İslam Hukuku Açısından Bedensel Engellilik

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2025 Temmuz / 152. Sayı

İslam dinine göre Allah kendi kullarına karşı çok merhametli, şefkatli ve adildir. Tarih boyunca engelli hak ve hukukları hakkında en âdil kanun ve hükümleri İslam belirlemiştir. Kitap ve elçileri vasıtasıyla hasta, zayıf, yaşlı, kimsesiz, yetim ve engellilere rahmetle, şefkatle ve adilce muamele edilmesi gerektiğini insanlara bildirmiştir.

İslam dinine göre insanlar dünyaya kendi seçim ve kararları ile gelmezler. Dünyaya gelmeleri tamamıyla Allah’ın dilemesi iledir. Bu sebeple engelsiz bir şekilde dünyaya gelmek, insana Allah katında bir üstünlük sağlamaz. Allah’ın her kulu değerli olduğu gibi bir o kadar da eşittir. Yüce Allah’ın adâleti hiçbir kimsenin hem cinslerine karşı fiziki üstünlük iddia etmesine razı olmaz. Yüce Allah üstünlük kıstasını çok net bir şekilde Kur’an-ı Kerim’de belirlemiştir. “Sizin Allah katında en şerefliniz/en üstününüz O’ndan en çok sakınanınızdır.”[1]

Ancak insanlar ilahi mesajlardan uzaklaşıp cehalete ve nefislerini üstün görme duygusuna teslim olunca kendi hemcinslerine karşı adeta birer canavara dönüşmüşler, birbirlerine hükmetmek için kanlı savaşlar yapıp, birbirlerini acımasızca öldürmüşlerdir. Bunların mağdurları ise maalesef her zaman yaşlılar, kadınlar, zayıflar ve engelliler olmuştur.

Engellilerin özel durumlarından dolayı toplumları onlara kötü bakmış hatta ve hatta kendi aileleri dahi toplumun kötü gelenek ve âdetlerinden dolayı onlara iyi davranmamıştır. Birer suçlu gibi evlere gizlenip dört duvar arasında hapsedilmişlerdir.

Eski Roma İmparatorluğu döneminde yaygın olan batıl inançlar neticesinde engelli kişileri ölünceye kadar açlığa mahkûm ediyorlardı. Görme engellilerin karanlık ve uğursuz, cüzzamlıların şeytanın ta kendisi ve zihinsel engellilerin ise şeytan ve kötü ruhların gömleklerini giydirdikleri fertler olduklarına inanıyorlardı. Yine Grek kültürü ve kanunları da bedensel bir eksikliği bulunanlardan kurtulmaya müsaade ediyordu. Eflatun, Aristo ve benzeri filozoflar da engellilerin topluma yük teşkil ettikleri gerekçesiyle bu gibi haksızlıkları onayladıklarını açıklıyorlardı.

Eski Yunan ve Roma’da gerek nüfus kontrolü gerekse de toplum için potansiyel bir sorun olabileceği gerekçesiyle özürlü doğan bebeklerin doğumdan hemen sonra öldürüldükleri bilinmektedir. Hatta bu uygulamanın dönemin entelektüelleri tarafından bile desteklendiği Aristoteles’in “Kusurlu olan çocukların büyümemesi için bir kanun olmalıdır” sözlerinden anlaşılmaktadır.

İslam öncesi cahiliye döneminde hasta ve engelliler küçümseniyor ve horlanıyorlardı. Son derece ihmal ediliyor ve kendilerinden bir faydanın hasıl olmayacağına inanılıyordu. İmam Kurtubi’nin yazmış olduğu tefsirde Araplar kendilerine daha peygamber gönderilmeden önce engellilerle birlikte yemek yemezlerdi. Engellilere reva görülen bu insanlık dışı davranış sadece o günün Arap toplumuna has bir özellik değildi. Aksine başka yer ve toplumlarda da engellilere yapılan muameleler daha ağır ve daha şiddetli idi. Örneğin; Sparta yönetimi engelli doğan çocukları doğumdan hemen sonra ya ölüme mahkûm etmiş ya da vahşi hayvanlara yem olarak ıssız yerlere terk edilmesine dair hüküm vermişti.

Orta Çağ’ın Batı insanı, özellikle Hristiyan din adamlarının telkinlerinin etkisi altında kalarak kendisini çevreleyen tabiatın insan üstü ve bedensiz güçlerle (cin ve şeytan gibi) dolu olduğuna ve gözle görülmeyen bu varlıkların insanları istila edip onları tedavisi mümkün olmayan hastalıklara sürükleyebileceklerine inanmaktaydılar. Dolayısıyla o çağlarda hekimler tarafından mahiyeti tam olarak bilinmeyen akıl ve ruh hastalıkları gibi durumlar bu metafizik varlıklara atfedilirdi. Bununla da kalınmayıp özürlü doğan veya daha sonra değişik bedeni veya akli rahatsızlıklara yakalanıp özürlü konumuna gelen insanlar da sihirli ve doğaüstü güçlerin etkisi altında oldukları inancı ile “cadı” muamelesine uğrarlardı. Engizisyon mahkemelerinin kurulmasıyla cadı olarak tanımlanan fakat aslında özürlü olan bu kişilerin yargılanmalarına müsaade edilmiş ve bu yollarla birçoğuna en ağır cezaların verilmesinin kanuni bir kılıfı da hazırlanmıştır.

Nazilerin fikri öncülerinden biri olarak kabul edilen Alman Darwinist biyolog Eranst Haeckel “Wonders of Life” (Yaşamın Harikaları) adlı kitabında sakat doğan bebeklerin hiç vakit kaybetmeden öldürülmesi gibi insanlık dışı bir düşünceyi savunmuş ve bu bebeklerin henüz bir bilince sahip olmadıklarını ileri sürerek sözde bunun bir cinayet sayılmayacağını iddia etmiştir.

Heackel, sadece sakat doğan bebeklerin değil, toplumun sözde evrimine engel olan tüm hasta ve sakat insanların Evrim yasaları gereğince ayıklanması gibi bir vahşeti de dillendirmiş, hastaların tedavi edilmesine karşı çıkmış ve şöyle demiştir: “İyileşmesi mümkün olmayan yüz binlerce hasta örneğin; akıl hastaları, cüzzamlılar, kanser hastaları yapay olarak hayatta tutulmakta, ama bu kendilerine veya toplumun geneline hiçbir yarar getirmemektedir. Bu kötülükten kurtulabilmek için yetkili bir komisyonun kararı ve gözlemi ile hastalara hızlı ve etkili bir zehir verilmelidir.”

Almanya’da 14 Temmuz 1933 tarihinde çıkan bir yasaya göre bedensel veya zihinsel engellilerin bu durumlarını doğacak çocuklarına da aktarmamaları için çocuk sahibi olmaları yasaklanmıştır. Bu yasa ile şizofren, epilepsi, genetik görme engelliler, sağırlar ve doğuştan engelliler kontrol altına alınmıştır. Yasa gereği özellikle diş doktorlarına, hemşirelere, ebelere ve doktorlara tespit ettikleri vakaları devlete bildirme mecburiyeti getirilmiştir.

Hitler döneminde özellikle 1933 yılında 700.000 ila 800.000 topluma yararlı olmayacağı düşünülen engellinin öldürülmesine karar verilmişti.[2]

ABD’de 1911 ile 1930 yılları arasında 24 eyalette insan ve özürlü haklarına aykırı değişik birtakım kanunlar kabul edilmiştir. Örneğin; Marjinal grup olarak kabul edilen özürlü hasta ve suçluların kısırlaştırılması gibi kanunlar kabul edilmiştir.[3]

ABD’de 1907’de Indiana eyaletinde kabul edilen bir kanunla zekâ, işitme ve görme engelliler zorla kısırlaştırılmaya başlanmıştır. Benzer bir yasayı 1909’da Washington ve Kaliforniya eyaletleri de kabul etmiştir. 1927’de Virjinya eyaletinde zekâ özürlüler kısırlaştırılmıştır. Yasa Amerika’nın pek çok eyaletinde 1960’lara kadar yürürlükte kalmıştır.

6 Ağustos 1945’te ABD hava kuvvetlerinin bir bombardıman uçağı Hiroşima kenti üzerine ilk atom bombasını attı. 3 gün sonra da gücü azaltılmış bir atom bombası Nagazaki’ye atıldı. Bu bombalar Hiroşima’da 200.000, Nagazaki’de ise 80.000 sivilin ölmesine ve on binlerce kişinin yaralanmasına yol açtı. Atom bombasının yol açtığı radyasyon etkisi yıllarca devam etti. Radyasyon nedeniyle insanlar daha sonra sakatlandılar ve öldüler. Uzun yıllar sonra bile engelli çocuklar dünyaya geldi.

Görüldüğü üzere “Medeni!” olduğu zannedilen Batı toplumu tarihin hiçbir döneminde medeni olamamış, insan hak ve hukukunu her zaman ayaklar altına alarak kendi arzu ve hevesleri doğrultusunda çıkarlarına uygun bir şekilde yaşamıştır. Maalesef günümüzün Batı’ya aşık ve hayran olan kör ve sağırları, konuşulmasından rahatsız oldukları bu durumları görememekte ya da görmek istememektedirler. Belki de bu kör ve sağırlar, o dönemde olsalardı bu körlükleri ve sağırlıkları sebebiyle bahsettiğimiz muamelelere aşıkları tarafından uğratılacaklardı.

Diğer taraftan Müslüman olmayan Doğu toplumu da Batı’dan aşağı kalmayarak Müslümanlara her türlü zulmü reva gördü. 1949 yılında Mao önderliğindeki komünistlerin Çin yönetimini ele geçirmelerinin ardından Doğu Türkistan üzerindeki baskılar eskisine oranla daha da arttı. Bu baskılar, geriye binlerce ölü ve engelli bıraktı. Çin yönetimi Doğu Türkistanlı Müslümanları nükleer denemelerinde kobay olarak kullanmıştı. İlk olarak 16 Ekim 1964 tarihinde başlatılan nükleer denemelerin olumsuz etkileri yüzünden bölge insanı ölümcül hastalıklara yakalanmış 20.000 engelli çocuk dünyaya gelmiştir. Halen Çin’de 01.07.1995’ten beri yürürlükte olan “Irk temizliği ve koruyucu sağlık kanunu” özürlü doğabilecek bebeklerin kürtaj yoluyla alınmasını mecburi kılarken bilhassa zihinsel özürlülerin evlenmelerini de yasaklamaktadır.

International Handicap’ın raporuna göre dünya çapında 100.000 kişinin misket bombalarının mağduru olduğu belirtilmiştir. ABD, Irak işgalinde 13 milyon, İsrail ise Lübnan’a 4 milyon misket bombası parçası atmıştır. Filistin’e ne kadar atıldığı ise henüz tespit edilememiştir.

İslam dışı sistemlerin insan ırkına yaptıkları bu zulümlere, özellikle de engellilere yönelik bu tavırlarına mukabil İslam dini engelli bireyleri toplumun bir ferdi olarak görmüş, onları sağlıklı bireyler için bir şükür ve ibret vesilesi kılarak onlara gereken ilgi ve alakanın gösterilmesini istemiştir. Zayıf ve çaresiz kişilere yapılan iyiliklerin kişiye sevap kazandırdığını ve cennete giden yolda yapacağı önemli amellerden olduğunu bildirmiştir.

İslam dinine göre hiçbir medeniyet ve hukuk İslam medeniyetinin engellilere sunduğu dünyevi ayrımcılığı ve uhrevi mükâfatı sunamamıştır. Vahyin hâkim olduğu dönemlerde engelliler de her insan gibi kendi hakları ne ise ona göre muamele görmüşler ve hukuki açıdan hiçbir sıkıntıları olmamıştır. Bu Allah’ın kullarına olan adâleti gereğidir. İslam hukuku hayatın bütün yönlerini kapsamaktadır. Engelliler konusu da İslam hukuku konuları içinde yer almış ilk dönem meselelerinden bir tanesidir. Dolayısıyla bu konu İslam hukuku açısından yeni bir konu değildir.

İslam hukuku engellilerin lehine pozitif bir ayrımcılık yapmasının ötesinde aslında dünyada hiçbir şeyin bir âzâ’nın yerini doldurmayacağı düşünüldüğünde asıl mükafatın büyüklüğü ve kıymeti ebedi hayat olan ahiret hayatında anlaşılacaktır. Peygamberimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem engellere maruz kalan müminlere şöyle müjde vermektedir:

Enes b. Malik’in, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den nakletmiş olduğu kudsi bir hadiste Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ben kulumu (iki gözünü kastederek) iki sevgilisiyle imtihan ettiğimde, o buna sabrederse iki göze bedel olarak ona cenneti veririm.”[4]

“Mümin bir kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü isabet etse, hatta ayağına bir diken batsa… Bunlar, müminin günahlarına kefaret olur.”[5] 

Siyahi bir kadın bir gün Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelir ve “Beni sara hastalığı tutuyor ve bu durum başıma geldiğinde üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allah’a dua eder misiniz?” der. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem “Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de istersen, sana şifa vermesi için Allah’a dua ederim.” diye cevap verir:

Bunun üzerine kadın “Ben (hastalığıma) sabrederim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için dua buyurunuz.” isteğinde bulunur. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de sadece bu kadarı için ona dua eder.[6] 

Bir başka hadiste ise Peygambere sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Mükâfatın büyüklüğü belânın şiddetine göredir. Allah sevdiği topluluğu belaya uğratır. Kim başına gelene rıza gösterirse Allah ondan hoşnut olur. Kim de rıza göstermezse Allah’ın gazabına uğrar.”[7]

Allahu Teâlâ’nın göndermiş olduğu peygamberlerin bazıları da arızi birtakım engellerle karşılaşmışlar, bu hallere düşen kimselere sabrı ve sebatı öğreterek bir örnek olmuşlardır.

Daha önce çok sevdiği evladı Yusuf’u kaybetmenin büyük ızdırabını kalbinin derinliklerinde hisseden Yakup aleyhisselam, kıtlık sebebiyle çocuklarını Mısır’a göndermişti. Fakat çok geçmeden oğlu Bünyamin’in Mısır’da Melik’in tasını çalmak suçundan tutulduğu haberini aldı. Bunun üzerine Hz. Yakub’un diğer oğlu Yusuf hakkındaki üzüntüleri yeniden depreşti ve üzüntünün şiddetinden gözlerine perde indi. Bu olay Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır: “Onlardan yüz çevirdi ve ‘Vah! Yusuf’a vah!’ dedi ve üzüntüden iki gözüne ak düştü. O artık acısını içinde saklıyordu.”[8]

İslami literatürde Eyüp aleyhisselam başına gelen bütün musibetlere rağmen şikâyet etmeyen sabır timsali olarak bilinen bir peygamberdir. Yüce Allah, Eyüp aleyhisselam’ı malını ve ailesini kaybetmekle ve bedeninde de hastalıklarla imtihan etti öyle ki eti parça parça döküldü. Sonunda hemşerileri onu kasabanın dışına çıkardılar. Alimler, Hz. Eyüp aleyhisselam’ın hangi sebepten dolayı “Doğrusu bana dert gelip çattı. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin”[9] dediği ve düçar olduğu belanın süresi hususunda ihtilaf etmişlerdi. İbni Şihab, Enes radıyallahu anh’ın Hz. Peygamber aleyhisselam’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Hz. Eyüp on sekiz yıl belaya düçar kaldı.”

Eyüp aleyhisselam ilk olarak çiçek veya cüzzam hastalığına tutulur. Yemeği ancak iki elini birleştirerek tutup ağzına güçlükle götürebilir. Dili şişer, ağzını doldurur. Yemeği ağzına güçlükle sokar. Bağırsakları gereği gibi vazifesini yerine getirmez. Yediği şey karnına girdiği gibi çıkar, vücuduna faydalı olmaz. Gücü kalmaz bir hale düşer ancak o yine de bu felâketleri büyük sabır ve tevekkülle karşılayarak Allah’a secde eder. Hastalığından şifa bulmak için Allah’a dua eder. Neticede Allah onun bu duasını kabul eder ve şöyle buyurur: “Bunun üzerine biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hatıra olmak üzere onun duasını kabul ettik; kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik ve ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.[10]

Her toplumda engelliler olduğu gibi Peygamber aleyhisselam döneminde de engelli sahabeler vardı. Bu sahabilerin bazısı doğuştan bazıları ise çeşitli sebeplerle sonradan engelli olmuşlardır.

Örneğin; Hz. Peygamber aleyhisselam’ın kendisi için “Muaz, ne kadar güzel bir adamdır” , “Ey Muaz! Ben seni Allah için seviyorum” diyerek iltifat ettiği helal ve haramı en iyi bilen ortopedik engelli Muaz b. Cebel’i, Yemen’e vali olarak göndermiştir. Yine görme engelli olan Abdullah İbni Mektum’u, Yesrib’e Musab b. Umeyr ile gönderip Yesrib halkına Kur’an okuyan ve Allah’ın dinini öğreten ilk muallim ve davetçilerden biri olarak görevlendirmiştir. Çeşitli vesilelerle Medine dışına çıktığında onu yerine vekalet etmek üzere 13 defa vekil olarak bırakmıştır. Yine Rasûlullah aleyhisselam’ın görev vermesiyle İbn-i Mektum cemaate namaz kıldırmış, Mekke’de ve Medine’de uzun yıllar müezzinlik yapmıştır.

Cihada iştirak etmemelerine dair ruhsat verilmiş olmasına rağmen engelli sahabilerden bazı gönüllü kişilerin kendi istekleriyle cihada katılmak istemeleri karşısında Peygamber aleyhisselam onları toplumdan tecrit etmeme ve şehid olma arzularını kırmama adına onlara izin vermiştir. Örneğin; ortopedik engelli bir sahabe olan Amr bin Cemuh şiddetle şehid olmayı isteyen bir sahabeydi. Bir gün Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına gelerek “Ey Allah’ın Rasûlü! Ne dersin, eğer ben şehid oluncaya kadar Allah yolunda savaşırsam cennette bu ayağım düzelmiş bir şekilde yürüyebilecek miyim?” diye sorunca Hz. Peygamber aleyhisselam “Evet” dedi. Bunun üzerine Amr, Uhud Savaşı’na oğulları ile iştirak etti. Savaş esnasında onu gören Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem “Ben sanki seni cennete bu ayağın iyileşmiş bir vaziyette yürürken görüyor gibiyim” buyurdu. Nihayet sonuçta Amr, çok arzuladığı şehâdete kavuştu. Hz. Hamza radıyallahu anh ile şehidler kervanına katıldı.

Diğer taraftan Rasûlullah aleyhisselam kendilerine verilen ruhsatı kullanarak Medine’de kalan engelli kişileri savaşta bile unutmamış onlar hakkında şu güzel sözleri sarf etmiştir: “Medine’de öyle birtakım kimseleri geriye bıraktınız ki siz ne kadar yol aldıysanız, neyi harcadıysanız, ne kadar vâdi kat ettiyseniz mutlaka onlar onda sizinle birliktedirler.” Ey Allah’ın Rasûlü! dediler. Medine’de bulundukları halde nasıl bizimle beraber olabilirler. Hz. Peygamber Aleyhisselam: “Mazeretleri onları alıkoydu” diye buyurdu.[11]

Peygamber aleyhisselam ortopedik engelli olduğu için toplum içinde bulunmaktan tedirgin olan ve bu yüzden çölde yaşamayı tercih eden Zahir İbni Haram isminde bir sahabeye çölden bazı bitkileri toplayıp Medine pazarında beraberce pazarlamayı önermesi ne kadar da manidar bir yaklaşımdır. Pazardaki alışverişlerde Zahire yardımcı olan Peygamberimiz etrafına da “Zahir bizim çölümüzdür biz de onun şehriyiz” diyerek sürekli iltifatlarda bulunmuştur. Zahir bir gün Medine pazarında Hz. Peygamber aleyhisselam’ı bir köşede beklerken Peygamberimiz ona arkadan yaklaşır ve gözlerini kapatarak şakalaşır. Peygamber aleyhisselam’ın o güne kadar hiç kimseye bu denli mesafesiz davranmadığını gören etraftaki Müslümanlar bu ilginç manzarayı seyrederler. Peygamber aleyhisselam bunu fırsat bilerek çevreye yüksek sesle “Bir kölem var, satıyorum. Onu benden kim alır?” diye şakasını sürdürür. Zahir “Ey Allah’ın elçisi! Beş para etmez bir sakat köleyi kim satın alır?” deyince şaka o andan itibaren biter. Peygamber aleyhisselam bütün ciddiyeti ile kendilerini sarmış olan kalabalığa seslenerek: “Ey Zahir! Andolsun ki Allah ve Allah’ın Rasûlü katında senin değerin paha biçilmez, bunun için biz de seni seviyoruz” der.

Hz. Peygamber aleyhisselam toplum içinde hiçbir sosyal statüye sahip olmayan ve horlanan engelli kimselerle de yakından ilgilenmiş, onlarla şakalaşmış ve onlara şefkatle yaklaşmıştır.

İslam hukukunda hükümler “Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz”[12] hükmü gereğince mükelleflerin güç ve takati ile orantılıdır. Mükellefiyet için de genellikle akıl ve buluğa erme şartı koşulur. Her ne kadar hükümler mükellefler için uygulanabilecek genel hükümler olsa da bazen bu hükümleri yapmayı zorlaştıracak arızi birtakım haller meydana gelebilir. Bu sebeple İslam bu genel hükümlerden istisna edilecek bazı özel hükümler koyarak mükelleflere kendi hallerine uygun hükümler belirlemiştir. Mükelleflerde bulunan bedensel engellerde bu istisnai özel durumlardandır.

Dolayısıyla İslam bedensel engellere sahip olan mükelleflere de kendi hallerine uygun olacak şekilde bir ibadet ve kulluk programı belirlemiştir. Bedensel engeli belli bir aşamaya kadar ibadete engel bir durum olarak görmemiş, bu halde iken dahi Allah ile kul arasındaki bağın nasıl olması gerektiğini bildirmiştir. Mükellef olmaya engel kabul edilen zihinsel engel gibi hallerde ise ibadet sorumluluğu düşmüş ve bu hallerde kolaylık getirilmiştir. Genel olarak bedensel engelliler muamelattan menedilmemiş, onlara diğer insanlar gibi akitlerini yapabilmeleri yönünde izin verilmiş, topluma katılarak onlarla yaşamaları sağlanmıştır.

Son yapılan araştırmalara göre Türkiye’deki nüfusun %12’sini engelli bireyler oluşturmaktadır. Böyle bir yazıda bütün engelleri incelemek mümkün olmadığı için bizler görmeme, işitmeme, konuşamama ve bedensel engeller gibi genellikle klasik fıkıh kitaplarının inceledikleri meseleleri yine bu kitapların tasnif metotlarına uygun bir şekilde ibadat, muamelat ve ukubat şeklindeki bir metotla sınırlı ve özet bir şekilde belirtmeye çalışacağız.

İbadetlerde bedensel engelliler yapabildikleri ile sorumlu tutulmuştur. Engeller oranında kolaylıklar getirilmiş engelli bireylerin toplumla kaynaştırılması hedeflenmiştir. Görme engelliler birçok yönden mükellef kılınmışlardır. Namaz konusunda görme engellilerin durumu birçok yönden engelli olmayan kimselerin durumu gibidir. Fakat bazı özel durumlarda onlardan ayrılmaktadırlar. İşitme engellilerin sorumlulukları bazı şartlara bağlanmıştır. Konuşma engelli kişi dil dışında başka şekilde de kendisini ifade edebilir. Zira “Dilsizin bilinen işareti, dil ile beyan gibidir” kaidesi bunu ifade etmektedir.

Yine namazda, oruçta, hacda ve cihatta bedensel engelli kişiler yapabilecekleri şeylerle sorumlu tutulmuş, yapamadıkları şeylerde ise ref (Hükmün kaldırılması) ve kolaylık yoluna gidilmiştir. Böylece ibadetlerin külli bir şekilde terkinin önüne geçilerek mükelleflere güçleri nispetince kolaylık getirilmiştir.

Fıkıh kitapları incelendiğinde muamelat alanında ise bedensel engelin alışveriş, selem (sipariş akdi), icâre (kiralama) rehin, kefâlet, vekâlet, vedia (emanet bırakma), hibe, vesâyet, velâyet, karz, vakıf, vasiyet gibi hükümlerde ise tesirinin olduğu görülmektedir.

Muamelat konularında ise kulların zarara uğratılmaması esasından hareketle güç yetiremeyecekleri konularda engellilere bir sorumluluk yüklenmemiştir. Mezheplerin muamelat alanındaki konularda Malikilerin daha geniş davrandıklarını, engelli veya sağlam insan şeklinde ayırım gözetmeksizin rızaya delâlet eden her şeyle icap ve kabul olur dediklerini görürüz.

Şâfiler ise konuşma engelli bir kişinin icap ve kabulünün geçerli olması için işaretinin anlaşılmasını, yazısında niyetinin de yazılmasını şart koşmuşlardır. Yine aynı şekilde Şâfiler akit mahalli görülmedikçe akit tamamlanmaz diyerek görme engellilerin yaptıkları akitleri kabul etmemişlerdir.

Evlilik, boşanma, devlet yönetimi, ceza hukuku gibi konularda bedensel engel etkili olarak görülmüştür. Örneğin; devlet yönetimi gibi bir meselede bedensel engeller halife olmaya mâni engellerden sayılmıştır. Halife olduktan sonra bedensel bir engele sahip olma durumunda ise Halifenin göreve devam edip etmemesinde ihtilaf edilmiştir.

Hâkim olacak kişide de görme, konuşma ve işitme şartı aranmıştır.

Bedensel engelin nikahta tesiri, şehadette, eş seçiminde ve evliliği sürdürmededir. Bedensel engeller evliliğe mâni hallerden sayılmamıştır. Bedensel engel talakı gerektiren bir sebep olarak görülmemiştir. Bedensel engel nafaka temininden aciz bırakan bir durum olabilmektedir.

Ceza hukukunda hadler şüpheli durumlarda kaldırıldığı için suçu işleyen görme engelli kişiye genellikle had uygulanmamıştır. Cezanın uygulanmasında ortopedik engelli kişi cezaya dayanamayacak durumda ise cezanın uygulanması iyileşeceği zamana kadar ertelenmiş, iyileşmesinden ümit kesilmişse ceza hafifletilmiştir. 

 Rabbim bizleri sağlık ve sıhhatinin kıymetini bilerek şükrünü artıran, çevresindeki engelli kardeşlerine karşı pek şefkatli ve merhametli davranan, kendisinde bulunan engelleri cennetin bileti kabul eden kullarından eylesin. Yaratılıştan veya sonradan gelen her türlü afet ve musibetin ve bunun neticesinde kulda kalıcı olarak bulunan durumların Allahu Teâlâ’nın takdiri ile olduğunu bilen ve İlahi takdire rıza gösteren kullarından eylesin.

Selam ve Dua ile…


[1]. Hucurat,13

[2]. Yavuz Kocaömer, “Engelliler Tarihi”

[3]. Ali Seyyar, “Dünden Bugüne Batı’nın ve İslam Medeniyetinin Özürlü ve Engelli Vatandaşlara Bakışındaki İlim ve İnsanlık ölçüsü.”

[4]. Buhari, Merda,7.

[5]. Müslim, Birr, 57

[6]. Buhari, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54.

[7]. Tirmizi, Zühd,56 (2396); İbn Mace, Fiten,23 (4023)

[8]. Yusuf,84

[9]. Enbiya,83

[10]. Enbiya,84

[11]. Buhari, Cihad,35.

[12]. Bakara, 286