacir olarak farklı beldelere gidip yerleşmiş; talebelerine Kur’ân ve Sünnet’i öğreterek İslâm’ın o bölgelere yerleşmesine vesile olmuştur. Kuzey Afrika’dan, Orta Asya’ya kadar birçok beldede sahabî kabirlerinin mevcudiyeti, hattâ bu kabirlerin bulundukları bölgelerdeki insanların zihinlerinde dinî açıdan taşıdığı önem, onların kabirleri ile bile halen çağrılarını ve hizmetlerini sürdürdüklerini göstermektedir. Meselâ İstanbul’da Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin ve Semerkant’da Şah-ı Zinde lakabıyla anılan Kusem b. Abbas’ın (r.a.) kabirlerinin, bulundukları toplumun hayatında önemli bir yeri vardır. Kusem b. Abbas, Hz. Ali Efendimiz’in şehit edilmesinden sonra Semarkant’a gitmiş ve uzun süre o bölgede kalarak Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) davetini o bölgeye taşımıştır.4
Peygamber Efendimiz, bi’setten sonra sürekli hicret edip, İslâm’ı tebliğ edebileceği insanlar aramıştır. Allah Rasûlü (s.a.s.), hac ve panayırlara katılmak maksadıyla Mekke’ye gelip Mekke civarında konaklayanlara uğramış, “Kureyş, Rabbimin (azze ve celle) kelamını tebliğ etmemi engelledi. Beni, kavminin yanına götürecek bir kişi yok mu?” diyerek, hicret edeceği bir belde ya da kabile aramıştır. O’nun maksadı bir kişi dahi olsa insanların kalplerine girip onları şirkten ve puta tapıcılıktan uzaklaştırmaktı. Taif’e bu maksatla gitmiş, orada kendisine içecek ikram eden Rukayka adlı bir kadına “Onların putuna tapma, ona dönerek dua edip namaz kılma.” diyerek, İslâm’ı tebliğ etmiştir. Kadının “Böyle yaparsam beni öldürmelerinden korkuyorum.” demesi üzerine “Sana bunu söylerlerse, ‘Rabbime ve bu putun Rabbine’ de; dua ettiğinde de sırtını ona dönerek dua et” buyurarak, müşrik kavmi içinde imanını nasıl koruyacağını öğretmiştir. Taifliler, Müslüman olduktan sonra Rukayka’nın çocukları Allah Rasûlü’nün huzuruna gelmişler; Rasûl-i Ekrem Efendimiz Taif hicretinin meyvelerinden birisi olan Rukayka’nın durumunu çocuklarına sormuş; onlar “Senin bıraktığın hâl üzere öldü.” deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “O hâlde anneniz Müslümandır.” buyurarak, farklı din mensupları arasında imanı muhafazanın ne kadar önemli olduğuna işaret etmiştir.5
3- Hicret; Fetih İçin Mukaddes Beldelerden Bile Ayrılmaktır
“Ümmetimin seyahati cihaddır.”6
Mekke-Medine, Allah Rasûlü’nün ifadesiyle, ibadet maksatlı ziyaret edilebilecek üç mescidden ikisini barındıran ve her köşesinden dinî hayatı canlı tutma adına hâtıra ve işaretlerin fışkırdığı mübarek beldelerdir. Kâbe her Müslüman’ın görmek için can attığı, Mescid-i Nebevî ve Ravza komşusu olmak için fedakârlıklara katlanılan yerlerdir. Ancak Mekke ve Medine’nin Efendimiz zamanındaki sahipleri olan sahabîler, bu mukaddes topraklardan ayrılıp başka yerlere göç etmişlerdir. Demek ki, onlara göre bu mukaddes beldelerde kalmaktan daha önemli şeyler vardı: Hicret ve Cihad. Peygamberimiz hayatta iken kaç sahabî olduğuna dair farklı rivayetler vardır. Yüz bin, yüz otuz bin rakamları zikredilmektedir. Bunun yanında Medine’de medfun sahabîlerin sayısı on bin civarında tespit edilmiştir. Mekke ve yakın yerlerdekiler de düşünülürse bu sayı yirmi-otuz bin civarındadır. Demek ki, geriye kalan sahabîler memleketlerini, inandıkları hakikatleri insanlara ulaştırmak için, dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır. Onlar, “Mekke-Medine gibi, insanları büyüleyen güzel yurtlarından ayrılarak, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in nurunu, davasını dünyanın dört bir yanında bir bayrak gibi dalgalansın diye gittiler; gittiler ve bir daha da geriye dönmediler. Mesela, bunlardan biri Ümm-ü Haram’dır. O, Efendimiz’den aldığı müjde ile, yaşlı haliyle çıktığı Kıbrıs seferinde şehit olmuş ve oraya gömülmüştür.”
Sonrasında da İslam tarihi boyunca bu babayiğitler varolmuştur. Fetihler ve diplomatik münasebetler hicret için bir vesile bilinmiştir. Hicret düşüncesi Müslümanları sürekli yeni imkânlar aramaya ve farklı milletlerin arasına girmenin yollarını araştırmaya sevk etmiştir. Mukaddes göçler, her zaman evrensel medeniyet havuzlarının ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. MS. 756 yılında Abbasi Halifesi Ebû Cafer el-Mansûr’un askerleri, bir ayaklanmada Çinlilere yardım etmişler, buna karşılık Çinliler dört bin kadar Müslüman askerin Çin’e yerleşmesine izin vermişlerdir. Çin’e yerleşip, yerli halkla evlenen Müslümanlar, zamanla çoğalmışlar; kıtlık zamanlarında Çinlilerin yetim kızlarını alıp büyütmüşler ve evlendirmişlerdir. Böylece Çin’de İslâm, hicret ile yayılmıştır. Keza Yuan hanedanı döneminde Çin’e büyük bir Müslüman göçü olmuş; âlimler, sanatkârlar ve tacirler gelip Çin’e yerleşmişlerdir. Bu ilk Müslüman muhacirlerin astronomi ve takvim konusundaki bilgileri ve zanaatlarındaki başarıları onların Çinliler tarafından saygı ifade eden Hui-hui şeklinde anılmalarına sebep olmuştur. Bu hanedan döneminde önemli devlet görevlerinin birçoğunda Müslümanların bulunduğu kaydedilmektedir.7 Çin’e yerleşen Müslümanlar İslâmî kimliklerini kaybetmemişler; ama Çinlilerin dil ve kültürlerini benimsemişlerdir. Camilerinde, giyim ve kuşamlarında Çin mimarisinin tesirini görmek mümkünse de dinlerini muhafaza etmeleri onlara yeni bir terkip imkânı sunmuş, en eski Müslüman cemaatlerinden birisi olan Çin Müslümanları, varlıklarını ve medeniyetlerini bugün hâlâ zor da olsa devam ettirmektedirler.
4- Hicret; İlim İçin
İlim tahsili maksadıyla ashâb-ı kiram döneminden itibaren uzun yolculuklar yapılmıştır. Hatta birçok âlim tek bir hadisi öğrenmek için uzun yolculuklara çıkmışlardır. Hayatı boyunca birçok beldeye yolculuk yapmış tabiîn âlimlerinden Şa’bî “Bir kimse, hikmetli bir tek söz için Şam’ın bir ucundan Yemen’in öbür ucuna kadar gitse bile bu yolculuğu boşuna yaptığını düşünmem.” demiştir.8
Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz, fethedilen Kuzey Afrika’ya İsmail b. Abdullah’ı vali olarak atamış, yanında da on seçkin âlimi eğitim için görevlendirmiştir. Afrika’da İslâm’ın yayılmasında göçler ve eğitimin önemli bir yeri vardır. Müslümanların gittikleri yerlerde yaptıkları ilk iş, çocuklar ve yerli halk için okullar kurmak olmuştur. Böylece her gittikleri yere inanç ve kültürlerini taşımışlar; medeniyetlerini tesis etmişlerdir
5.- Hicret; İslam Devletinin Gücünü Arttırmak İçindir
İslam sancağının hakim olduğu topraklarda asla İslam orduları durmamış, durgun bir su olmamış, devamlı çağlayan gibi akmışlardır Osmanlı İmparatorluğu sürecinde akıncılar buna çok güzel bir örnektir.
GERÇEK MUHACİRLER;
“HİCRETİ, KÜLFET GÖRENLER DEĞİL HİCRETİ NİMET SAYANLARDIR”
“İman; hicreti celbeder; hicret de, cihadı celbeder.”
“İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya işte onlar Allah indinde daha yüksek derecelere sahiptirler ve işte onlardır umduklarına nail olanlar.”9
İslâm tarihinde hicret, fedakârlığın, azmin, sabrın, Allah rızası için uzak mekanlara İslâmî telâkkiye göre hicret; dinî ve ahlâkî alanda bütün inanış, bağlanış, sadakat ve samimiyet örneklerinin müjdeler götürmenin, ciddiyetin, gayretin, çalışkanlığın, üretkenliğin, yardımseverliğin, ihsanın, îsârın, siyasî ve idarî alanda müesseseleşmenin, mabed ve mektep oluşumunun, birlik ve dayanışmanın, üstün vazife şuurunun, derin sorumluluk anlayışının hem eseri hem de kaynağıdır.
Hicretin mayası çok verimli bir zemindir. Bütün İslâmî güzelliklerin, hicret bahçesinde çiçek açıp en güzel meyvelerini verdiğinden hiç şüphe yoktur. Öte yandan hicret, sosyo-ekonomik alanda ve eğitim-öğretim sahasında müesseseleşmenin kaynağı olarak bilinir. Bu açıdan hicret, İslâm tarihine “içtimâî oluşumun temellerini atabilme, kendi başına karar verebilme, İslâm toplumunun güçlenmesi ve İslâm’ın yayılması adına taktik ve stratejiler geliştirebilme gibi hususların olmazsa olmaz şartı olan özgür ortamın sağlanması ve istiklâle ulaşılması noktasında” önemli bir kavşaktır. Dolayısıyla İslâm’ın toplum değerlerinin insanlık ufkunda kanatlanması adına önemli bir dönüm noktasıdır. İman, hicret ve cihat üçlüsünün gerekliliğinden uzak kalan, şuurunu kaçırmış olan günümüz Müsmanları da elbetteki yukarıdaki kazanımların çoğundan uzak kalmışlardır. Ve bundan sebeptir ki hicret bunların nazarında adeta sıradanlanmış, günü geldiğinde bir mevlüt kandili gibi kutlanır hale gelmiş ve fertleri camilerde hicret hadisesini bir masal gibi dinler hale getirmiştir.
Ey Rabbimiz! Bizleri, hicreti gerçek anlamda kavrayan ve yaşayanlardan eyle. (Amin)
——————————
1 (Buhari, iman 4)
2 İbn Hişam, es-Sîre, 2/150-153; İbn Sa’d, Tabakât, 1/238-239; Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 2; Müslim, Fedâil 203, 204, 205, 206; Kardeşliğin verimli sonuçlarının Medine-İslâm toplumuna yansıması konusunda örnekler ve yorumu için bk. Hüseyin Algül, İslâm tarihi, 1/330-335.-
3 Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, 10/15; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul ts., 7/4843.
4 (İbnu’l-Esîr, 4/392)
5 (Heysemî, 6/35)
6 (Ebu Davud, cihad 6)
7 (Ebulfazl İzzeti, İslamın Yayılış Tarihine Giriş, İnsan Yay.)
8 (İbn Abdilberr, 1/94,95)
9 Tevbe 9’20