Serbest Köşe – Mustafa Vanlıoğlu / 2014 Mart / 16. Sayı
Parti çalışmalarıyla İslam’ı hâkim kılmak, demokratik bir düzen içerisinde söz konusu olur.
Demokratik düzenin en belirgin özelliği ise, bilindiği gibi “egemenliğin kayıtsız şartsız halkın olduğunu” ileri sürmektir.
Demokratik düzenler, böylelikle işin başından Allah’ın hâkimiyetini kabul etmediklerini, Allah’ın hâkimiyeti yerine halkın hâkimiyetini öngördüklerini ifade etmektedirler. Bu, bilinen bir husustur.
Demokratik düzenler Allah’ın hâkimiyetini yani insanların hayatını düzenlemek üzere Allah’ın koyduğu hükümleri dolayısı ile İslam hukukunun tümünü reddedip halkın hâkimiyetini yani demokratik sistemlerde yasama meclislerinin yaptıkları kanun ve hükümleri kabul ettiklerinden; bütün kurum ve mevzuatlarını da ona göre şekillendirirler.
Devletin bütün organlarında, bütün müesseselerinde, sosyal, siyasal, hukuki, ahlaki, iktisadi, maddi ve manevi bütün değerlendirme ve faaliyetlerinde, hatta pozitif kabul edilen ilmi anlayışlarında bile bu muhteva hakimdir.
Hiçbir alanda halkın hâkimiyetini sarsacağı kabul edilen herhangi bir faaliyet ve çalışmaya imkân verilmek istenmez. Buna aykırı kanaat, yaklaşım ve gayeleri bulunan ekipler, en azından bu kanaat yaklaşım ve gayelerini açığa vurmamak zorundadırlar; buna çok büyük ölçüde dikkat etmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde kurulu düzenle ve bu düzenin ilkeleriyle karşı karşıya gelirler. Bunun için böyle bir süreci kabul edenlerin en azından zahiren de olsa bu ilkeleri kabullenmeleri veya kabul ediyor görünmeleri gerekir. İstedikleri doğrultuda faaliyeti açık açık yapamayacaklarından işleri güçleri kurulu düzenin mevzuat ya da teamüllerindeki boşlukları araştırmak ve bu boşlukları kendi lehlerine yorumlamak için zaman ve emek harcamak olur.
Böyle bir yaklaşım şeklinin pratik fayda ya da zararları üzerinde durmaksızın, kısaca bu yaklaşımlar ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapıverelim. İslam daveti her şeyden önce açık ve sarih yapılmak zorundadır.
Bütün peygamberlerin davetlerinde bunu gördüğümüz gibi, Kur’an- Kerim’in şu buyruğu da bunun zorunluluğunu çok açık bir şekilde dile getirmektedir:
(Rasûlüm!) De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah’ı (ortaklardan) tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.” (Yusuf, 12/108)
İslam davetinin basiret üzere yapılması gereği gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Müminler, Peygamberin yolu üzere daveti bırakıp, körü körüne davette bulunamazlar. Ayetin sonundaki ifadelere de çok dikkat etmek zorundayız. Acaba basiret üzere davet yolunu bırakıp, başka yollar denemeye kalkışmanın şirki reddedebilme özellik ve nitelikleri ne kadardır?
İslam’ı Hâkim Kılmak İçin Demokratik Yöntem
Demokratik yöntemi benimseyerek, İslam’ı hâkim kılma sürecini başarıya götürmek iddiasını bir başka açıdan ele almak gerekmektedir.
Bilindiği gibi, demokrasi, hâkimiyetin kayıtsız, şartsız halkın ya da milletin olduğunu iddia eder. Halkın tümünün bir arada egemenliği kullanmaları mümkün görülmediğinden pratik bir çözüm olarak halkın belli şekilde temsilcileri aracılığı ile bu egemenlik hakkının fiilen kullanılması yoluna gidilir.
Yani seçim sandığına giden bir vatandaşın bu davranışının anlamı, -kendisi ister işin şuurunda olsun/ister olmasın, ister bu anlama geldiğini bilmekle birlikte kalbinden bunu onaylamasın fark etmez- zahiren şudur: “Ben sahip olduğum kendi payıma düşen egemenlik hakkımı, filan partiye veya falan kişiye bana vekâleten kullanmak üzere belirlenen süre içerisinde devrediyorum.”
Daha sonra “milletvekili” denilen bu kimselerin bir mal, bir meta gibi alınıp satılmaları, seçmenlerini herhangi bir şekilde hesaba katmaksızın yasamalarda, tasarruflarda bulunması, hatta seçmenleriyle birlikte ülkelerini bile gereğinde satmaları, seçmenleri de dâhil olmak üzere bütün milletin başına çoraplar örmeye kalkışmaları, ülkenin ve insanların menfaatlerini peşkeş çekmeleri üzerinde durmuyoruz.
Burada bizim için önemli olan bu sürecin zahiren taşıdığı anlamdır. Bu da demokratik sürecin birinci ve ilk aşamasını teşkil eden seçime katılma olayıdır. Seçime katılmanın anlamı da kısaca şudur:
“Ben, mevcut demokratik düzeni kabul ediyorum. Bu düzenin sınırları içerisinde kalmak üzere, hâkimiyet hakkımı şu partinin ya da bu kişinin kullanmasını istiyorum…”
Seçime katılmanın bu anlama gelmediğini söylemek mümkün değildir. Olayın mahiyeti üzerinde kısaca düşünmek, bunun böyle olduğunu anlamak için yeterlidir. Bizim sandığın başına giderken başka niyetler taşımamız, davranışımızın hükmünü değiştirmek için yeterli değildir.
Açıklamalarımızdan anlaşıldığı gibi, demokratik süreç içerisinde faaliyetlerin kabul edilmesi, her şeyden önce mevcut demokratik düzenin kabul edilmesi anlamına gelir.
Kur’an-ı Kerim’de Allah’tan başka kanun koyan ve Allah’tan başka hükmüne başvurulan ya da hükmü kabul edilen herkes ve her kurumun ortak adı bilindiği gibi “tağut’tur. Tağutun reddi ise, iman edebilmek şerefine nail olmanın ilk basamağıdır.
“Hak ile batıl apaçık meydana çıkmıştır. Kim tağutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse o, muhakkak kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur.” (el-Bakara, 2/256)
Bundan sonraki ayette Allah’ın kendisine iman edenleri karanlıklardan aydınlığa çıkartmasına karşılık, tağutların da kendilerine iman edenleri aydınlıktan karanlıklara çıkardığından söz edilmekte, arkasından da Allah’ın hâkimiyetini, ulûhiyet ve rububiyetini kabul etmeyen bir tağutun, Hz. İbrahim ile Allah hakkında ve özellikle de Allah’ın hâkimiyeti hakkında tartışmaya girdiğinden söz edilerek, tağutlara ve tağutun tavırlarına bir örnek verilmektedir.
Ayrıca Hz. Yusuf’un tağutun kendi sistemi içerisinde çalışmayı kabul ettiğini ortaya koyan en ufak bir delilin ortaya konulamayacağına da işaret edelim. Tağutun ve tağuti düzenlerin egemenliğini kabul etmek, iman ile bağdaşabilir bir eylem olamaz;
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut’a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut’un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” (Nisa; 60)
Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek ve Allah’tan başkalarının hâkimiyetlerini ve bu tür hâkimiyetleri öngören düzenleri reddetmek ama her şeyleriyle ve tam anlamıyla kalben ve fiilen reddetmek, İslam dininin en önemli parçasıdır. Yüce Rabbimiz Hz. Yusuf’un şu sözlerini ebedi bir şeriat olmak üzere bizlere nakletmektedir:
“Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı? Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 12/39-40)
Hz. Yusuf’un sorduğu “darmadağınık rabler” özellikle günümüz demokratik düzenlerinde müşahhas bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Demokratik sürecin içerisinde yolunu kaybetmiş kitlelere yöneltilmesi gereken soru şudur: Sizler, her birisi bir tarafa çeken, kısır görüşlü, kıt anlayışlı ve sizin gibi insan olan bu gibi kimselerin ulûhiyetlerini, rububiyetlerini mi kabul etmek istersiniz, yoksa gücü bunları da kahretmeye, onları dilediğine mecbur etmeye yeten bir tek Allah’ ın ulûhiyet ve rububiyetine tam anlamıyla boyun eğmek mi istersiniz?
Esasen insanların hâkimiyet hakları yoktur. Bu sizin ve atalarınızın uydurduğu bir iddiadır.
Hâkimiyet, halkınmış, milletinmiş veya şunun ya da bununmuş şeklindeki iddiaların, doğruluğunu ortaya koyabilecek en ufak bir delil yoktur. Hâkimiyet yalnız Allah’ındır. O, yalnız kendisine ibadet etmeyi emretmiştir.
Başkalarının hâkimiyeti kabul edilerek, onların ulûhiyetleri kabul edilemeyeceği gibi, hâkimiyetleri kabul edilmek suretiyle, Allah’tan başkasına da ibadet edilmez.
İşte Allah’ın emir ve hükümlerine bu şekilde bağlanmak sureti ile, ancak dosdoğru din üzere kalınabilir.
Şu ayet-i kerimede Allah’ın emir ve hükümleri dışında teşri yapmanın, teşri yetkisine sahip olunabileceğini kabul etmenin, hüküm ve mahiyetini açık bir şekilde ifade etmektedir.
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır.” (Şura, 42/21) Bu ve benzeri buyruklar ve daha pek çok delil ve gerekçe, demokratik yöntemlerle çalışmayı kabul etmenin, İslam’ın öngördüğü şekliyle mücadele etmenin uygun yolu olmadığını ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla demokratik seçimlerde ve benzeri bütün eylem ve süreçlerde, müslümanın demokrasinin herhangi bir halkasında yer alarak tağuti düzenin işlerlik kazanmasında bir katkıda bulunması, İslam’ın konu ile ilgili ilke ve hükümlerine aykırıdır. Böyle bir amelin aranan şartları taşımadığından salih bir amel olarak değerlendirilmesi mümkün değildir.