Kurtuluşa Eriştiren Azık: Sabır Ve Sebat

Müminlere Nidalar – Muhammed Sadık Türkmen / 2020 Haziran / 91. Sayı

Ey iman edenler! Sabredin. Sabır yarışında düşmanınızı geçin. (Cihad için) hazırlıklı ve uyanık olun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (A-li İmran, 200)

İslam’ın Irak ve Şam bölgesinde yayılma döneminde Rumlar, ashabı kirama mağlup olunca Heraklius mağlubiyet nedenini araştırdı ve geri dönenlere: “Neden mağlup oldunuz, onlar da sizin gibi değiller miydi, siz onlardan çok değil miydiniz?” dedi. Komutanlar: “Evet bizler daha çoktuk”, deyince. “O halde neden mağlup oldunuz?” dedi. Komutanlar: “Onlar geceleri namaz kılar, gündüz oruç tutarlar, sözlerine bağlıdırlar, iyiliği emreder kötülükten sakındırırlar, hukuka riayet ederler. Bizler ise içki içeriz, zina ederiz, haram işleriz, sözü yerine getirmeyiz, gasp ve zülüm ederiz, kötülüğü yayar iyilikten alıkoymaya çalışırız” dediler. Heraklius: “İşte asıl mesele burada” dedi.[1]  

İslam, Müslümanların zafere kavuşmasını belirli şartların yerine getirilmesine bağlamıştır. Zafere ulaşmak için her yola başvurmak meşru değildir. Kurtuluşa ermeyi sadece dünyada düşmana galip gelmek olarak tanımamıştır. Çünkü asıl kurtuluş insanın Allah katındaki kurtuluşudur vurgusunu yapmıştır. 

Şüphesiz nefsini arındıran insan ile bu arınmayı yapmayan insan arasında büyük fark her yerde tezahür eder. Ne kadar yüce gayelere ulaşma telaffuz edilse de bu yüce gayelere ulaştıracak yüce erdemler Müslümanda hasıl olmadığı müddetçe, ortaya konan aceleci davranışlar güzel bir netice vermez. Bu durumda çöllerde hayretler içerisinde su arayan seyyah misali gördüğü her dalgalanmayı su zanneder. O suya daldığında eline çölün sıcak toprağından başka bir şey gelmediğini görünce bunun bir serap olduğunu anlar.

İşte bu dünya çölünde seyahat eden Müslüman önüne kendisini celbedecek pek çok serabın geleceğini göz önünde bulundurarak hazırlık yapmalıdır. Bu hazırlık zorluk zamanında ayakları sabit kılacak, yükselen her çığlığa iltifat ettirmeyecek ve Müslümanların uzun gayretlerle ortaya çıkardıkları emeklerini de zayi olmaktan muhafaza edecektir. Kaldı ki Müslümanların elinde zafere ulaştıran gerekli tüm sebepler mevcuttur. Dolayısıyla selefimizi zafere ulaştıran sebeplere sarılarak aynı güzel neticeye ulaşmak daha doğru bir yöntemdir. 

İslam’ın prensiplerine bağlı olarak hareket edildiğinde ne gibi güzel neticeler elde edildiğine dair İslam tarihinde çok önemli bir hadise yaşanmıştır. Ömer b. Abdulaziz Müslümanların elinde 7 yıl kaldığı halde Semerkand’ı geri vermiştir. Sebebi ise kentin müşrik halkı, Ömer b. Abdülaziz’e orayı fetheden Kuteybe’nin kendilerini davet etmeden kentlerini aldığını söylemeleriydi. Ömer b. Abdülaziz de şikâyeti haklı bulup, kenti kendilerine teslim etti. Bu eşsiz hareketi gören halkın çoğunluğu kendiliğinden Müslüman oldu.[2]

İlk Müslüman topluluğunun üzerinde olduğu hazırlıkta yapılan sabır gibi sağlam bir irade ile yol almak gerekmektedir. Kur’an ve sünnetten görülen her delili acele olarak ele alma konusunda sabırlı olmak gerekmektedir. Zira her nass o konudaki nihai karar olmayacağı gibi uygulanması için gerekli şart ve ortamın da müsait olması icap eder.

Müfessirlerin ayet ile ilgili görüşleri:

Bu konuyu İmam Kurtubi’nin tefsirinden özetleyerek bazı önemli noktalara değinmek istiyoruz: 

Şöyle diyor: “Rabitu” kelimesinin manası hakkında ihtilaf edilmiştir. Ümmetin cumhuru şöyle dedi: “Düşmanınıza karşı atlarla nöbet tutun, yani düşmanlar nasıl atlarını hazırlıyorsa siz de aynı şekilde hazırlayın” …

Fıkıh alimlerine göre Allah yolunda murabıt (nöbet tutan) kişi sınırdaki geçitlere göz dikerek bir müddet bekleyen kişidir. Bu görüşü Muhammed b. Mevvaz belirtmiş ve rivayet etmiştir. Sınırlarda aileleriyle daima ikamet eden, orayı imar eden ve orada kazanç elde edenler her ne kadar koruyucu vasfında olsalar da murabıt değildirler. Bu görüşü İbn Atiyye söyledi…

Sınırda nöbet tutmanın faziletleri ile ilgili olarak pek çok hadis rivayet edilmiştir. Onlardan biri de Selh b. Sad es-Saidi radıyallahu anh’tan Buhari’nin rivayet ettiği hadistir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah yolunda bir gün nöbet tutmak dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır”.[3]

Sahihi Müslim’de şu rivayet geçmektedir: Selman radıyallahu anh şöyle dedi “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle derken işittim: ‘Bir gün ve bir gece nöbet tutmak bir ayın orucundan ve gece namazından daha hayırlıdır. Şayet bu kişi ölürse yaptığı amel defterine sürekli olarak yazılır, rızkı kendisine akar ve kabir meleklerinin sorgusundan emin olur.”

Ebu Davud’un süneninde Fedale b. Ubeyd’in Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisini rivayet etti: “Ölen herkesin ameli kesilir ancak nöbet bekleyeninki kesilmez. Onun ameli kendisi için kıyamete kadar artar. Kabir meleklerinin sorgusundan da emin olur.”[4]

Bu iki hadiste nöbet tutmanın ölümden sonra sevabı kalacak amellerden daha fazla olduğuna delalet vardır… Çünkü sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan ilim ve ebeveynine dua eden salih evladın amelleri; sadakanın bitmesi, ilmin kaybolması ve evladın ölmesiyle kesintiye uğrar. Sınırda nöbet beklemenin ecri ise kıyamet gününe kadar katlanır…

Ebu Seleme b. Abdurrahman şöyle dedi: “Bu ayet namazdan sonra diğer namazı bekleme ile alakalıdır. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında sınırda nöbet bekleme şeklinde savaş yoktu. Bu rivayeti Hâkim Ebu Abdullah sahihinde zikretmiştir. Ebu Seleme kendi görüşüne Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözünü delil getirmişti: “Allah’ın kendisiyle hataları sildiği ve dereceleri yükselttiği şeyi size göstereyim mi? Zorluklarına rağmen abdesti güzel almak, mescitlere çok adım atmak, bir namazdan sonra başka bir namazı beklemek. (Üç defa) İşte ribat budur.”[5]

Fahreddun er-Razi, Tefsirul Kebir’de şöyle dedi: “Bilesin ki ribat lafzını her rivayet edilen görüşe ait kılmak mümkündür. Ribat kelimesinin aslı sıkma ve bağlamadır. Bir işe sabreden kişi için “kalbini bu işe bağladı” denilir. Bazı alimler ribatı, bağlanmak ve sebat etmek olarak açıkladılar. Bu manada daha önce zikrettiğimiz sabır ve nefsi bağlamaya işaret etmektedir. Bunula beraber bu sebatın ve bağlanmanın cihad ile ilgili olması da namaz ile alakalı olması da caizdir. En iyisini Allah bilir.[6]

Ayetin işaret etmiş olduğu güzel manaları cem etmesi açısından sizi merhum Seyyid Kutub’un Fizilal’i ile baş başa bırakıyoruz:

“Ey iman edenler, sabredin ve sabır yarışında ileri geçin ve cihad için hazır ve rabıtalı bulunun. Ve Allah’tan korunun ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmran, 200)

“Gerçekten bu yüce bir çağrıdır, iman edenler için bitmeyen bir çağlayandır. İlahi nizamın mesuliyetini omuzlarına yükleyenlere ulvi bir değer ve takdir ölçüsüdür. Bu çağrıya ve bu mesuliyete onları layık gören ilahi bir takdirdir. Yerde ve gökte onlara en şerefli özelliği veren Rabbani bir ruhtur.

 ‘Ey iman edenler!’

İlahi çağrı… Sabır… Sabırda yarışma… Cihada hazırlık… Ve takva…

Âl-i İmran suresi, daha başlangıçta sabır ve takvayı ele alıyor. Sabır ve takvanın anlamlarını vererek konuya giriyor. Ve işte yine sabra ve sabırda yarışmaya davet ediyor. Takvaya ve cihada hazır bulunmaya çağırıyor. Bu davetle başlayan sure, bu davetle gelişen sure, işte yine bu davetle nihayete eriyor. Ne kadar güzel ne uygun ve ne uyumlu bir sonuç!…

Sabır, bir azıktır. Bu davanın yol azığıdır. Çünkü bu yol uzun ve meşakkatli bir yoldur. Bela ve musibetlerle yüklü bir yol… Ve bu yolda sabır… İşte bu davanın azığı!

Sabır, sabır, sabır… Her şeye sabır!… Nefsin istek ve şehvetlerine sabır!… Heves ve arzularına sabır!… Zayıflık ve noksanlığına sabır!… Bıkkınlık ve aceleciliğine sabır!…

Sabır!… İnsanların şehvet ve arzularına, zayıflık ve noksanlıklarına, cehalet ve kötü niyetlerine sabır!… Fıtri sapıklıklarına sabır!…

Tekebbür ve tefahürlerine sabır!… Hakikatten uzaklaşmalarına sabır!… Hemen neticeye ulaşmak için aceleciliklerine sabır!…

Sabır!.. Batılın hilelerine, isyanın sertliğine, inkarın utanmazlığına, kötülüğün tetikte bekleyişine, şehvetin galebesine, gurur ve iftiharın kudurganlığına sabır!… Yardımcıların zayıflığına, tutacak ellerin azlığına, yolun uzunluğuna, zorluk ve sıkıntı anlarında şeytan vesveselerine sabır!…

Sabır!… Bütün bunlara karşı mücadelenin zorluğuna sabır…

Nefislerin ihdas ettiği kin ve gazaba, ızdırap ve sıkıntıya, bazen hayır hususunda itimadın zayıflamasına bazen beşerî tabiatta ümidin azalmasına sabır!… Usanç ve bıkkınlığa, yeis ve ümitsizliğe sabır!… 

Sabır!… Nefsini zaptetmeye sabır!… Zafer ve galibiyet anlarında, kudret ve hakimiyet demlerinde kendine hâkim olmaya sabır!… Bolluk ve bereket günlerinde şükür ve tevazuya sabır!… Güçlü olduğu zamanlarda intikama teşebbüs etmemeye, kibir ve gurura kapılmamaya sabır!… Hak olan kısası, düşmanlık vesilesi yapmamaya sabır!…

Sabır!… Zorlukta da kolaylıkta da Allah ile olan irtibatı devam ettirmeye sabır!… Allah’ın kaderine teslim olmaya sabır!… 

Bütün bunlara sabır!… Ve benzerlerine sabır!… Bu uzun ve zorlu yolda tesadüf edilecek her şeye sabır!… 

İman eden yiğitler, bu meşakkatleri pratik olarak birçoklarını bizzat tatmışlar, ızdıraplarına bizzat katlanmışlardır. Çünkü onlar, yukarıdaki ilahi çağrının manasını anlamış ve ruhunu kavramışlar. Allah’ın, kendilerinden istemiş olduğu sabrın ne anlama geldiğini biliyorlardı.

Sabırda yarışma… Bu ulvi duygularda müsabaka yapma… Müminlerin sabrını kırmak için çalışan düşmanlarla sabır yarışı… Bir tarafta düşmanların, öbür tarafta müminlerin yarışları… Sabır yüklü bir yarış!… Müminlerin sabrını bitiremeyen ve onları, düşmanlarından daha kuvvetli ve daha sabırlı yapan, uzayıp giden mücadeleler…

Bizzat kendi içlerinde gizlenen düşmanlarından, nefislerinden, düşmanların en şerlilerinden gelen darbelere karşı sabır!

Sanki bu, bir karşılıklı yarıştır, bir müsabakadır. Sabra sabırla mukabeleye davet ediyorlar… Müdafaya müdafa ile… Gayrete gayretle… Israra ısrarla… Yarış devam ediyor.

Ama müsabakayı müminler kazanıyor. Düşmanlarından daha sabırlı ve daha kararlı olan müminler…

Batıl ısrarla, sabırla yoluna devam edince, hak ne yapacaktı ki? Elbette o da daha büyük bir ısrar ve daha büyük bir sabırla yoluna devam edecekti!

Savaştan kaçmamak… Düşman hücumlarına hedef olan noktalarda cesaretle karşı durmak… Gaflete düşmemek… Düşman karşısında uyuklamamak… Bu davanın mesulü ve temsilcisi olarak çağrıldığı andan itibaren daima hazır ve uyanık bulunmak… Düşman hilelerine katiyen aldanmamak…

Hangi zaman ve mekânda olursa olsun düşmanın sahte sözlerine asla inanmamak… İleriyi görmek… Feraset sahibi olmak… Ta kıyamete kadar cihada hazırlanmaktan asla kendini uzak tutmamak…

Bu ilahi davet, insanlara gerçek hayatın nizamını arz ediyor. Realitenin prensiplerini gösteriyor. Bir nizam ki beşerî vicdanlara, insani duygu ve düşüncelere, kısaca hayatın tüm yönlerine hükmediyor. İşte bu nizam adil, dürüst ve bütün hayırları sinesinde barındıran bir nizamdır.

Fakat cahili sistem ve otoriteler bu adil, dürüst ve hayırlı nizama fırsat vermiyor. Çünkü batıl; adaleti, hayrı ve doğruluğu katiyen sevmez. Zulüm; adalete, dürüstlüğe ve iyiliğe asla razı olmaz. 

Bunun içindir ki bu davanın düşmanları cahil, sapık ve zalimlerdir. Bunlar; ilahi davetle savaş eden menfaatperest ve sömürme heveslisi beyinsizlerdir. Menfaat ve ihtirastan vazgeçemeyen yüzsüzler!… Zulüm, kibir ve gururdan ayrılmayan kötü ruhlular!… İslam’a cephe alan sahtekârlar ve şehvetperestlerdir…

İşte bütün bunlarla cihad… Bütün bunlara sabır ve bu sabırda yarış… Bütün bunlara tedbir ve hazırlık… 

Müslümanlar, bu tabii düşmanlarından nasıl gaflette olabilirler? Her nesilde ve her mekânda mevcut olan bu zalimlerden nasıl habersiz olabilirler?

Bu dava, hiçbir esasının terkedilmesine katiyen razı olmaz ve değişmez ahkamının bütünüyle yeryüzüne hâkim olmasını ister.

Bu dava, ebediyen varlığını devam ettirecek olan bir nizamdır. Bu nizamı ve bu ahkamı beğenmeseler de… Hile ve desise ile, kuvvet ve kudretle önüne geçmek isteseler de… Devirler boyu fırsat kollasalar da… Kalple, dille, elle ona savaş açsalar da… O, yine var ve yine üstündür. Çünkü bu davanın erleri, tedbir ve hazırlığını asla gevşetmez. Bir an dahi gaflete düşmez ve uyuklamazlar.

Takva… Bütün bunlara sahip olan takva… Gönülde, uyanık bir muhafız ve gaflete karşı bir siper olan takva… Zaafiyete ve zulme boyun eğmeyen takva… Bu yolda, bu davada gevşekliğe asla razı olmayan takva…

Takva, müminin gönlünde uyanık ve daimî bir muhafızdır. Çünkü, bu yolda meşakkati göze alan şahsiyet sahipleri, buna muhtaçtırlar.

 İşte; ilahi çağrı, sabır, sabırda yarışma, cihada hazırlık ve takva… Ve sonunda; 

 “Umulur ki felah bulursunuz.”


[1]İbni Kesir, el-Bidaye, c.VII, s.15

[2]. Belazuri, Futuhul Buldan, s.122

[3]. Buhârî, 2892

[4]Ebu Davud, 2500

[5]Muvatta, c.I, s.161; Müslim, 251, (Detaylı bilgi için Kurtubi tefsirine bakabilirsiniz)

[6]. Et- Tefsirul Kebir aynı ayetin tefsiri