Serbest Köşe – Mahmut Varhan / 2014 Haziran / 19. Sayı
Âlemlerin Rabbi olan Allahu Teâlâ’ya hamd; öncekilerin ve sonrakilerin seyyidi olan Peygamber efendimize, onun âline, ashabına ve etbâına salât ve selâm olsun.
İnsan melek ile hayvan arası, ruh ile bedenden oluşan bir varlıktır. Ruh, insanı melekûti âleme doğru yüceltirken; bedenin hayvanî özellikleri olan yeme, içme ve cinsel arzuları tatmin etmek insanı esfele doğru çeker. İnsanın bu iki yönünün de dengeli bir şekilde beslenmesi ve aralarında mükemmel bir uyumun sağlanması gerekir. Yoksa insanın bedeni özellikleri ve nefsanî arzuları şiddetli bir şekilde bastırılıp, sadece ruhî hazları doyurulacak olursa; işte o zaman ruhbanlık ortaya çıkar ki, bu da pek çok fitnelere ve ahlâkî bozulmalara sebebiyet verecektir. Hıristiyan rahip ve rahibeleri bunun en açık örneğidir. Diğer taraftan insanın ruhu ihmal edilerek aç bırakılır da sadece hayvanî olan bedenin istek ve arzuları yerine getirilecek olursa; o zaman da bencil, obur, hayatı sadece mutfak ile tuvalet arasından ibaret sanan, midesini ve şehvetini her şeye önceleyen hayvanlardan da daha aşağı olan maddeperest bir mahlûk ortaya çıkar. Akıllı canavarlar olan kapitalistler bu türün en tipik örneğidir. Bu türdeki insanlar hakkında yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır: “Kâfirler ise, onlar faydalanırlar ve davarların yediği gibi yerler; kalacakları yerleri ise ateştir onların.” (Muhammed; 12)
İşte insanı bu iki aşırılıktan da muhafaza eden, insanın ruhu ile bedeni arasında tam bir uyum sağlayan, insanın nefsini temizleyen, onu kötü huy ve davranışlardan arındıran ve böylece onu mükerrem bir insan seviyesine yücelten en önemli ibadetlerden biri de oruç ibadetidir. Orucun insanın ruh ve bedeni üzerinde, ferdi ve toplumu arındırmada sayılamayacak kadar çok faydaları vardır. Bundan dolayıdır ki insanın Rabbi/terbiye edicisi olan Allahu Teâlâ hem bu ümmete ve hem de bundan önceki bütün ümmetlere orucu farz kılmıştır. Âdeta bütün insanlığı terbiye etmek için takrir ettiği bu farizayı da yüce Kitabında şu şekilde beyan etmektedir:
“Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere yazıldığı (farz kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı. Umulur ki takva sahibi olursunuz.” (Bakara; 183)
Ayet’i kerimenin zahirine bakıldığında Hz. Âdem aleyhisselam ile Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem arasında gönderilmiş bulunan bütün peygamberlerin dininde orucun farz kılındığını ifade ettiği görülmektedir. Fakat bizim sahih olan kaynaklarımızda diğer ümmetlere farz kılınan orucun kemmiyet ve keyfiyeti ile ilgili daha fazla bilgi bulunmamaktadır. Bunun için de onlara farz kılınan orucun nasıl olduğunu bilmek için korunmamış olan ve sağlamlığında şüphe bulunan onların kaynaklarına müracaat etmek kaçınılmazdır.
Önceki ümmetlerde orucun nasıl olduğu mevzusunu tafsilatlı bir şekilde açıklamaya girişmeden önce iki hadisi şerifi kaydetmeyi faydalı buluyoruz:
Abdullah b. Abbas radıyallahu anhuma dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Medine’i Münevvere’ye geldiğinde Yahudilerin Âşûra gününde oruç tuttuklarını gördü ve onlara: “Bu nedir?” diye sordu. Onlar şöyle cevap verdiler: “Bu faziletli ve değerli bir gündür.” Allah Azze ve Celle bu günde Mûsâ aleyhisselam’ı ve İsrailoğullarını düşmanlarından (Firavun ve kavminden) kurtardı. Bundan dolayı da Mûsâ aleyhisselam bu günde (şükür olarak) oruç tuttu. (Ve işte biz de bu günü tazim için oruç tutuyoruz.)” Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki ben sizden daha fazla Mûsâ’ya yakınım ve benim onunla olan hukukum sizinkinden daha kuvvetlidir.” Rasûlullah aleyhisselam bu günde oruç tuttu ve bu günde oruç tutulmasını emretti.”(1)
Ebu’l-Hasan en-Nedvi rahimehullah, bu orucun, bütün Yahudilere farz olan “kefâret günü orucu” olmadığını ispat etmek için yaptığı uzun tetkiklerden sonra şöyle demektedir: “İbni Abbas ve daha başkalarından rivayet edilen hadislerde adı geçen ve Ramazan orucu farz kılınmadan önce müslümanların oruç tutmaları istenen Âşûra gününe en çok benzeyen ve ona en yakın olan eski “Abib” veya (daha sonraki ismiyle) Nisan ayının ortasına düşen gündür ki; bunun adını Yahudiler, Babil’den sürüldükten sonra değiştirmişlerdir.(2) Hatta o günün değer ve önemi bayram günü gibiydi ki, o günde onlar neşe ve sevinç gösterisinde bulunurlar ve âdeta bayram gibi onu kutlarlardı. Ve işte bu, İsrailoğullarının Mısır’dan çıktıkları ve Firavun’un suda boğulduğu gündür. Tevrat’ta İshah, 34’de şöyle yazmaktadır: “Ve Mûsâ insanlara şöyle dedi: “Siz köle olarak bulunduğunuz yer olan Mısır’dan çıktığınız günü asla unutmayınız. Çünkü Allah kendi gücü ile sizi oradan çıkardı. O gün mayalı ekmek yenmemeli. Siz oradan Abib ayında bugün çıktınız.”
Bütün bunlardan sonra tercih edilmesi gereken; o günün, hicretin 2. yılının Arabî aylardan Muharrem’in 10. gününe rastlamış olduğudur. Daha sonra Ramazan ayında oruç tutulmasını emreden ayet gelerek onun hükmünü ortadan kaldırmıştır.”(3)
Kaydetmek istediğimiz ikinci hadis ise Dâvûd aleyhisselam’ın oruç tutma şeklini beyan etmektedir.
Abdullah b. Amr b. Âs radıyallahu anhuma dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “En faziletli (ve Allah’a en sevimli olan) oruç, Dâvûd aleyhisselam’ın orucudur. O bir gün oruç tutar, diğer gün tutmazdı. (Gün aşırı oruç tutardı.)”(4)
Bu iki hadis’i şerifi kaydettikten sonra şimdi de önceki ümmetlerde ve eski dinlerde oruç mevzusunu biraz daha açalım.(5)
Yahudilerde Oruç:
Yahudilere göre bir tehlike ortaya çıksa veya bir kahin herhangi bir ilhamın gelmesi için hazırlığa başlasa, o zaman mutlaka oruç tutardı. Yahudi, Allah’ın kendisine gazap ettiğini zannettiği zamanda da geçici olarak oruç tutardı. Memlekette bir veba salgını olduğunda, bir bela ve musibet ortaya çıktığında, kıtlıkla karşılaşıldığında veya kral çok önemli bir savaş yapmak üzere hareket ettiğinde de oruç tutulurdu.
Yahudilikte öncelikle nefsi alçaltma vasıtası kabul edilen oruç ibadeti, “canlarınıza cefa edeceksiniz”(6) emrinin bir gereği olarak tutulur. Oruç tutarken sadaka vermeye, yoksullara yemek yedirmeye de teşvik edilmiştir.
Pek çok oruç değişik zümrelerde yerleşmiştir. Her zümre, kendine özgü tarihi acı bir olayı hatırlamak için bu orucu tutar veya üzüntü ve neşe kutlamalarının bir hatırası olarak onu tutar. Pek çok oruç da kıtlıktan, herhangi bir felaketten, musibetten veya dönemin hükümetinin zalimce kanunlarından, hatta çeşitli belalardan ve afetlerden korunmak için oruç tutmalarını halka emreden Yahudi âlimlerinin yetkisindedir. Kendi başına kişisel olarak tutulan bir takım oruçlar daha vardır ki herkes kendi durumunu ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak bunları tutar.
Yahudilere göre en önemli oruçlar şunlardır:
1- Kefâret günü (Yom kipur) orucu: O günde Yahudiler bir yıl içerisinde işledikleri hatalardan ötürü duydukları pişmanlığı dile getirerek Tanrı’dan af dilerler. Hasta ve düşkün olmayan, şeriat önünde sorumlu tutulma çağına gelmiş bütün Yahudilere farz olan bu oruç, Yahudi ay takviminin birinci ayı olan Tişri’nin onuncu günü tutulur. Oruç arefe günü güneş batımından yaklaşık bir saat önce başlar ve ertesi gün (10. gün) gün batımından yaklaşık 45 dakika sonraya kadar devam eder. Yirmi beş saati aşan bu süre içinde yeme, içme, cinsel ilişkide bulunma, yıkanma ve her türlü temizlik yapma, yağlanma ve ayakkabı dahil deriden yapılmış bir şey giyme haramdır.
Yahudilikte birinci sürgün sonrası (M. Ö. 586) dönemde ihdas edilmiş, fakat yine Eski Ahid kökenli olan diğer farz oruçlar şunlardır:
2- Dokuz av orucu: Yahudi ay takvimine göre av (Ağustos) ayının dokuzuncu günü tutulması gerekir. Bu oruç, Kudüs’teki kutsal Süleyman mâbedinin birincisi milattan önce 586 ve ikincisi milattan sonra 70 yıllarında olmak üzere iki defa yıkılmasını hatırlamak amacıyla tutulur ve önem itibariyle kefâret günü orucundan sonra gelir. Yine kefâret günü orucu gibi yaklaşık yirmi beş saat süren bu oruç da çocuklar, hasta ve düşkünler hariç herkese farzdır.
3- Dördüncü ay orucu: Yahudi ay takvimine göre 17 Temmuz’da ifâ edilen bu oruç, Kudüs’ün Babillilerin eline geçişi ve daha sonra Kudüs’ün Romalılar tarafından işgal edilmesi ve diğer felaketler münasebetiyle tutulur. Oruç süresinin kısalığı (gün doğumu ile gün batımı arası) ve oruç sırasında dünyevi iş yapılmasına izin verilmesi bakımından yukarıdaki iki oruçtan ayrılır.
4- Onuncu ay orucu: Kudüs’ün Babil kralı Buhtunnasr tarafından kuşatılmasını hatırlamak amacıyla tutulan bir diğer kısa oruçtur.
5- Yedinci ay orucu: Tişri ayının üçüncü günü, birinci sürgün sırasında Kudüs’te kalan Yahudilerin lideri durumundaki Yahûda valisi Gedalya’nın hatırasını tazim için tutulur. Dördüncü ve onuncu ay oruçlarında olduğu gibi sabahleyin şafağın sökmesiyle başlayıp güneşin batmasıyla sona erer ve dünyevi işlerde çalışmaya izin verilir.
Nisan ayının ilk dokuz günü ve Temmuz ayının on yedinci günü kısmî oruç için ayrılmıştır. Yani o günlerde sadece et yemek ve şarap içmek yasaktır.
Hıristiyanlarda Oruç:
Yeni Ahid (İncil)’de Hz. İsa ve havârilerinin Yahudi oruç geleneğine uygun olarak oruç tuttuklarından bahsedilir. Peygamberliğinden önce Hz. İsa’nın kırk gün oruç tuttuğu nakledilir. Hz. İsa’dan orucun hükümleri nakledilmiş değildir. Sadece orucun ana prensipleri aktarılmıştır. Orucun bu prensiplerini teker teker izah ederek uygulamaya konulması kilise tarafından yapılmıştır. Oruç ve perhiz dönemlerine ait kurallarla bu günlerde yapılacak işler ve yenilecek besinler konusunda tarihsel süreçte önemli değişiklikler olmuş ve Hıristiyan mezhepleri arasında ihtilaflar ortaya çıkmıştır.
Günümüz Hıristiyan dünyasında başlıca iki çeşit oruç vardır:
1- Şükran orucu: Her hafta Pazar günü icrâ edilen Evharistiya töreninden (ekmek-şarap ayini) önce alkollü içki içmemek şeklinde edâ edilir. Katoliklere ve Ortodokslara göre şükran orucu Cumartesi akşamından veya akşam yemeğinden hemen sonra başladığı halde özellikle farklı Protestan mezheplerinde Evharistiya’dan üç saat önce başlar ve hepsine göre törenin tamamlanmasıyla sona erer.
2- Kiliseye mensubiyet oruçları:
Anglikan kilisesi dışındaki bütün Hıristiyan mezheplerince benimsenen, fakat farklı biçimlerde uygulanan bu oruçların en önemlisi ve uzun sürelisi Hz. İsa’nın çölde kırk gün boyunca tuttuğu orucun hatırasını yaşatmak üzere IV. Yüzyılda başlatılan ve paskalyadan önceki kırk güne denk gelen oruçtur. Paskalya, Yahudi ay takvimine bağlı şekilde Nisan ayının on beşinden sonraki ilk Pazar olarak belirlendiğinden kırk günlük oruç/perhiz süresi de Katoliklerde Şubat ayında “küllü Çarşamba” denilen günde başlar.
Katolikler ve Ortodokslar kırk günlük bu paskalyaya hazırlık orucu/perhizi dışında her hafta Çarşamba, Cuma ve Cumartesi günleriyle önemli yortu günlerinden önce de oruç tutarlar.
Hıristiyanlara göre oruç veya perhizin gayesi günahlara kefâret ve nefsanî arzuların köreltilmesidir. Bu sebeple hasta, düşkün, çocuk, asker ve ağır işlerde çalışan işçiler dışında her Hıristiyan oruç tutmakla mükelleftir. Bu kimselerden yukarıda zikredilen günlerde oruç tutamayanlar diğer zamanlarda bunları kaza edebilir.
Oruç tutan kimse günde ancak bir öğün (öğle veya akşam) yemek yiyebilir. Bunun dışında günün her anında hafif bir şeyler yemesi mümkündür. Sigara gibi keyif verici maddeler kullanılmaz. Zaruret halinde ilaç alınabilir.
Eski Dinlerde Oruç:
Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi aslı itibariyle ilâhi/semâvî olan fakat daha sonraları beşer elinin karışarak tahrif ve tebdil ettiği dinlerde orucun mahiyetini özetle arzettik.
Bunların dışında kimi putperest dinlerde de orucun izlerine rastlamaktayız. Bu konuda Ebu’l-Hasan en-Nedvi şöyle demektedir:
“Dünyanın en eski dinleri ve dini merasimleri arasında oruca en çok rastladığımız din, büyük çapta inananı bulunan Hindistan’daki Hindu dinidir. Bu dinin bir temsilcisi olan ve Madras Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü başkanlığını da yapan T. M. P. Mahadevan, Hindu dininde ve Hindu toplumunda orucun durumuna ışık tutarak şöyle yazmaktadır: “Her sene kutlanan bayramlar içinde bazı bayramlar, nefsi arındırmak maksadı ile oruç (beret) için ayrılmıştır. Her Hindu fırka, pek çok insanın oruç tutacağı bazı günler kararlaştırmıştır. Yemekten, içmekten uzak duracakları, sabahlara kadar uyanık kalıp, kendi din kitaplarını okuyacakları ve dini tefekküre dalacakları bazı günler belirlemişlerdir. Bunlardan en önemli ve en meşhur olup, çeşitli fırkalar arasında yaygın olan bayram, Vişnû putu ile ilgili Viketna Ekadeşi Bayramı’dır. Ama bu bayramda sadece Vişnû’ya inananlar değil, başka pek çok Hindu da oruç tutar. Bu bayramda onlar, gündüz oruç tutarlar, gece ise (puta) ibadet ederler.”
Mevlâna Seyyid Süleyman Nedvi, “Asrı Saadet” adlı eserinin 5. Cildinde Ancylopedia Britanica’dan naklen şöyle yazmıştır:
“Eski Mısırlılarda ise oruç, diğer dini bayramlar içinde görülmektedir. Eski Yunan’da sadece kadınlar “Thesmo Firîa”nın üçüncü günü oruç tutarlardı. Farisi dininde (eski ateşperest/mecûsi İran dininde) bütün inananlara oruç farz değil idiyse de, onların ilhama dayalı kitaplarının bir ayetinden onlarda da belli bir kesim için oruç emrinin bulunduğu kesinlik kazanmaktadır. Özellikle din önderleri için beş senelik oruç gerekli idi.”(7)
Cahiliye döneminde Arap müşriklerinde de oruç vardı. Nitekim Hz. Âişe radıyallahu anha şöyle demektedir: “Âşûra gününde Kureyş cahiliye döneminde oruç tutardı. Rasûlullah aleyhisselam da bu günde oruç tutardı. Medine’ye gelince de bu günde oruç tuttu ve oruç tutulmasını emretti. Ramazan orucu farz kılınınca, Âşûra günü (farz olarak) oruç tutmayı bıraktı. Bundan sonra dileyen bu gün oruç tuttu, dileyen de terk etti.”(8)
Önemli Birkaç Mülahaza:
Burada birkaç hususu belirtmemiz yerinde olacaktır:
Birinci mülahaza: Orucun insanın bedeni ve ruhu üzerinde sayısız faydaları vardır. Bedenin sıhhati için bir perhiz ve asıl olarak da insanın ruhunun arınmasını ve nefsinin terbiye edilmesini sağlayan Rahmâni bir devadır. İnsanın her türlü nefsanî hastalıkları için ilâhi bir şifadır. Bunun için de Allah’ın rızasını kazanmak için ve ilâhi şeriata muvafık bir şekilde edâ edilmesi gerekir. Hâlbuki orucun şifa olmasının asıl sırrı olan bu sahih niyet, Allah’ın dininden uzak olan kitap ehli ve müşriklerin oruçlarında bulunmamaktadır. Bundan dolayı da onların oruçları bedenleri için bir perhiz olsa da ruhlarını arındırmada ve nefislerini terbiye etmede bir fayda sağlamaz ve ibadet olmaktan uzaktır. Olsa olsa bedenin kesafetinden kurtulan ruhlarının bir takım şeytani ilhamlara maruz kalmasına sebep olabilir!
İkinci mülahaza: Eski dinlerin bazıları orucun miktarını belirlemede ifrata kaçmış ve insanın bedeninin tahammül edemeyeceği kadar uzun bir zaman ve bazen de insanı bitkin düşürecek derecede aralıksız birkaç gün oruç tutmayı esas alırken; diğer bazı dinler de insanın nefsine hiç ağır gelmeyecek ve nefsanî duygularına darbe indirmeyecek kadar az bir miktar oruç tutarlardı. Hâlbuki bu konuda ifrata ve tefrite kaçılmadan dengeli bir miktar belirlenmelidir. Bu konuda Şah Veliyullah Dihlevi şöyle demektedir: “En aza veya en çoğa saparak aşırılığa gitmeye fırsat doğmasın diye; orucun zamanını da belirlemek gerekliydi. Eğer öyle olmayıp da zamanı belirlenmeseydi, o zaman biri kendisine hiçbir faydası dokunmayacak ve hiçbir etkisi görülmeyecek kadar az oruç tutardı. Başka biri de o kadar aşırılıkla hareket eder ve o kadar fazla oruç tutardı ki, güçsüzlüğü ve zayıflığı son haddine ulaşır, yarı ölü hale gelirdi. Aslında oruç, nefsin zehirini yok etmek için hazırlanmış bir panzehir olduğundan dolayı gerekli olan miktarı göz önünde bulundurmak şarttır.”(9)
Üçüncü Mülahaza: Geçmiş ümmetlerdeki bazı oruç çeşitlerinde sadece belirli gıdalardan sakınılır ve diğer bazı gıdaların alınmasında sakınca görülmezdi. Hâlbuki bu da orucun hikmetlerine ve gayesine aykırıdır. Çünkü bu durumda gıda alma devam ettiği için hayvanî arzularda bir azalma meydana gelmez. Fakat İslam şeriatının belirlediği gibi belli bir müddet her türlü gıdadan sakınmak, açlık ve susuzluğun tam olarak hissedilmesini ve hayvanî arzulara darbe indirilmesini sağlar.
Dördüncü mülahaza: Eski dinlerde oruç tutma şekli daha çok aralar verilerek değişik günlerde tutulan oruçlar şeklindeydi. O günler, hem senenin değişik günlerine dağıtılmıştı, hem de etkisi kaybolacak şekilde aralarında uzun zaman aralıkları olur ve insanın duyguları, eğilimleri, düşünceleri tamamen orucun manevi yapısına uyum sağlayamadan önce süresi biterdi. Hâlbuki oruç tutmanın hikmeti, bu günlerin zincirleme, peş peşe devam etmesini gerektirirdi. Şah Veliyullah Dihlevi bu konuda şöyle yazıyor: “Allah’a itaat ve kulluk alıştırması olsun diye, yemekten içmekten uzak kalma olayının tekrarlanması, kesinti yapmadan devam ettirilmesi gerekliydi. Yoksa ne kadar ağır ve ızdırap verici açlık olursa olsun bir sefer, bir gün aç kalmanın hiçbir faydası olmaz.”(10)
Bütün bu yönleri göz önüne alınarak bakılırsa görülecektir ki, İslam şeriatının bu şartların ve özelliklerin hepsini içine almakta olduğu, oruçla amaçlanan bütün manevi, ahlâki, psikolojik, ictimai faydaları ve meyveleri kendinde toplamıştır.(11)
Son olarak: “Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslam’ı beğenip seçtim.”(12)buyuran Allah Azze ve Celle’ye hamd ederiz.
————————————————-
1. Buhari: 2004; Müslim: 1130. Parantez içine alınan bölümler hadisin farklı rivayetlerinde geçmektedir.
2. Bostani diyor ki: “İsrailoğullarının şu anda kullandıkları aylar, öyle sıralanmıştır ki, senelerinin ilk ayı Tişri’dir. Buna göre Abib ayı senenin yedinci ayı olmaktadır.”
3. Ebu’l-Hasan en-Nedvi, Dört Rükün: 233-234
4. Buhari :1974; Müslim: 1159; Tirmizi: 770
5. Biz bu bölümü, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi 33/414 – 415 ve Ebu’l-Hasan en-Nedvi’nin Dört Rükün (219 – 224 arası) kitabından özetlemiş bulunmaktayız.
6. Levililer, 16/29
7. Ebu’l-Hasan en-Nedvi, Dört Rükün: 219- 220
8. Buhari: 2002
9. Hüccetullah el-Baliğa: 2/37
10. Hüccetullah el-Baliğa: 2/37
11. Bu mülahazalarda Ebu’l-Hasan Nedvi’nin Dört Rükün isimli kitabından istifade edilmiştir.
12. Maide, 3