İnsanın Anlam Arayışı

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2020 Kasım / 96. Sayı

İnsan, akıl baliğ olduğu zamandan itibaren, çocukluk evresi dediğimiz evrenin sona ermesi ile fıtrat gereği hayatın içinde bir anlam arayışı içine girer. 

Kendini tanıma, özünü bulma, yaratılış nedenini düşünme… Bu süreç biraz sancılı bir süreçtir. Feda olmak istediğimiz anlamı aramak elbette kolay değil. 

Tam da bu! İnsan feda olmak ister. Feda olacak bir sebep, bir anlam arar. Feda olmak demek, bir amaç uğruna bir değerden ve varlıktan vazgeçmektir. Uğruna vermek de diyebiliriz. Uğruna vereceğimiz, sunacağımız bir değer bulmak içindir tüm düşünceler, çabalar, arayışlar… 

Allah azze ve celle ilk insanı, atamız olan Hz. Âdem aleyhisselam’ı yarattığında ve onu cennete koyduğunda, hayatının anlamını da yaratılış sebebini de bildirmişti. Onun anlamı, varlık sebebi Rabbine kulluk etmekti. O’nun emrettiği şekilde yaşamak, O’nun kulu olduğunu asla unutmamak üzere cennette bir hayat sürmekti. 

“Dedik ki: ‘Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın! Yoksa zalimlerden olursunuz.’ Derken şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de ‘Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır.’ dedik.”[1]

İblis aleyhillane atamız Âdem aleyhisselam’ı aldatarak onu kulluk makamından başka bir anlam arayışına sevk etti. “Şu ağaçtan yersen burada ebedi olarak kalırsın.” demek suretiyle büyük bir aldanışa sürükledi. Âdem aleyhisselam, Rabbinin kulu olduğunu, O’nun yasakladığına asla yaklaşmaması gerektiğini unuttu ve bir anda ebedi cennette kalma düşüncesi hayatının anlamı oluverdi ve o ağacın meyvesinden yedi. İnsanın bir anlık unutkanlığı, gafleti onu cennetten uzaklaştırmıştı. Artık insanoğlu yeryüzündeydi ve bu hatasından dolayı yaptığı tevbesi de kabul olunmuştu. 

“Derken Âdem Rabbinden birtakım kelimeler aldı da Rabbi bunun üzerine tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri daima kabul edendir, merhameti bol olandır.” (Bakara, 37)

Ancak yeryüzünde kulluk için var olduğunu, hayatının anlamının Allah’a feda olmak, Allah için yaşamak olduğunu ona hiç bıkmadan, usanmadan unutturmak için çalışan ve o yoldan saptırmak için yeminler etmiş bir düşmanla birlikte yaşayacaktı. Artık daha dikkatli olmalıydı. Allah azze ve celle ona düşmanını tanıtmıştı. Ondan uzak durması gerektiğini ve onun şerrinden korunmak için daima kendisine sığınması gerektiğini kulu Âdem’e ve onun soyundan gelenlere daima öğretmişti. Örnek peygamberler, nebiler, rasuller, kitaplar, sahifeler göndererek kullarını daima sakındırdı. Ve kıyamete kadar da böyle olacak. 

Durum böyle iken gelelim bugünkü yüzyıla… Âdemoğlu hayatının anlamı olan kulluk bilincini koruyabilmiş mi yoksa düşmanı onu anlamından uzaklaştırmış ve başka anlam arayışları içine mi sevk etmiş? İnsanın fıtratında feda olma isteği var, demiştik. Yani bir amaç uğruna bir değerden vazgeçmek ister. Kulluk da zaten bu değil mi, Rabbi için feda olmak… Hatta Rabbinin ona verdiği değerleri, her şeyini yine O’na feda etmek… Büyük bir sevinçle, iç huzuruyla, kalbinden doğup tüm bedenini saran büyük bir heyecanla, tıpkı bayram çocuklarının mutluluğu gibi büyük bir mutlulukla O’nun yoluna feda olmak ister. İşte insanın anlam arayışı yolculuğunun ilk vuslatı budur. Dünyada Rabbine kavuştuğu an bu andır. Toprağa yeni ekilmiş bir fidanın yaprakları yana düştüğünde, toprağına verilen can suyuyla yeniden canlandığı gibi insan da varlık sebebinin kulluk olduğunu fark ettiğinde yeni doğmuştur adeta… Çünkü anlamını bulmuştur… 

“Onlar iman etmiş ve kalpleri Allah’ın zikriyle yatışmış olanlardır. Evet, iyi bilin ki kalpler ancak Allah’ın zikriyle yatışır.” (Rad, 28)

Şeytan ve uşakları insanı anlamından uzaklaştırmak için bunlar hayatın anlamı, diyerek insanoğlunun önüne çeşitli projeler koyar. Bunlar her döneme, her çağa göre değişkendir. İnsanoğlu bu sahte anlamları çabuk tüketir. Sahte olduğu için insanı tatmin etmediğinden çabucak ardına atar. İblis ise hemen yenisini bulur. Bunda acelecidir çünkü eğer bir an insanı kendi haline bırakırsa, insan özünü bulur da ondan yüz çevirir diye korkar. Örneğin bir dönem insanları ırkçılıkla aldatır. Zencisi, beyazı, kürdü, türkü, Asyalısı, Avrupalısı, doğulusu, batılısı gibi kendi ürettiği boş davaların peşinde koşturur. Bu uğurda feda olsunlar ister. Başka bir dönem birtakım izm’ler üretir. Kapitalizm, sosyalizm, komünizm… Sağcısı, solcusu bu izm’ler uğruna yaşar, feda olur ve ölürler. Buna aldanmayanlara fanatizm üretir. Birtakım çalgıcı erkekler ve kadınlar üretir. Adına sanat der ve bu uğurda feda olurlar. Veya bir müzik aletini çalmakla geçmiştir bir ömür… Ya da bir meslekte ustalaşmak için feda olmuştur… 

Özellikle yaşadığımız şu dönemde sadece dünya ve dünyalıkları elde etme ve bu uğurda yaşamakla aldatıyor. 1980lerde birtakım izm’ler için feda olan genç nesli, 2000li yıllarda yeni çıkan telefon modeli veya falanca üniversiteyi kazanmak, şu model arabaya binmek gibi aldanışlarla aldatıyor. Dünyada var olma sebebini hiç düşünmeden daha, varlık sebebin bunları elde etmek, diye bir davanın içinde, feda olmaya hazır bir nesil…

Oysa Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin şu hadisi şerifini bilmiş olsa, dünya malını elde etmek uğruna bir ömür sürmek, bir ömrü feda etmek istemezdi: 

“Kim ki himmetinin en büyüğü dünya olduğu halde sabahlarsa, onun hiçbir yerde Allah ile alakası yoktur. Ve Cenabı Hak onun kalbine dört haslet yapıştırır: 

1- Bir üzüntü ki ebediyen ondan ayrılmaz. 

2- Bir meşguliyet ki ebediyen ondan kurtulmaz. 

3- Bir fakirlik ki ebediyen onun zenginliğine varamaz. 

4- Bir emek ki ebediyen onun sonuna varamaz.[2]

Katade Mutarrif’in şöyle dediğini haber verir: “Ölüm, insanların içinde bulundukları nimeti bozuyor. Allah’tan öyle bir nimet isteyin ki içinde ölüm olmasın.”[3]

Anlıyoruz ki Allah azze ve celle bizi fani olan bu dünyaya feda olalım diye yaratmadı. Şeytan ve dostlarının önümüze koyduğu bunca boş davalara feda olunmayacağımızı farkeden biz Allah’ın kulları, asıl meselemiz olan kulluk davamızı öyle yaşamalıyız ki; asıl feda olunacak davanın Allah’ın davası olduğunu ve insanın ancak Rabbine feda olursa değer kazanacağını, ölümü olmayan nimetlere kavuşacağını, bu nimetler içerisinde en güzelinin ise Yüce Rabbinin yüzünü görmek, O’na bakmak (ru’yetullah) olduğunu anlatmalıyız. Asıl anlamına, asıl hedefe ve hedeflerin en güzeline, en mübarek olanına götürmeliyiz. 

Bizler her feda olduğumuzda İblis’in sahte davaları yıkılıp gidecek yeryüzünden. Hakkın üzerine örtmeye çalıştığı tüm perdeler kalkacak. Hak, gün ışığı gibi görülecek. İnsanlar ve insanlık aydınlanacak biz feda olduğumuzda.

Ya Rab!

Tevbeyi senin öğrettiğini kelimelerle etti atamız Âdem aleyhisselam. 

Duamız ise yine senin kalbimize ve dilimize düşürdüklerinle… 

Ömrümüz senin verdiğin, senin tayin ettiğin kadar. 

Ve bu ömrün içinde tüm nimetler de senden…

Hatta sevdiklerime hitap ederken, gözümün nuru diyorum ya, gözümün nuru da senden…

Bütün bunları bana bahşedene feda olmak isterken, feda edeceğim her şey yine senden… 

Bu feda oluşun karşılığı cennet diyorsun Ya Rab! 

Ben nasıl senin verdiklerinle, senin kulun olana feda olurum?

Bana “Mümin” adın yakışır Rabbim!

“Nankör” adı ise şeytan ve dostlarına…


[1]Bakara, 35-36

[2]Taberani, İbni Ebid Dünya

[3]Ahmed bin Hanbel, Kitabüz Zühd