Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2019 Aralık / 85. Sayı
Geçtiğimiz yıl Türkiye gündemini uzun süre işgal eden, bizim için önemsiz ama birileri için oldukça önemli bir isim vardı. Şu sıralar unutulmuş olabilir. Malum, toplum olarak siyasi hafızamız biraz zayıf. Ama meselenin önemine binaen hatırlamak ve hatırlatmakta fayda görüyorum.
Bahsini ettiğim kişi, aslında 20 yıldır Türkiye’de yaşayan ama ismini çok sonraları öğrendiğimiz ajan/ rahip Brunson. İçinizin burkulduğunu hisseder gibiyim. Neyse… Süreci kısaca özetlemek gerekirse Brunson, 9 Aralık 2016 günü gizli bir tanık tarafından verilen ifade ile casusluk yapmaktan tutuklanmıştı. Ancak meselenin siyasi arenada oluşturduğu yankı 2017’de duyulmaya başlandı ve Türkiye-Amerika görüşmeleri ağırlıklı olarak bu minvalde gerçekleşti. Bu dönemde Amerika’nın masum(?) vatandaş Brunson için yapmış olduğu girişimler ve ekonomik düzeni manipule etme çabaları bolca gündeme geldi. Ancak bu uğraşlar sonuç vermemiş olacak ki mahkeme 2018’in mart ayında bu şahıs için müebbet hapis cezası istedi ve süreç 35 yıl ceza talebiyle devam etti. ABD, biricik vatandaşını yalnız bırakmayacak ve serbest kalması için her türlü yola başvuracaktı. Bunun için 37 Senatör ve 78 Kongre üyesi Cumhurbaşkanı’na mektup yazmış, serbest bırakılıp sınır dışı edilmesini istemişti. Türkiye-Amerika arasını mekik dokuyan senatörlerini daha söylemiyorum bile. Diğer yandan ABD Başkanı Trump da tehditler savurmaktan geri durmuyordu. Bu sıralarda Brunson 3 defa duruşmaya çıkarılmış, üçünde de tahliye talebi reddedilmişti. Her karardan sonra ABD, tehditlerin dozunu biraz daha arttırıyordu. Baskılar arttığından olacak ki Brunson 25 Temmuz 2018 günü sağlık sorunları bahane edilerek ev hapsine alındı. Ama Amerika buna da razı değildi. Cevabın gelmesi gecikmedi. Ertesi gün aleni bir tehdit gelmişti: “Hemen serbest bırakın ya da sonuçlarına katlanmaya hazır olun!” Süreç karşılıklı restleşmelerle 12 Ekim gününe kadar geldi. Ve maalesef Brunson için ABD’nin beklediği karar çıkmış, ezici bir mağlubiyet yaşanmıştı. Verdikleri mesaj gayet açıktı: “Hiçbir vatandaşımızın kılına dahi dokunamazsınız!”
Bu olay şahsen bir Müslüman olarak bana çok şeyler düşündürdü. Zira Arakan’da akıl almaz işkenceler ile öldürülen, Suriye’de her gün üzerlerine bomba yağdırılan, Filistin’de hayatları kendilerine dar edilen Müslüman kardeşlerimizin bir ajan kadar da mı değeri yoktu? Amerika sadece bir vatandaşı için bile bu kadar mücadele ederken bizim kardeşlerimiz için neden güçlü bir sesimiz, sağlam bir müdafimiz çıkmıyordu! Oysaki Allah azze ve celle Kur’an-ı Kerim’in müteaddit (birçok) yerinde izzetin bütünüyle Allah azze ve celle’ye, Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’ne ve müminlere ait olduğunu buyurmuyor muydu? Nerede kaldı Müslümanın izzeti, şerefi! Nerede kaldı “Kenar-ı Diclede bir kurt kapsa koyunu, gelir de adl-i ilâhi Ömer’den sorar onu!”diyecek şuurdaki idarecilerimiz!
Aslında yaşadığımız durum tam da Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in haber verdiği gibiydi. Ashabıyla beraber otururken buyurmuştu ki: “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.”
Ordakilerden birisi: “Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayır, aksine siz o gün kalabalık fakat selin önündeki çer çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini söküp alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.” buyurdu.
Yine bir adam: “Vehn nedir ya Rasûlallah?” diye sorunca:
“Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir.” buyurdu.[1]
Evet, başka bir açıklaması olamazdı gerçekten. Kıl kadar değeri olmayan dünyaya değer verenin dünyada da kıl kadar değeri olmayacaktı. Yanlış yaptığımız nokta tam olarak burasıydı. Değilse Brunson olayında Amerika’nın tek bir adam için yaptıklarına şaşırıyor değilim. Zira onların yaptığının bin kat fazlasını insanların Efendisi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem zaten yapmıştı. Bunlardan haberdar mıyız acaba? Mazur görün, siyer okumalarında “şu tarihte doğdu, şu tarihte öldü, annesinin adı buydu, babasının adı şuydu”nun ötesine geçemediğimiz için soruyorum. Yıllardır kutlu doğum haftaları, mevlid kandilleri düzenlenir ama ben şahsen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bir Müslümanın şerefini korumak için neler neler yaptığının anlatıldığına hiç şahit olmadım.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem diğer devletlerin hükümdar ve valilerine İslam’a davet için mektuplar gönderirdi. Bu mektuplardan birisi de Haris bin Umeyr radıyallahu anh tarafından Busra emirine tebliğ edilecekti. Haris radıyallahu anh, Mute’ye vardığında Gassani emirlerinden Şurahbil bin Amr, yolunu keserek nereye gittiğini sordu. Gassaniler Bizans’ın o bölgedeki uydu devletçiklerinden birisiydi. Haris radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aalyhi ve sellem’in elçisi olduğunu söyleyince, zalim Şurahbil, elçinin dokunulmazlığı kaidesini çiğneyerek o mübarek sahabiyi hunharca şehit etti. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, Haris radıyallahu anh’ın bu şekilde şehadetine çok üzüldü. İslam’a ve Müslümanlara karşı açıktan açığa bir tecavüz mahiyetindeki bu hareket, Müslümanları hiçe saymak manasına geldiğinden, derhal üç bin kişilik bir ordu hazırlandı. Aksi takdirde Medine İslam Devleti’nin itibarı zedelenir, Müslümanın şerefi, haysiyeti ayaklar altına alınmış olurdu.[2]
3.000 kişi olarak yola çıkan Müslümanlar karşılarında 100.000 kişilik bir ordu bulmuşlardı. Hem de bu ordu öyle çaylakların oluşturduğu bir ordu falan değil dönemin en büyük gücü Bizans imparatorluğu tarafından techiz edilen bir orduydu. Meseleyi uzatmayayım. Neticede Müslümanlar bu savaşta Zeyd bin Harise, Cafer bin Ebu Talip, Abdullah bin Ravaha radıyallahu anhumgibi önemli nice isimleri şehit verdiler. Bunlardan birisi “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gözdesi” olarak isimlendirilen evlatlığı, diğeri O’na yaratılış ve ahlak bakımından en çok benzeyen amcaoğlusu bir diğeri de şiirlerini düşmana ok gibi gönderen şairi Abdullah b. Ravaha’sıydı.
Düşünebiliyor musunuz? Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o dönemin Amerikasına 3.000 kişi ile meydan okuyor, bu yolda göz bebeklerini, aslan parçalarını şehit veriyor. Hem de ne için! Tek bir Müslümanın kanını, hukukunu muhafaza için.
İşte o büyük insanın nazarında bir Müslümanın şerefi, canı bu kadar değerliydi. Sadece tek bir Müslüman için bile değerdi. İşin bir diğer güzel tarafı savaşa katılan sahabilerin hiç biri bu konuda itiraz etmeden onca yolu tepmiş, canlarını seve seve ortaya koymuştu. Bilirlerdi ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in nezdinde her bir Müslümanın şerefi çok değerliydi. Bugün tek bir kişi için ordu hazırlayan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem günü gelir onlar için de hazırlardı. Evveldi, güzeldi. Fedakâr, samimi Müslümanların Allah azze ve celle katında da toplumlar nezdinde de böyle güzel bir ağırlığı vardı.
Dedik ya, tarihimizde buna benzer nice olaylar var. Bunları ne biz satırlarımıza sığdırabiliriz ne de Batı zihin dünyasına. Yine de bir miktar anlatmaya devam edelim.
Benzer bir diğer olay ise Medine çarşısında cereyan etmişti. Rivayetlerin ifadelerine göre Medineli ensardan bir zatın hanımı, yüzü örtülü olduğu halde, bir Yahudi kuyumcunun dükkânına ziynet eşyası almak maksadıyla girer. Yahudiler kadının yüzünü açmaya çalışırlar ancak kadın kapalı oturmakta ısrar eder. Derken, Yahudinin biri, kadına hissettirmeden arkasından elbisesinin eteğini bir diken ile beline iliştirir. Kadın ayağa kalkınca eteği açılıverir. Hazır bulunan Yahudiler eğlenerek kahkaha ile gülerler. Bu hal karşısında kadın feryadı basar. Oradan geçmekte olan bir Müslüman çığlığı duyunca kadının imdadına koşar. Müslümanla Yahudi boğaz boğaza gelirler ve sonunda Müslüman Yahudiyi öldürür. Bunu gören oradaki Yahudiler de Müslümanın üzerine çullanarak şehid ederler.[3]
Bu olayın akabinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, hicretten yirmi ay sonra şevval ayının ortasında Beni Kaynuka‘nın mahallesini kuşattı ve on beş gün sonra teslim aldı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in esirlerden, sayılarının 700 civarında olduğu nakledilen savaşçı erkeklerin öldürülmesine karar vermesi üzerine Hazrec kabilesinin reisi Abdullah b. Übey b. Selul, Beni Kaynukalıların kendilerinin müttefiki olduklarını belirterek bağışlanmalarını istedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, münafıkların başı olduğunu bilmesine rağmen onun ısrarı üzerine kabile mensuplarının tamamının Medine’den sürülmesini emretti. Ayrıca onlara şehirden ayrılmaları için üç gün süre tanındı ve alacaklarını tahsil etmelerine izin verildi. Ticaret ve zanaatla uğraştıklarından toprak sahibi olmayan Beni Kaynuka Yahudileri çok sayıda silahla, silah yapımında ve kuyumculukta kullandıkları malzemeyi bırakarak Medine’den ayrıldılar ve bir ay kadar Vadilkura’da kaldıktan sonra Suriye taraflarına gidip Ezriat’a yerleştiler.[4]
Yahudiler bugün olduğu gibi o gün de zengindiler, küstahtılar. Ancak karşılarında onlara cevap verecek, haklarını savunacak bir İslam toplumu vardı. Günümüzde ise yüzlerce Müslüman kadının iffetine tecavüzde bulunup en mukaddes beldelerimize saldırırlarken bizler ümmet olarak felçli hastalar gibiyiz. Hiçbir şey hissetmeyen, duyguları dondurulmuş ruhsuz kalabalıklar yığını… Bırakın bir Müslümanı müdafa etmeyi daha efendimiz, kıymetlimiz Peygamberimiz, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i bile savunamıyoruz. Adamlar aleni bir şekilde efendimiz için hakaretvari karikatürler çizme cüretinde bulunurken biz hala masumane(!) bir şekilde insan haklarından, medeniyetten bahsetmeye devam edelim. Onlar, yaptıkları sefil işlere sanat, bizim meşru müdafamıza gericilik desinler, susalım. Onların savaşçıları beyaz atlı prens, bizimkiler ise “irhabi” olarak anılmaya devam etsinler, ses çıkarmayalım. Öyle mi? Tabi ki hayır!
Unutmayalım ki isimlerini hayırla yâd ettiğimiz, Allah azze ve celle’nin kendilerinden razı olduğu o güzel ashab böyle yapmamıştı, biz de böyle yapmayalım. Şu olaya can kulağımızı, kalbimizi, tüm ruhumuzu verelim lütfen!
“Münafıkların reisi olan İbn-i Selül hiç boş durmuyor Beni Müreysi gazvesi esnasında fitne çıkarmaya devam ediyordu. Medinelileri başına toplayıp; “Medine’ye döndüğümüzde Muhammed ve etrafındakilere hiç bir şey vermeyin ki, Muhammed’in etrafından dağılsınlar. Şüphesiz Medine’ye döndüğümüzde şerefliler (yani münafıklar), zelil olanları (yani Peygamberimiz ve Ashabını) Medine’den çıkaracaktır” diyerek içinde gizli olan küfrünü dışına vurmuştu. Bu husus ise, Münâfikûn sûresi 7. ve 8. ayetlerinde mealen şöyle haber verildi:
“Onlar öyle kimselerdi ki (ensara): “Allahu Teâlâ’nın Peygamberi nezdinde bulunan kimselere (muhacirlere) infak etmeyin. Tâ ki dağılıp gitsinler” diyorlardı. Hâlbuki göklerin ve yerin hazineleri, Allah’ındır. Fakat o münafıklar bunu anlamazlar. Onlar; “Eğer bu savaştan (Müreysî gazvesinden) Medine’ye dönersek; kuvvetli, şerefli kimseler (yani münafıklar), zayıf ve zelil kimseleri (yani müminleri) oradan çıkaracaktır” diyorlardı. Hâlbuki şeref ve üstünlük, Allah’ın, Peygamberinin ve O’na inananlarındır. Fakat münafıklar bu hakikati bilmezler.”
Abdulah bin Ubey bin Selül’ün bu sözlerini duyan Zeyd bin Erkam raduyallahu anh, Ömer radıyallahu anh’a haber verdi. O da, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek olanları anlattı ve “Ya Rasulallah! İzin ver de Abbad bin Bişr, bu herifin başını uçursun” dedi. Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Ömer radıyallahu anh’ı teskin ederek; “Ey Ömer! Halk “Muhammed artık arkadaşlarını öldürtüyor” demez mi? Hayır, sadece çağır, ordu yürüyüşe başlasın” buyurdu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in o saatte yola devam etmek âdeti olmadığı halde, yürüyüş emri verdi. Her zamanki âdetini terk ederek, istirahat vermeden uzun müddet yolculuğu devam ettirdi. Yolculuk telaşıyla, kimse münakaşa edecek vakit bulamadı ve konu böylece kapandı.
Abdullah bin Übey bin Selül, Peygamber efendimize giderek, Zeyd bin Erkam radıyallahu anh’ın naklettiklerini, kendisinin söylemediğine dair yemin etti. Bu sırada Münafikun suresi nazil olup, İbni Selül’ün nifakı ortaya serildi.
İbn-i Selül’un oğlu Abdullah radıyallahu anh, samimi mümin olup, sahabeyi kiramdan idi. Medine’ye girişte babasının atının dizginini tutup: “Vallahi, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şerefli, münafıkların zelil olduğunu söylemedikçe seni Medine’ye sokmayacağım” dedi. İbn-i Selül bu sözleri söyledikten sonra Medine’ye girebildi. Oğlu Abdullah radıyallahu anh, babasının öldürüleceği şeklinde bir teklif olduğunu haber alınca, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize giderek: “Ya Rasulallah! Eğer babamın öldürülmesini emredeceksen bana emret. Zira Hazrec kabilesi içinde ebeveynine benden daha hürmetli kimse yoktur. Eğer onu başkası öldürür, sonra da ortalıkta Abdullah bin Übey bin Selül’ü öldüren kişi olarak dolaşırsa, nefsim bana galip gelebilir. Ben de intikam için onu öldürürsem, bir kâfirin uğruna bir Müslümanı öldürmekten çekiniyorum” dedi. Fakat Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayır, biz ona merhametli davranacağız. O bizimle iyi geçindiği müddetçe, onunla iyi geçinmeye devam edeceğiz” buyurdu.[5]
İşte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, işte Ashab-ı Kiram. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Müslümanların maslahatından dolayı hakkından vazgeçiyor ve Ubey b. Selül’ü cezalandırmıyor. Ama en başta Ubey b. Selül’ün oğlu olmak üzere ashabın tamamı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şahsına yapılan bu çirkin hareketi kabul etmiyor. Evlat çıkıyor ve Rasûlullahsallallahu aleyhi ve sellem’in onuru için hain babasını cezalandırmak istiyor. İşte onların ahlakı, samimiyetleri böyleydi. Bir Müslümanın onurunu çok önemserlerdi. Ama söz konusu olan müminlerin lideri olunca akan sular duruyor, boğazlar düğümleniyor, kılıçlar çekiliyordu. Bu bağlılıklarından dolayı da Allah azze ve celle onlara kısa zamanda çok büyük bir güç ihsan etti ve gerilerinde güzel bir nam bıraktı.
Bize gelecek olursak; İslam’ın Müslümanın şerefine verdiği önemi iyice kavramaktan başka çaremiz yok. Unutmayalım ki Müslümanlar olarak imanınımızdan dolayı daima güçlüyüz, üstünüz. Ve hiç bir toplumu taklit etmeye, peşlerinden gitmeye ihtiyacımız yoktur. Yapmamız gereken tek şey, zaaflardan kurtularak kalbimizdeki sağlam inançtan ilham ve güç almak. Zira İslam ümmetinin neredeyse son üç asrı batı hayranlığıyla heba oldu. Ve arkadan gelen her yeni nesil bu hayranlığın kurbanları olmaya devam ediyor. Onlara yeniden anlatmalıyız bir Müslümanın asıl değerini. En düşük durumdaki bir müslümanın bile Amerika Başkanı Donald Trump’tan ve tebasından daha ağır bastığını. Hayvan haklarının bile Müslümanların haklarından daha güçlü savunulduğu bir dönemde bunu anlatmak elbette zor olacak. Ama bir şekilde olmak zorunda. Bu hakikati başta kendi evlatlarımız olmak üzere tüm dünyaya kabullendirmek boynumuzun borcu.
Peki bu nasıl olacak diye sormayın sakın! Çünkü yolu yordamı belli bunun. Dünya üzerinde hiç bir kıymet ifade etmeyen Arap toplumu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte nasıl en üstün konuma geldilerse yine aynı şekilde olacak bu iş. Hatırlayın Ömer radıyallahu anh’ı, şu koca imparatorlukları dize getiren büyük insanı. Ne demişti: “Biz Allah’ın İslam ile izzetlendirdiği bir toplumuz. Eğer izzeti bunun dışında bir yerde arayacak olursak Allah bizi tekrar o zelil halimize çevirir.”
[1]. Ebu Davud, Melahim, 5
[2]. Vâkıdî, II, 755; İbn-i Kayyım, III, 381
[3]. Siret i İbn Hişam, 3/51-54
[4]. Tabakât, 2/29; Taberî, 2/297
[5]. İbn Hişâm, es-Sîre, III, 334-337; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 65; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, IX, 317-318