Baş Yazı – Hasan Karakaya / 2013 Nisan / 5. Sayı
Allah sizden iman edip salih amel işleyenlere onlardan öncekileri halife yaptığı gibi mutlaka halife yapacağını, kendileri için beğenip seçtiği dinini onlar için iktidar yapacağını, korkularını giderip yerine onlara güvenlik vereceğini vaad etti. (Böylece) bana ibadet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak koşmasınlar. Artık kim bundan sonra küfre saparsa, işte onlar fasıkların ta kendileridir. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin. Peygambere de itaat edin ki merhamet olunasınız.” (en-Nur, 24/55-56)
İslâm’ın fert ve toplum açısından İslâm Ümmeti tarafından gerçekleştirilmesini zorunlu kıldığı birtakım hedefleri vardır. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için belli yolların izlenmesi, belli bir süreçten geçilmesi ve belli bir takım prensiplere riayet edilmesi kaçınılmazdır.
İşte İslâm’ın gözettiği hedefleri – İslâm’ın öngördüğü ilke ve esaslara riayet etmek koşuluyla- gerçekleştirmeyi kendisine amaç edinmiş harekete “İslâmi Hareket” adı verilebilir.
İslâm’ın öngördüğü hedefleri kendisine hedef edinmeyen bir hareket, İslâm’ı gerçekleştirmek iddiasıyla ortaya çıkmak hakkına sahip olmadığı gibi, açık ya da üstü kapalı olarak İslâmî hedefleri gerçekleştirmek istediğini dile getiren fakat İslâm’ın bu hedefleri gerçekleştirmek için öngördüğü yolları ya da yöntemi izlemeyen bir hareket de İslâmî bir hareket olamaz.
Demek ki hareketin İslâmî olabilmesinin en önemli şartlarından bir tanesi de izlediği metodun “Nebevî” olmasıdır. Hz. Peygamber’in İslâm’ı hakim kılmak için izlediği metoddan farklı bir metod izlemek, hedefe ulaştırmaz. Aynı zamanda, bu metoda uygun hareket edilmesi halinde amellerimiz ibadet olur. Aykırı hareket halinde ise bu tür ameller bütünüyle boşa çıkmaya mahkumdur. Çünkü Hz. Peygamber: “Her kim bizim bu işimizde (dinde) kendisinden olmayan bir şey icad ederse (uydurursa) o red edilir” diye buyurmaktadır. “Çünkü sonradan uydurulan her şey bid’at ve her bid’at bir sapıklıktır” (1) Böyle bir ibadetin ifa edilmesi için gerekli ehliyet şartlarına sahip müslümanların İslâmî Hareket içerisinde yer almaları ve üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye çalışmaları farzdır. Çünkü İslâm’ın fert ve toplum açısından gerçekleştirilmesini öngördüğü hedefler gerçekleşmeden İslâmî hayatın yaşanması mümkün değildir. Yüce Rabbimiz İslâm’dan başka hiçbir dini yani İslamî olmayan bir hayat düzenini asla kabul etmeyeceğine göre İslâm’ı hayata egemen kılmak için gereken mücadeleyi İslâm’ın öngördüğü metotla vermek ve bu doğrultuda hareket etmek, her müslümanın temel sorumlulukları arasında, hatta en başında yer alır. Genel çizgileriyle nitelik ve gereğini vurgulamaya çalıştığımız “Nebevî Hareket”in mahiyetini ve diğer özelliklerini bir dereceye kadar detaylı olarak ele almadan önce; Nebevî Metodun gereğini vurgulayan bir takım ayet ve hadisleri hatırlatmakta fayda vardır sanırız.
A- Nebevi Metodun Gereği
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’in bütün emir ve hükümlerini ve Rasulullah (sav)in yüce sünnetini gereği gibi yaşayabilmek ve uygulayabilmek, İslâm’ın bir devlet düzeni olarak müslüman ümmet tarafından, uygulamaya konulması ile mümkündür. Ümmet, böyle bir kimlikle yani devlet kimliği ile ortaya çıkmadan İslâm’ın ve ona tabi olanların gereği gibi himaye edilmesi, müslümanların ve diğer bütün insanların başta din ve inanç hürriyetleri olmak üzere hürriyetlerinin korunabilmesi mümkün değildir. Yani İslâm’ın hükmetmediği yerde “ölümden beter” ve “ölümden büyük” olmakla nitelendirilen “fitne” var demektir. Allah’ın müslümanlardan ümmet olarak gerçekleştirmelerini istediği hedef ise “fitnenin yeryüzünden kaldırılması ve dinin yalnızca Allah’ın olmasıdır.” Bunun için gerekli olan cihad ihmal edilirse yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad başgösterir.
İşaret ettiğimiz ayetler “fitne”nin mahiyeti hakkında bize yeterli bir fikir vermektedir. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre belli bir coğrafyaya ya da bütün dünyaya egemen olan, eğer İslâm değil cahiliyye ise orada fitne vardır. Yani insanlar için, özellikle müslümanlar için inançlarının gereklerini hür bir ortam içerisinde ve engellerle karşılaşmaksızın yerine getirmeye imkan bulunmaz. Bunun da ötesinde insanlar yalnızca “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için zulüm altında kalırlar. Baskı ve işkenceler altında inim inim inletilir, hak yoldan vazgeçmeleri, akidelerini terketmeleri için zorlanırlar.
Bu ve benzeri durumlar “fitne”nin ta kendisidir. Ve İslâm ümmeti eliyle bütün fitnelere son vermek kaçınılmazdır. Çünkü yeryüzünde ne kadar fitne varsa, fitne ne kadar yaygın ise, o oranda Allah’tan başka sahte ilahların egemenliği sözkonusudur.
Bu temel gerçek İslâm’ın din olarak müslümanlar eliyle uygulamaya konulmasının kaçınılmaz olduğunu ortaya koymaktadır.
Bunun Nebevî Metodla gerçekleştirilme gereği ile ilgili olarak da şunları söyleyelim:
İslâm dışı her türlü inanç ve sistemin Allah’dan başka uydurma ilahlara kulluk etme sistemlerinin ortak adı olarak “cahiliyye” ya da “şirk düzenleri” ile Allah’ın tevhid ve O’nun mutlak Uluhiyet ve Rububiyetini her alanda (inanç, amel, ahlak, toplumsal, bireysel, siyasal, ekonomik, değer ölçüsü, birey-devlet, devlet-devlet, birey-birey ve toplum ilişkilerinde. . .) kayıtsız ve şartsız olarak kabul etmenin ifadesi olan “İslâm”ın herhangi bir noktada bir araya gelmelerinin imkansız olduğu bilinmelidir Esasen bu iki zıt kutbu temsil eden inanç ve hayat sistemlerinin her birisi ayrı bir ilaha ibadetin, ayrı bir ilahın dinini kabul etmenin yani ayrı varlıkları ilah edinmenin adı ve ifadesidir.
Cahiliye sistemlerinde esas Şeytana ibadettir. İslâm’da esas Allah’a ibadettir:
“Ey Ademoğulları! Şeytana ibadet etmeyin. Çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır. Ve bana ibadet edin diye size emir vermedim mi? İşte dosdoğru yol budur.” (2)
Şeytana ibadet değişik şekillerde kendisini gösterebilir. Türlü türlü kimliklerle karşımıza çıkabilir. Fakat bütün cahili düzen ve sistemlerin ortak özelliği, Allah’ın dini dışında olmaktır. Allah’dan başka varlıkların uluhiyyetini yani onların teklif ettikleri inanç ve hayat düzenini, ahlak, felsefe, değer ve ölçüleri koyanları ilah kabul etmektir.
Bütün bunlar ise, şeytanın telkinleriyle insanların karşısına çıkartıldığından dolayı son tahlilde “şeytana ibadet” etmeyi ifade ederler.
Şeytanın insan kılıklı uşaklarının hükümlerini kabul edip yönetim düzenlerine razı olup, boyun eğmek, onların koydukları değer ve ölçüleri kabul etmek, onları ilahlaştırmaktır. Tevhide ayıkırıdır, şirktir, iman ile bağdaşabilir bir amel değildir.
“Sana indirilenlere de senden önce indirilenlere de iman ettiklerini ileri sürenlere bakmaz mısın ki, onu inkar etmekle emrolundukları halde Tağutun önünde muhakeme olunmak isterler. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister.” (3)
Görülüyor ki İslâm ile Cahiliye arasında herhangi bir alanda bir araya gelmek, müşterek noktalarda buluşmak mümkün değildir. Çünkü mesele herşeyden önce itikadi olup ibadetle, uluhiyet ve rububiyet makamının kime tanınacağı ile ilgilidir.
Durum bu derece ciddi olduğuna göre hayatın her alanında olduğu gibi, değer, yargı, ölçü ve yöntem alanlarında da İslâm’ın özüne ters düşecek bir şekilde cahiliye ile kesişmesinin ya da ortak zeminde, platformlarda buluşmasının düşünülemeyeceği açıkça anlaşılmaktadır. Haliyle cahili hareketin tam zıttı olan İslâmî Hareketin, cahili yöntemleri benimseyeceği de düşünülemez. Çünkü hedef ve maksatlar açısından da İslâm ile cahiliye arasında tam bir zıtlık, aykırılık ve ayrılık sözkonusudur. Kesin bilgiye (yakine) sahip olan mü’minlerin bu hususta olsun, başka hususlarda olsun cahiliyye’den bir şeyleri iğreti de olsa alamayacakları apaçık gerçekler arasındadır.
“Onlar hâlâ cahiliye hükmünü (düzen, yönetim, yargı ve her türlü sistemini) mi arıyorlar? Yakin (kesin bilgi ki ancak vahiy bilgisidir) sahibi bir topluluk için hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (4)
1. Nebevî Metodun Gereğini Vurgulayan Bazı Ayeti Kerimeler
Şunu belirtmek gerekir ki, yüce Allah tarih boyunca gönderdiği bütün peygamberleri kendilerine itaat edilsin diye vazifelendirmiştir. Dolayısıyla peygamberlere iman etmek onlara itaat etmeyi de kaçınılmaz kılmaktadır.
Nitekim, Peygamber (sav) Efendimize de itaat etmek emri Allah’a itaat emri ile birlikte verilmiş bulunmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere de itaat edin. . .” (5)
Konu ile ilgili ve Hz. Peygambere itaati emreten, onun yolunu izlemeyi buyuran ayet-i kerimeler pek çoktur. Bunların ifade ettikleri ortak gerçek şudur: Müslüman için Rasulullah’ın uygulaması bağlayıcıdır. Rasulullah (sav)in herhangi bir konu ile ilgili sözlü, fiili ya da takrirî bir sünneti varsa, müslüman o hususta Rasulullah’dan başkasını örnek almak, ondan başkasının izinden gitmek yetkisine sahip değildir.
“Nebevi Metod” aslında hayatın genelini kapsayan bir disiplindir. Bununla birlikte, İslâmı hakim kılma sürecinde izlenmesi gereken yolu ifade etmek için özellikle bu tabiri seçmemizin sebebi şudur: Başka alanlarda Peygamberî metod tartışılmamakla birlikte – ya da çok az tartışılmasına rağmen – özellikle bu alanda müslümanların kimi zaman ve zeminlerde peygamberî metodu gözardı etmek gafletini göstermeleridir. Bu yüce ve her alanda izlenmesi gereken metodun, özellikle bu alanda ihmal edilmemesi gerekir.
İslâm adına, İslâmın hedeflerini gerçekleştirmek adına, yeryüzünde zulmü ve fitneyi kaldırıp Allah’ın adil düzenini uygulamak adına ortada olan ve varlık sebebini buna bağlayan bazı müslüman grupların; İslâm adına meydanda görülen pek çok cemaatlerin – sebebi ne olursa olsun – önemli hatalara düştüğü bu alanda; özellikle peygamberî metoda gereken önemin verilmesi kaçınılmazdır.
Bu husus kaçınılmaz olduğu gibi, bu metodun genel ve karakteristik özelliklerinin de müntesiplerinin zihinlerinde belli bir açıklığa kavuşturulması da aynı şekilde kaçınılmazdır.
Metodun belirgin kilometre taşlarını tesbite geçmeden önce, bu metodu izleme gereğini vurgulayan bazı hadisleri görmemiz yerinde olacaktır.
2. Nebevî Metodun Gereğini Vurgulayan Bazı Hadis-i Şerifler:
Bilindiği gibi İslâm dininin temel kaynakları, Kitap (Kur’an-ı Kerim) ve Sünnet (peygamberimizin söz, uygulama ve takrirleridir. Yani, karşısında yapıldığı ya da yapıldığını haber aldığı halde itiraz etmediği hususlar)dır.
Kur’an-ı Kerim’in bir harfinin bile bu şekilde Hz. Peygamber tarafından tebliğ edildiğinden en ufak bir şüphe yoktur. Bunun böyle olduğuna iman etmeksizin mü’min olunmaz.
Peygamber efendimizin, Sünnet-i Seniyyesi de insanlık tarihinde başka hiç bir kimseye nasib olmamış bir şekilde günümüze kadar korunmuş, bu konuya yani Sünnet ile ilgili değişik alan ve ilimlere dair sayısız eserler yazılmıştır. Onun örnekliği kıyamete kadar gelecek bütün insanlar için gereken şekil ve muhtevasıyla tazelik ve canlılığıyla, ilham kaynağı ve yol gösterici olmak özelliği ile muhafaza edilebilmiştir Zaten böyle olmasaydı, Kur’an’ın peygambere itaat etme emrini vermesi ve onun uyulmaya değer güzel örnek olarak sunulması bir anlam ifade etmezdi.
Peygamber efendimiz şu hadisi şerifinde zaten bu büyük gerçeği dile getirmekte ve Allah’ın Kitabı ile Sünnet-i Seniyye arasındaki kopmaz ilişkiye dikkat çekmektedir:
“Ben aranızda iki şey bırakıyorum. Onlara sarıldığınız sürece ebediyyen sapmayacaksınız; Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünneti.” (6)
Bütün bu özel ve genel emir ve buyruklarla İslâm ve Nebevî Sünnet dışında kalan yöntemleri kabul etmek, onları uygulamaya koymak “Çağdaş Yöntem” diyerek bunu meşru göstermeye ya da “Çağdaşlığı” bir mazeret gibi görmeye kalkışmak mümkün olabilir mi?
Yüce Allah çağlar boyunca bu ümmetin hangi problemlerle karşılaşacağını elbette biliyordu. Bunun içindir ki, İslâm son ve kâmil dindir. Hz. Muhammed (sav) de son peygamberdir. Ondan sonra semadan vahiy gelmemiştir ve artık gelmeyecektir. Bu aynı zamanda insanların buna ihtiyaçlarının kalmadığını da ifade eder. Yani İslâm eksiksiz ve son din olarak, insanlığın kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün problemlerini çözecek bir yapıdadır. Hz. Peygamber’in Sünnet-i Seniyyesi de kıyamete kadar gelecek bütün insanların problemlerine cevap verebilecek bir seviye ve yeterliliktedir. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber’in kıyamete kadar gelecek bütün müslümanlara, her alanda ve bu arada İslâmı hakim kılmak sürecinde izlenmesi gereken yol da dahil olmak üzere şu değişmez ve nihai emrini açıkça verdiğini görüyoruz:
“Size Allah’tan korkmanızı, Habeşli bir köle dahi olsa (başınızdakini) dinleyip (ona) itaat etmenizi emrediyorum. Benden sonra aranızdan hayatta kalacak olanlar çokça ayrılıklar görecektir. Size benim Sünnetime ve benden sonra doğruya iletilen, Râşid halifelerin uygulamalarına bağlı kalmanızı emrediyorum. Buna sımsıkı sarılın ve (âdetâ) azı dişlerinizle kavrayın. Sonradan çıkan (dinde olmayan uydurma) şeylerden de çokça sakının. Çünkü sonradan çıkartılan her bir şey bid’attir. Her bid’at dalalettir.” (7)
B- Nebevî Metodun Belli Başlı Aşamaları
Bütün peygamberlerin Allah’ın kendileri için tayin ve tesbit ettiği sorumlulukları yerine getirmek ve istediği hedefleri gerçekleştirmek için izledikleri belli bir yöntemleri olmuştur. Bu yöntem tek düze bir yöntem değildir. Bunun karşı karşıya kalınan konum ve şartlara, gerçekleştirmek istenen hedefin yakınlık ve uzaklığına göre değişik görünümler arzetmesi mümkündür. Bu değişik görünümleri ya da tavır alışları, birbirinden ayrı ve kopuk halkalar olarak düşünmek yanlıştır. Aksine bunların birlikte ele alınıp hareket mantığına uygun olan sürece göre değerlendirmeleri halinde, mükemmel bir bütünün değişik halkalarını oluşturdukları görülür.
Peygamberler ya da onların izinden giden davetçilerin davet seyirlerine göz attığımız takdirde, kısaca şöyle bir durumla karşı karşıya kalırız:
Önce peygamber ya da davetçi(ler) cahilî bir ortam içerisinde davetlerini açıklarlar. Ondan sonra bu davetlerin muhatabları tarafından kabul edilmesi için delilleriyle davetlerini ortaya koyup yaşanılan cahiliyyenin reddedilmesi ve ondan uzak kalınması gerektiğini açıklamaya çalışırlar.
Peygamber ya da davet adamlarının etrafında daveti kabul edenler gittikçe artar. Arttıkça kurulu cahiliye için teşkil ettikleri tehlike de büyür. Cahiliyye, yeni davetin kendisi için tehlikeli boyutlara eriştiğini görünce veya varlığını tehdide yöneldiğini anlayınca, ya da hali hazırda olmasa bile gelecekte kendisi için tehlike teşkil edeceğini sezdiği takdirde, davet mensupları üzerinde baskı kurmaya çalışır. Bunun sonucunda daveti kabul eden kimseler cahilî düzenin türlü zulüm ve işkencelerine maruz kalırlar.
Bu zulüm ve işkenceler sonucunda çoğunlukla cahiliyeden uzak, cahiliyenin egemenlik alanı dışında kalan mekanlarda Allah’ın dinini yaşamanın yolları aranır ve uygun yerin bulunması ile sistemli bir şekilde, her konuda olduğu gibi bu hususta da peygamberin rehberliğinde “Hicret” gerçekleşir.
Hicretten sonra eğer hicret edilen yerde davetin devlet aşamasına gelmesi sözkonusu ise, çevredeki cahilî düzenler, devlet olan yeni davetin kendileri için bir tehlike teşkil etmeye doğru gittiğini görmeye başladıkları andan itibaren bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için, gerektiğinde savaşarak davetin sonunu getirmeye ve böylelikle cahilî varlık ve yapılarını tehdid eden bu yeni oluşuma son vermeye çalışırlar.
Şimdi de her alanda rehber edinmekle, örnek almakla yükümlü olduğumuz, Allah’ın dini olan İslâm’ın son ve kâmil manasıyla nihai ve değiştirilemez, eksiltme ve ekleme kabul etmez şekliyle tebliğ edicisi Muhammed Mustafa (sav)’in siret ve risaletinde bu üç aşamanın bazı özellikleri üzerinde durmaya çalışalım:
1. Davet ve Tebliğ Aşaması
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (8) emriyle peygamberlik şerefine nail kılınan Muhammed Mustafa (sav) siret ve tefsir alimlerinin belirttiklerine göre üç yıl süre ile gizli gizli davette bulunmuş ve davetini yalnızca güvendiği, sırrını gizleyip açığa çıkarmayacağından emin olduğu kimselere götürmüştür. Bu süre zarfında Hz. Peygamber’in davetini omuzlayacak, egemen cahili düzenin her türlü zulüm, baskı ve yıldırmasına rağmen eriyip yok olmak şöyle dursun, en ufak bir sarsıntı geçirmeyecek ve hiçbir taviz vermeyecek bir taban, davetin bütün yükünü omuzlayabilecek nitelikli “sayıca az bile olsa” bir temel oluşturmaya gayret ettiğini ve bunda tam anlamıyla da başarı sağladığını görüyoruz.
Üç yıl süren sözkonusu bu dönemin Urve b. Ez-Zubeyr, Muhammed b. Şihab ve Muhammed b. İshak gibi siyreti çok iyi bilen ve tâbiinden olan ilim adamlarına göre sona erdiğini;
“Emrolunduğunu açıkça bildir, müşriklerden de yüzçevir!” (9)
“Pek yakın akrabalarını korkut!” (10) gibi ayet-i kerimeler ilan etmiştir.
Davetin üç yıl süren ilk aşamasında davetin de gizli, teşkilatlanmanın ya da yapılanmanın da gizli olduğunu görüyoruz. Buna karşılık işaret edilen ayet-i kerimelerin ve benzerlerinin nuzulünden itibaren teşkilat ve yapılanmanın gizli tutulmakla birlikte davetin açıkça yapıldığını görüyoruz.
Hicrete kadar uzayan bu dönemin karakteristik diğer bazı özelliklerini de şöylece sıralayabiliriz:
1. Önder şahsiyet olan Hz. Muhammed (sav)’den ayrı olarak onun izni ile muayyen bazı kimselerin – gerekli eğitimi gördükleri ve konumları göz önünde bulundurularak – zaman zaman açık ya da gizli davette bulunduklarını görüyoruz. Hz. Ebubekir, Abdullah b. Mes’ud gibi. . .
2. Yeni daveti kabul ederek cahiliyyeyi her şeyiyle reddedenler, müşriklerin kontrol ve denetimlerinden uzak yerlerde eğitilmekte, kabul ettikleri daveti hem öğrenmekte, hem yaşamaktadırlar. Bu eğitim ve yaşama, bir taraftan Daru’l-Erkam gibi muayyen yerlerde merkezi olarak gerçekleştirilirken; diğer yanda iman edip Daru’l-Erkam’a şu ya da bu sebepten dolayı gidemeyen kimselerin evlerine öğreticiler gönderilmek suretiyle de eğitimin yaygınlaştırılması yoluna gidildiğini görüyoruz. Hz. Ömer’in (ra) İslâm’ı kabul etmeyi kararlaştırdığı sırada, kız kardeşinin evinde Habbab b. Eret’in de onlara Tâhâ suresini öğretmek üzere orada bulunduğu misali gibi.
3. Belli bir dönemden sonra yani yeni dinin düzenleri için tehlike arzetme ihtimalini tesbit ettikleri andan itibaren, toplumsal ve ekonomik konumları itibariyle zayıf görülen müminlere müşriklerin işkence, baskı, zulüm ve tehditlere bulunduklarını görüyoruz. Amaç, iman edenleri kabul ettikleri yeni dinlerinden vazgeçirmekti. Yapılan bu işkence ve zulümler, sadece zayıf görülen bu müminlere münhasır kalmıyor, zaman zaman sosyal ve ekonomik güç itibariyle ileri seviyede olanları da içine alıyordu. Bunun sonucunda, Hz. Ebu Bekir bile dayak yemiş, hatta bir ara Mekke’yi terkedip çıkmak zorunda kalmıştır. Hz. Osman (ra) da Habeşistan’a göç etmek zorunda kalmıştır.Hiç şüphesiz, Hz. Peygamber de bu davetin önderi olarak en ağır baskı, zulüm ve hakaretlerle karşı karşıya kalmıştı.
Fakat bütün bu zulüm ve baskılara rağmen – zaman zaman mecbur kalınan münferid bazı olaylar dışında – sabır ve metanetin muhafaza edilmesine önem verildiğini ve özellikle bu konuya dair emir ve tavsiyelerde bulunulduğunu görüyoruz. Bunun çeşitli amaç ve hikmetleri arasında şunları sayabiliriz: Sabır ve sebat ile müminlerin iman, azim ve dirençlerinin gittikçe artması; cahili düzenin baskılarına karşılık beklediği tepkilerle karşılaşmaması üzerine ne yapacağını kestirememesi ve kimi zaman bu derece aşırı zulümle kendi taraftarlarını da kaybetmek durumuna gelmesi; cahiliyyenin gittikçe çözülüp gücünü, konum ve tavırlarındaki kararlılık ve tutarlılığını yitirmesine rağmen, müminlerinher geçen gün daha bir derlenip toparlanmak, sayısal olarak ve manevi güç itibariyle artıp çoğalmak fırsatını elde etmeleri gibi. . .
Bütün Mekke dönemi boyunca müslümanların karşı karşıya kaldıkları sıkıntı, baskı ve zulümlerin Peygamberî davetlerde karşılaşılanlardan istisna teşkil eden herhangi bir yönü yoktur. Önceki davetlerde de benzeri durumlarla karşı karşıya kalındığı gibi, aynı davaya talip olunması halinde sonraki dönemlerde de iman edenlerin benzeri durumlarla karşılaşmaları kaçınılmaz olacaktır:
“İnsanlar ‘iman ettik’ demeleriyle imtihan olunmadan bırakılıverileceklerini mi sandılar? Andolsun onlardan önce geçenleri biz imtihan etmişizdir.” (11)
2. Hicret
Önceki peygamberlerin davet ve tebliğlerini tetkik ettiğimizde belli bir süre sonra egemen cahili düzenlerin, peygambere ve davete iman edenlere türlü zulüm, baskı ve işkenceler yaptıklarını görürüz. Bu, esasında davetlerin seyri ile ilgili olarak Allah’ın koyduğu bir sünnettir.
İnanmayanların, müslümanları – güçleri yetecek olsa – dinlerinden çevirinceye kadar savaşacaklarını Kur’an-ı Kerim bizlere kesin bir dille ifade etmektedir. Çünkü İslâm’ın varlığı, İslâm’a ve müslümanlara karşı olanların kinlerini harekete geçirmek için yeterlidir. Bundan ayrı olarak onları dinlerinde “fitne”ye ve küfrün sayısız şekillerinden birisine düşürebilmek için ellerinden gelen herşeyi yapacaklardır. Çünkü yeryüzünde müslüman bir topluluk var oldukça batıl düzenlerini sürdürebileceklerine haklı olarak güvenemezler.
Hz. Şuayb (as) kavminden olup iman etmeyi istikbarlarına aykırı görenler, Hz. Şuayb’a kendisine iman edenlerle birlikte ülkelerinden çıkartmak tehdidinde bulunduklarını görüyoruz. Onlara sundukları ikinci seçenekleri ise gerisin geri egemen düzenin cahili dinine dönmeleri idi. Hz. Şuayb’ın iman edenlerle birlikte dinlerinden geri dönmeyi red edecekleri ise apaçık bir durumdu.
“O inkar edenler peygamberlerine; muhakkak sizleri ya yurdunuzdan çıkaracağız yahud muhakkak dinimize döneceksiniz demişlerdi. . .” (12)
Fir’avn da başkaları da, iman edenlere tek bir sebepten dolayı zulm, baskı ve işkence yapar, hapis ve öldürme cezalarına çarptırırlar. Bu, müminleri imanlarından geri çevirmek arzusudur.
İşte iman edip cahiliyyeyi ve egemen düzeni red eden, Allah’ın uluhiyetine boyun eğip İslâm dışı her türlü düzene başkaldıran “iman kadrosuna” yapılan zulüm ve baskılar had safhaya geldiği takdirde, müslümanlar için “hicret kapısı” açık tutulmuştur.
Hicret, eğer Dâru’-İslâm mevcut ise, oraya yapılır, değil ise müslümanın dinine ya da dininden dolayı kendisine veya yakınlarına gelebilecek zararlardan uzak kalabileceği bir yere gitmek şeklinde olabilir.
Birinci şekle Darul İslâm olduktan sonra Medine’ye hicreti, ikinci şekle de ondan önce yapılan Habeşistan’a hicretleri örnek olarak göstermek mümkündür.
Hicret, Hz. Peygamber’in hayatına münhasır ve ona has bir olay değildir. Geçmişte de müminler akidelerini korumak ve daha rahat, özgür bir şekilde inançlarının gereğini uygulamaya koyabilmek için çeşitli hicretlerde bulunmuşlardır.
Yüce Allah bizlere – gerektiğinde – dinini yaşamak ve yaymak amacıyla Hz. İbrahim’in, Rabbi için hicret ettiğinden söz etmektedir. Gerektiğinde biz de kendisini örnek alalım diye.
Kur’an-ı Kerim’in kendilerinden “Rablerine iman eden genç yiğitler” diye söz ettiği Ashab-ı Kehf de dinleri üzerindeki baskılardan uzak kalmak amacıyla toplumlarından ayrılmışlardır.
Hz. Musa’nın ve bazı peygamberlerin de hayatlarında da hicret önemli bir yer tutmaktadır. Peygamber efendimizin ve yüce ashabının hayatında ise hicret olayı o kadar belirgin ve açıktır ki, bunun siretteki yerine ve önemine dair herhangi bir açıklamaya gerek bile yoktur. Kur’an-ı Kerim’de olsun, Peygamber efendimizin siretinde olsun, hicreti emir ve teşvik eden buyruklar oldukça çoktur.
Yerini, yurdunu, işini, gücünü, malını, mülkünü ve hatta çoluk çocuğunu bırakıp hicret eden bir kimsenin dünyevî maslahat ve maişeti yüce Rabbimizin garantisi altındadır.
“Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yerler de bulur, genişlik de bulur. Kim evinden, Allah ve Rasulüne muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükafatını vermek Allah’a düşer.” (13)
3. Cihad Aşaması
Gerek İslâm’ın hedeflerinin gerçekleştirilmesi gerekse İslâm toplumunun gereği gibi korunabilmesi için cihad, İslâm devlet politikasının en vazgeçilmez ilkelerinden bir tanesidir. Çünkü İslâm devleti ancak cihad sayesinde ayakta durabilir, mazlumlar üzerindeki zulüm ve baskılara son verilebilir ve ancak cihad sayesinde İslâm’ın öngördüğü hedef olan yeryüzünden fitnenin kaldırılması ve dinin yalnızca Allah’a ait olması hedefi gerçekleştirilebilir.
Kur’an-ı Kerim’e ve Peygamber Efendimizin siretine göz attığımız takdirde cihadın değer ve önemini daha iyi kavrayabiliriz.
İslâm’ın cihadı öngörmesini üç önemli sebebe bağlayabiliriz:
1. Müslümanların vaktiyle maruz kaldıkları zulme ve hali hazırda devam eden tehlikelere karşı cihad: Aşağıdaki ayet-i kerime bu hallerde cihadı uygun ve yerinde bir davranış olarak değerlendirmekte, hatta Allah’ın yardımı vadinde bulunarak destekleyip teşvik etmektedir.
“Kendileriyle savaşılan (mümin) kimselere zulme uğratıldıklarından dolayı (savaşa) izin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir. Onlar ki, yurtlarından haksız yere ve ancak ‘Rabbimiz Allah’dır’ dedikleri için çıkarıldılar. . .” (14)
2. Cihadın ikinci önemli sebebi, İslâm ülkesi sınırları dışında yaşayan ve zulme maruz kalan müslümanlar üzerindeki baskı ve zulümlerin ortadan kaldırılmasıdır.
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar ve bize katından bir yardımcı, katından bir veli yolla” diye dua eden zaafa uğratılmış erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (15)
3. Yeryüzünde fitnenin kaldırılıp dinin yalnız Allah’ın olmasının sağlanması.
Fitne önceden de açıklandığı gibi özellikle inançları dolayısıyla insanlar üzerinde baskı kurmak demektir. Cahiliyyenin tutum ve davranışını belirleyen ya da etkileyen her türlü yapı ve düşünce bir “fitne”dir. Ve İslâm’ın cihad için belirlediği, müslümanlar için tayin ettiği ‘nihai’ hedef gereği ortadan kaldırılmalıdır. İşte bu hedefi belirleyen emredici buyruklar:
“Fitne kalmayıncaya ve din yalnızca Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (16)
“Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle yalnızca Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. . .” (17)
“Dinin Allah’ın olmasının anlamı ise; bütün insanların İslâm’ın egemenliği altına girmesi demektir. Eğer insanlarla İslâm arasında engeller varsa ve eğer bu engeller insanların Allah’ın dinini tanımalarını ve bu dine bağlanmalarını önlüyor ise, “Dinin Allah’ın olması”nın önünde ortadan kaldırılması gereken engeller vardır demektir. Eğer bütün insanlık İslâm’ı engelsiz tanımak ve hür iradesiyle istediği takdirde İslâm’ı kabul etmek ya da herhangi bir baskıya maruz kalmaksızın dilediği başka bir inanca sahip olmak imkanını elde etmemişse, “Din bütünüyle Allah’ın değil demektir. Ve bu, müslümanların bu hedefi gerçekleştirmek için cihadı sürdürmeleri gerektiği anlamına gelir. Bu hedef gerçekleştikten sonra müslümanların bu konumu korumak için gereken dikkat ve uyanıklığı göstermeleri ve “Allah’ın nurunu tamamlanmış hali” ile korumayı sürdürmeleri gerekir.
Sonuç
Bütün bu açıklamalardan elde edilen bazı sonuçları maddeler halinde şu şekilde sıralayabiliriz.
1. İslâmi Hareket ve bu hareketin izlemek zorunda olduğu metod vahye dayanır. Beşerî düşüncelerin, heva ve heveslerin bunda herhangi bir müdahalesi yoktur. Vahiy belirleyici biricik esastır.
2. İslâmi Hareket en büyük “fıtri gerçek” olan tevhidi esas alır. Tevhidi gereği gibi anlatıp onu fert ve toplum hayatının dinamik ve yönlendirici gücü kılmak İslâmi hareket için vazgeçilmezdir. Kaldı ki, fıtrat ve kainatın yapısındaki ve işleyişindeki ahenk de bunun böyle olmasını gerektirir.
3. İslâmi Hareket, İslâmı hakim kılmayı hedef alır. Çünkü insanın hem kendisiyle, hem kainatla uyum halinde yaşayabilmesi, hemcinsleriyle ve çevresini saran varlıklarla çatışmayıp barış içerisinde varlığını sürdürebilmesi İslâm’ın hakim olmasına bağlıdır. İslâm’ın hakimiyetini kabul etmeyen bir insan aynı zamanda herşeyin sahibi ve Rabbi olan Allah’a da karşı gelmiş olur; barış ve huzurun kendisi olan “İslâm”ın Allah’a teslimiyeti esas olan temel esprisine ters düşer. Doğruyu gösteren biricik önderler olan peygamberlerin gösterdiği yolun da dışına çıkmış olur.
4. İslâmi Hareket, doğruya dayalı olur. Kaynağı haktır. Beşeri değil Rabbanidir. Bu özelliklere sahip tek harekettir. Dolayısıyla bu hareketi beşeri kaynaklı herhangi bir hareketle sentezci ve uzlaşmacı yaklaşımlara girmeyi kabul etmez. Çünkü İslâmi Hareket esas itibariyle semavi olan fakat zamanla hak yoldan uzaklaşan bütün hareketlerin, beşer kaynaklı hareket ve ideolojilerle sentezci ve uzlaşmacı yaklaşımları kabul etmekle birlikte dejenere olduklarını bilir; “hak” olmak özelliğini yitirmiş “batıl” dinler arasına katıldığına inanır. O bakımdan İslâmi Hareketin hedef ve metodlarında kısmen ya da tamamen değişiklikler yapmak yoluna gitmesi düşünülemez.
5. İslâmi Hareket, davet, tebliğ ve hedefleri itibariyle anlaşılır ve açık-seçiktir. İnsanların hoşuna gitmek ya da birtakım odaklara yaranmak gayesi ile hakikatleri değişik şekillerde ya da değiştirerek sunmaz. Özü insanlara ait ve beşeri olan bir takım tezleri “İslâmi Kavramlarla adlandırarak – İslâmi kavramları heder etmez. Ayrıca beşeri olan kavramlara da, zorlayarak İslâmi yorumlar getirmek gafletini göstermez.
6. İslâmi Hareket, mümkün olan azami boyutlarda cahiliyyeden, soyutlanmayı esas alır. İslâmi ahlakı esas olan ilişkilerin gerektiğinde hicret ile bu soyutlanmanın imani-kalbi boyuttan fikri ve bedeni boyuta doğru yol almasını sağlar ve bunun her aşamada aktif bir şekilde ortaya çıkmasını ister.
7. İslâmi Hareketin Nebevi Metoda uygun olması ve bu metoda ters düşmemesi bir ibadettir. İbadetlerde aslolan ise vahye uygunluktur. Dolayısıyla İslâmi Hareket’in, Nebevi Metodu kısmen ya da tamamen terk etmesi mümkün görülemez. Çağdaş cahili yöntemleri benimsemesi düşünülemez.
8. Nebevi Hareket evrenseldir. Yani çağlar boyunca bütün beşeriyet özellikle iman edenler, İslâm’ı egemen kılmak – egemen ise bu durumu sürdürmek – için Nebevi Metodu izlemekle yükümlüdür.
9. Nebevi Hareket eksiksizdir. Bu hareket hedef ve yöntemiyle bir bütündür. Hareket yönteminde herhangi bir kusur sözkonusu değildir. Din kemale erdirildiğinden dolayı, her çağdaki insanların konumlarını, tavır ve hareketlerini belirleyecek esas ve ilkelere tam anlamıyla sahiptir.
10. Nebevi Harekette Nebevi metodu izlemek ihtiyari değildir; bir zorunluluktur.
Yüce Rabbimizden müslüman olarak yaşamayı, müslüman olarak can vermeyi ve nebilerle, salihlerle, sıddıklarla şehidlerle birlikte haşredilmeyi niyaz ederiz.
“Onlar ne güzel dostturlar. . .” (18)
————————————————————————
1) Tirmizi, ilim, 16; Ebu Davûd, Sünne, 6.
2) Yasin, 36/60.
3) Nisa, 4/60.
4) Maide, 5/50.
5) Nisa, 4/59.
6) Muvatta, Kader, 3.
7) Tirmizi, ilim, 16; Ebu Davûd, Sünne, 6.
8) İkra, 96/1.
9) Hicr, 15/94.
10) Şuara, 26/216.
11) Ankebut, 29/2-3.
12) İbrâhim, 14/13.
13) Nisa, 4/100.
14) Hac, 22/39-40.
15) Nisa, 4/75.
16) Bakara, 2/193.
17) Enfal, 8/39.
18) Nisa, 4/69.