Kapak Dosya – Said Özdemir / 2013 Mayıs / 6. Sayı
İnin oradan” ilahi emriyle Âdem aleyhisselam ve zürriyeti yeryüzüne inmişlerdi. Daha ilk adımda Hak ile batıl saflarını yavaş yavaş belli ediyordu. Hakkın yüzü net, saf ve duruydu. Batılın yüzü ise çirkin, iğrenç ve nifak ekiliydi. Bu dev bir arenada hak ile batılın kavgasıydı. Öyle bir kavga ki ‘Armagedon’a kadar uzanacaktı…
“Hayır, biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, batıl yok olup gitmiştir. (Allah’a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size!”(1)
Asırlar boyunca nesilden nesile hak ve batıl kendine taraftar buldu. Bazen yeryüzü tiranlarına karşı Nuh, Musa, İsa ve Muhammed aleyhisselam da vücud bulan hak, bazen de zalimlerin saraylarında var olan bir Asiye de yeşermişti.
Hak, Muhammed aleyhisselam ahirete irtihal edene kadar kendini güneş gibi ortaya çıkardı. O nurun ayrılışından sonra batıl kendini iyice göstermeye başladı.
Hz. Ebubekir radıyallahu anh zamanında irtidat (dinden dönme) olayları ile hak ile batıl bir defa daha karşı karşıya geldi. Hz. Ebubekir’in kararlılığını ve sebatını riddet günlerinde gördünüz mü? Dinden dönüş fitnesi; Arap yarımadasındaki her şeyi yok ediyordu. Riddet; Mekke, Medine ve Bahreyn’deki Cevasa dışında Arap yarım adasında istisnasız her yeri kaplamıştı. Maddi ve beşeri imkânlara ve devasa ordulara sahip olmalarına rağmen Hz. Ebubekir’in feraseti ile hak taraftarları mürtedlerin tahtlarını sarsıyor ve batıla üstün geliyorlardı. Bu dönemlerde Hz. Ebubekir yumruğunu sıkarak, batılın iğrenç yüzüne savurdu ve darbeyi vurdu. O zaman batıl yere yıkılmıştı ama bir defa daha kalkacaktı…
Zaman Ahmed b. Hanbel’in zamanıydı. Kur’an-ı Kerim’in mahlûk olma (yaratılmış olma) meselesi, o devirde Mutezile’nin şiarı olmuş ve iman ile küfrün, Müslüman olmakla kâfir olmanın ölçüsü hâlini almıştı. Bu sloganla batıl bir kez daha yüzünü göstermişti. Kendi döneminde tek bir ümmet olarak ayağa kalkan İmam Ahmed, ehl-i sünnet akidesini/hakkı savunmaya başladı. Hiç korkmadan ve gözünü budaktan sakındırmadan fetvasını verdi: “Kur’an Allah’ın kelamıdır. Mahlûk değildir” bu sözlere dayak, hapis, işkence ve kırbaçla cevap verilmişti. Bu kırbaçlar öyle bir hal aldı ki “Ahmed b. Hanbel’e vurulan kırbaçlar eğer bir file vurulsaydı, fil acıdan nara atar kaçardı” sözleri konuşulmaya başlandı. Ama O bu fitne karşısında yumruğunu Ebubekir’ce sıktı ve batıla savurdu. Onun vurmasıyla fitne ateşi bir kez daha sönmüştü…
Yine bir fitne dönemi gelip çattı. Tatarlar’ın akınları sonucu, İslam neredeyse ortadan kalkacak gibi oldu. Kalplerinde hastalık bulunanlar, Allah ve Rasulü’nün vaadinin boş olduğunu zannetmeye başladılar. Allah ve Rasulü’nün taraftarları bundan sonra kendilerine gelemeyeceklerini, bir daha bellerini doğrultamayacaklarını sandılar ve bu düşünce onların gönüllerinde yerleşti. Öylesine kötü zanlara kapıldılar ki, kötü bir kavim olup çıktılar. Bu fitne halim olan kimseyi bile şaşkınlık içinde bıraktı, doğru ve dürüst olan kimseyi adeta sarhoş etti, vesveselerin çokluğu dikkatli ve akıllı kimseyi bile şaşkın bir hale getirdi. İnsanların gönülleri böyle bir durumu kabul edemez oldu. Allah bu savaşla basiret ve yakin sahiplerini, kalplerinde nifak ya da iman zayıflığı bulunanlardan ayırdı. Böylelikle Allah yeryüzünde seçkin kullarının derecelerini yükseltti. Allah’ın yardımıyla çok kısa bir süre sonra İslam ordusu güç bulmuş, zaferler kazanmış, doğuda ve batıda birçok toprak üzerinde İslam şeriatı yeniden hâkim olmuştu.
İbn Teymiyye rahimehullah bu olayla ilgili olarak şöyle diyor: “Müslümanların böyle bozguncu kâfir bir düşmanın fitnesiyle imtihan edilmeleri, Rasulullah döneminde çeşitli gazalarda Müslümanların başlarına gelen olaylara benzemektedir. Allah, hem Rasulü’nü hem de müminleri kâfirlerle imtihan etmişti. Bu olaylarda Allah’ı ve Ahiret Günü’nü umanlar için örnekler vardır.”
Osmanlı devletinin “hasta adam” olarak anılması, çöküşe geçmesi ve bu parlak yılların ardından Müslümanların dinlerine karşı gereken ihtimamı göstermemeleri, dünya ve ziynetine göz dikip kapılmalarına, kalplerinde Allah korkusunun azalmasına, dolayısıyla ellerindeki güç ve kuvveti kaybetmelerine neden olmuştur. Kâfirler bir taraftan kılıç gücüyle Müslümanlara saldırırlarken diğer taraftan Müslümanları dinlerine bağlayan en önemli bağlarını kesme mücadelesi vermişlerdir. Ve bu amaçla öncelikle Müslümanların itikadi yapılarını bozmak için her türlü hileli yollara başvurmuşlar, birçok küfür ve şirk ideolojisini süslü göstererek Müslümanların arasında yaymaya çalışmışlardır. Üzülerek belirtmekte fayda vardır ki, bu çalışmalarında başarılı da olmuşlardır.
Her fitne çıkmaya yüz tutsa “Biz ıslah edicileriz” sözü de peşinden gelmekte. Yaşamış olduğumuz şu asırda da Müslümanların birebir kaldığı en büyük fitne ise ‘Demokrasi ve Laiklik’tir. Kâfir haçlıların son 3 asırda Müslümanları kendi dinlerinden koparma adına ortaya attıkları şirk ve küfür ideolojilerinin başında laiklik ve demokrasi gelmektedir. Onların yapmış olduğu sinsi çalışmaların sonucunda bu şirk mezhebi tüm İslam topraklarına girmiştir. Ve bugün Allah’ın dinini yok etme adına yapılan bu çalışmalar zirveye ulaşmıştır. Kâfir ABD, batı haçlılarını da arkasına alarak demokrasi maskesi ile İslam topraklarının her bir karışına el atmakta, işgal ettiği topraklarda alternatifsiz olarak demokrasi dinini hâkim kılmaktadır. Sonuçta bugün demokrasi, insanların akıllarını başlarından alan, ilim adamı ve halk topluluklarının kendisine sıkı sıkıya bağlandıkları bir küfür mezhebi ve şirk ideolojisi olarak hüküm sürmektedir.
Bu öyle bir fitne ki kendini yıllarca tevhid davasına adayanları bile cezbedecek, sahip olmuş olduğu değerlerden vazgeçirecek güçtedir. Kaygan zemindir, Allah’ın kalplerine hükmettiği tevhidi Müslümanlar ancak bu zeminde sağlam durabilir. Davetten yorulan, bıkan veya ufak bir sam yelinde sarsılan kişiler bu fitneye çarçabuk kapılabilir ve bu zeminde ayağı kolayca kayabilir. Eğer Müslümanlar tarihi vahiy penceresinden okusalardı bu demokrasi pisliğine asla bulaşmayacaklardı. Ama ne yazık ki Müslümanların ilimden uzaklaşmaları ile birlikte Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in haber verdiği zifiri karanlık dönem(2) ve ilmin kaldırılacağı hadisleri günümüzde zuhur etmeye başladı. Saptırıcı ve ilimden nasibi olmayan kişiler bu ümmeti demokrasi yalanıyla boyamaya ve bunu İslam’dan bir esasmış (!) gibi göstermeye çalıştı. Bu demokrasi küfür ve inkâr toprağında büyümüş, dini hayattan ayıran Avrupa’nın şirk ve fesat yurtlarında gelişmiştir. Bu fikir asrımızda ümmetin kalbine saplanan zehirli bir hançer olup riddet olayı, Kur’an’ın mahlûk olduğu, tatarların (Moğollar) fitnesine bir o kadar da benzemektedir.
Konuyla ilgili Rabbani âlimlerden biri olan Ebu Muhammed el-Makdisi –Allah esaretten kurtarsın- şöyle demektedir:
“Bugün öyle bir zamanda yaşamaktayız ki, bütün terimler birbirine karışmış, zıt kavramlar bir araya getirilmiştir. Şeytanın dostlarından birçoğunun bu gibi küfür mezheplerinin şarkısını söylemesi tuhaf değildir. Tuhaf olan esas nokta, kendisini İslam’a nispet eden kimselerin demokrasiye şer’i bir boyadan bolca çalarak, şeytanın dostlarını cesaretlendirmeleri ve onların işlerini kolaylaştırmalarıdır. Dün insanlar sosyalizmle kandırılırlarken İslam sosyalizmi bid’atıyla karşımıza çıkmışlardı. Daha önceleri de milliyetçilik ve Arapçılık cereyanı vardı, bunları İslam’a yamamışlardı. Bugün onlardan birçoğu yerden bitme anayasaların şarkısını söylemektedirler.
İlme ve âlimlere yazık… Din’e ve samimi, rabbani davetçilere yazık… Vallahi günümüzde bunlar, daha önce hiç olmadığı kadar gariptirler. Bugün halkın sadece avamı değil, İslam’a bağlı olduğunu iddia eden kişilerin de çoğu La İlahe İllallah’ın anlamını düşünmüyorlar. Bu kelimenin gereklerini, şartlarını ve onu ortadan kaldıran şeyleri bilmiyorlar. Üstelik onların çoğu, asrın şirki olan demokrasi ve onun araçlarına bulaşmış olmalarına rağmen kendilerinin muvahhid olduklarını, Tevhide çağıran birer davetçi olduklarını iddia ediyorlar. Onlara tavsiyemiz şudur: Nefislerinize bir bakın ve La İlahe İllallah’ın hakikatini öğrenmeye çalışın. O, Allah’u Teâla’nın, öğrenilmesi için Âdemoğluna emrettiği ilk şeydir. Abdesti ve namazı bozan şeylerden önce, Tevhidin şartlarını ve onu bozan şeyleri öğrenmek gerekir. Çünkü Tevhidi bozulan kimsenin abdesti de, namazı da geçerli değildir…
Demokrasi, bütün zehirleri ve fesatları taşıyan ortamlarda gelişmiş olup, köklerinin iman toprağıyla yahut inanç ve ihsan suyuyla hiç bir ilişkisi yoktur. Demokrasinin varlığını ancak dinin devletten ayrılması ilkesinin kabulünden sonra görebilirsin. Demokrasi, halklarına livatayı, zinayı, içki içmeyi, soy sopun karışmasını ve bunun dışında gizli açık bütün kötülükleri, mübah kılmaktadır.
Dolayısı ile demokrasinin özgürlük anlayışı Allah’ın dininden, hükümlerinden ayrılmak, Allah’u Teâla’nın koymuş olduğu sınırları aşmaktan ibarettir. Ancak yerden bitme anayasaları ve uydurma kanunlarının koymuş olduğu sınırlar kutsaldır, koruma altına alınmıştır. Bütün bunlar kokuşmuş demokrasileri tarafından muhafaza altına alınmıştır. Bununla beraber bu anayasa ve kanunların sınırı aşan, onlara muhalefet eden ve ters düşen kim olursa olsun hemen cezalandırılır.
Demokrasi, anayasanın temel maddelerine, halkın arzu ve isteklerine uygun olmadığı sürece, Allah’u Teâlâ’nın muhkem dinine, O’nun şeriatının herhangi bir hükmüne asla itibar etmez. Bütün bunlardan önce de (yani anayasanın temel maddelerinden, halkın arzu ve isteklerinden önce) tağutların ve seçkin kişilerin arzu ve istekleri önceliklidir.
Halkın tamamı tağutlara ve demokrasinin efendilerine “Bizler Allah’ın indirdiği hükümler ile muhakeme olmak istiyoruz, kesinlikle ne halkın, ne halkı temsil eden vekillerin ne de idarecilerin hiçbir şekilde kanun koyma hakkı yoktur. Dininden dönen, zina eden, hırsızlık yapan, içki içen vs. kimseler hakkında Allah’u Teâla’nın hükümlerinin uygulanmasını istiyoruz. Kadının süsünü göstermesinin, çıplaklığın, fuhşun, zinanın, livatanın (erkeğin erkek ile ilişkisinin) ve bunun gibi bütün kötülüklerin yasaklanmasını istiyoruz…” deseler derhal onlara şöyle cevap verilir.
“Bu talepleriniz demokrasi dinine ve özgürlüklere aykırıdır.”
Yazıklar olsun size… Yazıklar olsun size… Yazıklar olsun size… Dilim kuruyuncaya kadar yazıklar olsun size…(3)
Ey kardeşim sana nasihatimiz şudur ki;
Eğer sana “Onların sayıları kalabalık, maddiyatları ise güçlü” derlerse onlara İbn Revaha’nın: “İnsanlarla, sayımız, gücümüz ve çokluğumuz için savaşmıyorduk. Sadece Allah’u Teâla’nın bizi şereflendirdiği bir din ile savaşıyorduk” sözünü hatırlat.
Eğer sana bu akiden, fikrin çok tehlikeli sıkıntıları ve zorlukları göğüslemen gerekecek derlerse onlara: “Allah’ın izniyle keder ve acı gidecek yorgunluk yok olacak, sevap ve ödül ise bize kalacaktır. Sıcak günlerde oruç tutup da iftar anında suyun ilk damlalarıyla yok olup gitmesi gibi zorluklar gidecek.”
Ey kardeşim! Başını kaldır, Pers ordusunun filleri, Rumların sayılarının kalabalık olması, Yahudilerin sinsice planları bu ümmeti korkutmadı, helak edemedi de “Demokrasi ve Laiklik” mi helak edecek!?
Sen Allah’ın kudretini düşün! Talebeleri, İmam Ahmed b. Hanbel’e “Ey İmam! Sen kamçılanırken her kamçının ardından biz ağlıyorduk, sen ise tebessüm ediyordun, acaba bunun sebebi nedir?
“Siz celladın elini gördüğünüz için ağlıyordunuz. Ben ise, Rabbimin kudretini gördüğüm için gülüyordum” cevabını verdi.
Demokrasi yandaşlarının ellerindeki medya organlarına aldırma! Çünkü bunlar Hakka çağıran sesi susturmak ve hak davetçilerini sindirmek için çirkin yalan ve iftiralar uydurmaktan geri durmazlar. Davetçilerin aleyhine halkı kışkırtmak amacıyla, onları halkın ve toplumun düşmanları gibi göstermek, kendileri için kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim eskiden Firavun teb’asının mantığı da böyleydi.
“Firavun dedi ki: “Bırakın beni. Musa’yı öldüreyim de O (gitsin) Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.”(4)
İddialarınca Hz. Musa aleyhisselam bozguncu, Firavun da halk yararına çalışan ve onların menfaatlerini koruyan ıslahatçı oluyordu. Firavun’un hıncı ve kini, halkı Hz. Musa’ya ve kavmine karşı ayaklandırıyor, onları sonradan doğacak tehlikelerle korkutuyordu. Kendisini ise, onların huzur ve selametini sağlayan bir gözetleyici ve koruyucu olduğuna inandırıyor ve ikna ediyordu. Aynı günümüzde ki demokratlar gibi…
“Kâfirler, asla öne geçeceklerini sanmasınlar. Çünkü onlar sizi âciz bırakamayacaklardır”(5)
Ey kardeşim! Sakın inandığın akideden, fikirden asla ayrılma! Bu fitnelere kapılan insanlardan seni ayıran en büyük özellik bu akidedir. Sayının azlığına, insanların kınamalarına kulak asma!
Davet yolu, hiç bir zaman güllerle, çiçeklerle döşenmemiştir. Bu yol basit, kısa ve kolay değildir. Aksine uzun ve zordur. Zira o, Hakk ile batıl savaşıdır. Bunun için sabır ve zorlukları göğüslemek ister. Fedakârlık ve infak ister. Nihayet bu yolda canın feda edilmesini ister. Hemen olumlu sonuçları elde etmek için acelecilik yoktur, umutsuzluk yoktur, gevşemek yoktur. Bizden istenen Allah yolunda çalışmaktır. Sonuç ise, Allah’ın dilediği zamanda ve takdir ettiği şekilde gerçekleşir.
Belki de biz, dünyada çalışmalarımızın karşılığını göremeyeceğiz. Biz sonuçtan değil, bu uğurda çalışıp çalışmadığımızdan dolayı hesaba çekileceğiz. Allah davetçilerinin tağuti güçlerden ve din düşmanlarından çektikleri sindirici, caydırıcı ve davetten vazgeçirme, daveti geriletmek için yapılan hareketler, geçmişte vuku bulduğu gibi, bugün de tekrar edip duracaktır. Onları buna sevkeden, Hakk hâkim olduğunda batılın yok olup gitme korkusudur.(6)
———————————-
1 Enbiya/18
2 Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem insanlara; tıpkı zifiri karanlıkların sukün ettiği gibi fitnelerin çıkacağını, kişinin mümin olarak sabahlayıp, kâfir olarak akşamlayacağını, kâfir olarak geceleyip mümin olarak sabahlayacağını haber vermiş, insanların dinlerini az bir dünyalık karşılığında satacaklarını bildirmiştir. (Müslim İman: 232, Tirmizi İman: 13, İbni Mace Fiten: 15, Darimi Rikak: 42)
3 Ebu Muhammed el-Makdisi/Demokrasi bir dindir syf 38-41
4 Mü’min/26
5 (Enfâl/59-60)
6 Mustafa Meşhur/ İslam’a davet fıkhı