Gündem Analiz – Muhammed Eyüp / Aralık ekim / 119. Sayı
Avrupa’da Rönesans, Reform, Aydınlanma Çağı ve sonrasındaki siyasi-sosyal düşünceler, yeni demokratik-seküler siyasi düzeni ortaya çıkaran temelleri inşa etti.
Bölgede uzun yıllar keyfi yönetimlerini sürdüren “Kilise ve Kral’a” yönelik tepkinin somutlaşması, bu siyasi düzende net bir şekilde görülebiliyordu.
Dönemin önemli isimlerinden biri olarak gösterilen Fransız filozof Denis Diderot’nun (1713-1784) şu sözü meseleyi gayet net bir şekilde açıklar: “Son kral son rahibin bağırsakları ile boğulmadıkça insanoğlu asla özgür olmayacaktır.”
Bu düşünceyle yola çıkan Batı gerçekten de son rahibi öldürdü ve onun bağırsaklarını çıkararak son kralı da boğdu. Elbette bunu sıradan Batılı halkın kendi egemenliğini eline aldığı bir zafer olarak okumak, komik bir yanılgı olur. Bilakis bahsi geçen döneme çeşitli zenginler, üreticiler, güç odakları, aileler ve diğerleri öncülük etmiştir. Eski dünya düzeni böylece tarihe karışırken, bu düzenden hayatta kalanlar ve yeni oyuncularla yeni bir dünya düzeni kurulmuştur.
Elbette Batılı insan, kendi yurdunda yaptığı bu değişimle yetinmemiş, felsefesini dünyanın geri kalanına dayatmak için muazzam bir askeri gücü seferber etmiştir. Böylece Batılı insan, sosyal Darwinist zihniyetin ve ilerlemeci paradigmanın bir yansıması olarak kendini insanlığın zirvesi ve efendisi görme yanılgısıyla, tüm dünyaya kendi hükmünü dayatmaya kalkmıştır.
Ben bu yazıda tüm bu süreci detaylarıyla işleme sadedinde değilim. Maksadım, bu eksende kurulan dünyanın bir yönüne atıf yapmaktır. O da kutsalsız bu dünyadaki kutsallardır.
Batı, başta din olmak üzere insanın egemenliğini ve insani arzuların hükümranlığını kısıtlayan her türlü değere, inanca ve anlayışa savaş açarak yeni bir anlayış inşa etti. Beyaz adam, bu savaşı Avrupa Kıtası’nda kazanıldıktan sonra, hükmünü tüm dünyaya dayatmak için harekete geçti. 20’nci yüzyılın başına gelindiğinde tüm dünya beyaz adamın ayakları altında eziliyordu. Bu “üst insan”, tüm dünyayı hükmü altına aldıktan sonra, dünyanın paylaşımı için amansız iki büyük savaş verdi.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda yaşananları tamamıyla yeni dünyanın eseri olan anlayışlar paralelinde okumak icap eder. Bu iki dünya savaşı, her türlü kutsalı reddedip insanı ilahlaştıran beyaz adamın yeni zihin dünyasını yansıtıyordu. Her iki savaşta toplamda 60 milyondan fazla insanın öldüğü düşünülüyor ki bu, yeni düzenin ne olduğunu da gayet iyi ortaya koyuyor.
Nihayetinde İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri, sosyal Darwinci düşünce ekseninde, dünyaya hâkim olmak için “en elverişli” insanlardı. Sadece güçlü oldukları için dünyaya egemen olmaya haklarının olduğu düşüncesiyle, kendilerini merkeze koyarak bir sistem inşa ettiler. Bu sistemin hukuki, sosyal ve siyasi temelleri, yine Batılı felsefenin dini, kutsalı, ilahi olanı tamamıyla reddeden anlayışları ekseninde gelişiyordu.
Bu eksende yazılan Birleşmiş Milletler Şartı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve benzeri hukuki-siyasi metinler, bu zihniyeti yansıtan temel mefhumlar oldu.
Batı, sadece kendisi için değil, dünyanın diğer bölgeleri için de kutsal ve ilahi olan her şeyi reddederek, kendi insan yapımı değer ve anlayışlarını dünyanın temeline oturttu. Bunun sebebi, dünyanın tamamen insanın iradesine, insanın arzularının ilah pozisyonuna konulduğu bir düzene teslim edilmesiydi. İnsanın iradesi ile beraber herhangi bir dini, ahlaki, sosyal normun kendi meşruiyet perspektifi içerisinde var olması, insan iradesinin sakatlanması anlamına geliyordu ki bu Batı’nın yüzlerce yıldır uğruna savaştığı otoritenin elden gitmesi anlamına gelirdi.
Bu yüzden sadece Kilise’nin bertaraf edilmesiyle yetinilmedi. Batı’nın karşısındaki en büyük değerler sistemine sahip olan İslam coğrafyası da insan iradesinin tahakkümü amacıyla tarumar edildi. Ki bu savaş 1700’lü yıllardan bugüne kadar halen devam ediyor.
İslam alemini tahakküm altına alan “beyaz adam”, burada da kendi değerler sistemini devletler ve rejimler nezdinde 20’nci yüzyıl başı itibarıyla hükümran kıldı. Böylece, İslam’ın siyasi ve sosyal değerleri tamamıyla beşerin iradesine teslim edilecekti.
İçerisinde bulunduğumuz 21. yüzyıl itibarıyla, Müslümanların Kur’an, Allah azze ve celle, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, şeriat, tesettür ve cami gibi temel değerleri, kutsallara yer olmayan bu düzenin içerisinde yok edilmek isteniyor. Esasen Aydınlanma Çağı’nın bir eseri olan bu anlayışın artık sıkı bir savunucusu yahut anlayanı da kalmış değil. Fakat beşer iradesine tapınma dininin sıkı mukallitleri, bu zihniyeti halen ayakta tutuyor.
Esasen bu demokrat-seküler din kutsallara karşı değil. Onlar insanın, daha doğrusu Batılı beyaz insanın kendi iradesiyle kutsal kabul etmediği şeylere karşı. Bu beyaz insanın kültür, değer ve mühim kabul ettiği şeyler dışındaki mefhumlara karşı. Bu dinin kutsalları kaynağını ilahi olandan almıyor, bizatihi insanın iradesinden alıyor.
Bu yeni sistemin kendine özgü kutsalları var. Anti-semitizmin suç oluşu, LGBT hakları, Yahudi soykırımının inkârı, kendi kaderini tayin hakkı, oy, demokrasi… Bu yeni sistemin kutsallarının ihlali, sizin sosyal hayattan tamamıyla silinmenize yol açabilir. Söz gelimi eşcinsel ilişkilerin sebep olduğu zührevi hastalıklarla yahut Yahudi soykırımının siyasi-sosyal yönüyle ilgili bilimsel bir makale yazmaya kalkarsanız, tüm akademik hayatınız son bulabilir.
Aynı şekilde, Batılı sömürgeci beyaz adamın İslam âlemindeki kolonisi olan İsrail’in var olma hakkını inkâr ederseniz, esaslı bir terörist damgası yiyerek hayattan silinebilirsiniz.
İşte Müslümanlara karşı emperyal kozlarını oynayan küresel düzen, kendisine böyle kutsallar inşa ediyor. Müslümanların kendi kutsallarına olan hürmeti ise ayaklar altında çiğneniyor.
Müslümanlardan Allah’a, Rasûlullah’a, İslam şeriatına ve İslami ahkamlara yönelik hakaretler karşısında sessiz kalmaları bekleniyor. Ancak yine Müslümanların eşcinsel sapkınlığı eleştirmemeleri, Yahudilerin Haçlılarla ittifak halinde Müslümanlara karşı giriştiği katliamları sessizce izlemeleri isteniyor.
İslam âlemi kendi dinlerini sadece kültürel bir öğe gibi yaşamaya, onun siyasi, sosyal, ahlaki yönlerini yok etmeye mecbur bırakılıyor. Böylece İslam dini, tahrif edilmiş ve beşer yapımı diğer inanç ve ideolojilerle bir tutulmaya çalışılıyor.
Bugün, insanı ilah yapan demokratik düzenin savunucularının ahlaksızlıktan ve yozlaşmışlıktan dem vurması büyük bir çelişkidir. Zira kendi arzuladıkları demokratik düzen bizzat bu ahlaki yozlaşmayı temele alır.
İnsani ilahlaştırarak tüm beşer soyunu helaka doğru götüren bu küfür düzeni karşısında tek çıkar yol, tek kurtuluş reçetesi İslam’dır. Müslümanlar İslam’ı tatbik ederek sadece kendi beldelerini değil, Batılı beyaz adamın baskısı altında insanlığını yitiren tüm dünyayı kurtaracaktır.
İnsanı ilah yapan demokratik düzenin ifsad edici ve bozguncu yapısı, onun kutsalları ve ahlaksızlığı ancak İslam’ın hükümlerinin yaşam bulması ile aşılabilir.
Kutsalsız sistemin beşerî kutsallarını bertaraf ederek gerçek kutsalların hükümranlığını tesis etme niyazıyla…