Kapak Dosya – Mahmut Varhan / 2013 Mayıs / 6. Sayı
Yüce Allah’a hamd, Rasûlüne, âline, ashabına selam olsun.
Günümüzde insanların büyük çoğunluğu, yönetim biçimi olarak demokrasiyi benimsemiştir. Günümüz devletlerinin hemen hemen hepsi, demokrasinin üstünlüklerine ve faziletlerine iman etmiştir. Ancak insanların çoğunluğunun bu konuda ittifak etmeleri, bizi asla yanıltmamalıdır. Çünkü insanların çoğunluğu böyle düşünüyor diye, biz mü’minlerin de aynı biçimde inanmamızı, akıntıya kapılıp gitmemizi gerektirmez. Mü’minler için önemli olan çoğunluğun inancına ortak olmak değil, hakka ve hakikate teslim olmaktır. Bu bakımdan biz, önce genel hatlarıyla demokrasiyi tanıtacak; sonra da İslam’ın bu konudaki hükmünü açıklamaya çalışacağız.
Grekçe “demos” (halk) ve “kratein” (idare) kelimelerinden oluşan “demokratia” sözcüğü “halk idaresi” anlamında kullanılmaktadır.
Gerçek anlamıyla demokrasi, siyasi kararların, doğrudan yurttaşların oy çokluğuyla alındığı bir hükümet şeklidir. Asıl demokrasi, bütün bireylerin katılımıyla gerçekleştirilen yönetim biçimidir. Şu anda yeryüzünde bu biçimde işleyen bir demokrasi yoktur. Bütün yurttaşların, siyasi haklarını doğrudan kullandıkları bir ülke yoktur.
Yurttaşların, siyasi haklarını başkalarına devretmek zorunda bırakıldıkları “Temsili demokrasi” uygulaması vardır. Dolayısıyla günümüz demokrasilerine “halk idaresi” demek yanlıştır. “Halkın siyasi haklarını başkalarına devretmek zorunda olduğu yönetim biçimi” şeklindeki ifade daha doğrudur. Hiç bir birey, “Ben kendi haklarımı başkalarına devretmek istemiyorum, kendim kullanmak istiyorum” demek hakkına sahip değildir. Kişi, bu hakkını başkasına devretmeye mecburdur. Kendini yönetecek insanlara oy vermek ve oy kullanmak zorundadır. Sandığa gitmeye mecburdur, sandığa gitmemekte, kendine vekil seçmemekte ayak diretirse, cezaya çarptırılmaktadır. Böylece demokrasilerde daha işin başında, yasaklar ve dayatmalar vardır. Kişilerin siyasi hakları dokunulmaz haklar olmaktan çıkıp, başkalarınca kullanılması şart olan izafi haklara dönüşmektedir. Bu bakımdan demokrasi için halkın kendi kendini yönetmesi tarifini getirmek, büyük bir aldatmaca olarak önümüze çıkmaktadır.
Tarihin ve günümüzün bütün demokrasileri için geçerli olan hakikat şudur: Halk, hiçbir demokraside kendi kendini yönetmemiştir. Bütün demokrasilerde yönetim; askeri gücü, ekonomik gücü ve sosyal imtiyaz gücünü elinde tutan sınıfların tekelinde kalmıştır. Günümüzde buna bir de iletişim araçları dediğimiz, basın yayın ve medya gücünü ilave edebiliriz. Hatta günümüz demokrasileri için “medyaya hakim olanların yönetim biçimi” şeklinde tarif getirilebilir ve bu hiç de abartma olmaz. Çağımızda medya artık insanların büyük çoğunluğunu otomatiğe bağlamış, canlı robotlar yapmıştır. İnsanlar medyanın gönüllü köleleri olmuşlardır. Nasıl düşünmeleri gerektiğine, nasıl yaşamaları gerektiğine medya karar vermektedir.
Kısaca demokrasiyi tanıttıktan sonra, şimdi de İslam’ın bu konudaki hükmünü açıklamaya çalışalım:
Başta da belirttiğimiz gibi demokrasinin olmazsa olmaz en temel unsuru, halkın veya halk tarafından seçilen bir zümrenin hakimiyet hakkına sahip olmasıdır. Demokratik sistemlerde yasama ve kanun koyma hakkı, milletin vekilleri denilen bir takım seçilmişlerin tekelindedir. Bu da sık sık tekrarlanan “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sloganıyla ifade edilmiştir. Ancak milletin, hakimiyet hakkını doğrudan kullanması imkânsız olduğundan, milletin yerine bu hakkı halk tarafından seçilen bir zümre kullanmaktadır.
İslam’a göre hakimiyet ve insanların hayatlarını düzene koyacak kanunları koyma hakkı, Allah’ın ve O’nun izniyle peygamberinindir. Bu hakkı Allah ve Rasûlü’nden başka herhangi bir şeyde görmek bâtıldır. Bu ister bütün halk, ister de halkın seçtikleri veya tek bir kimse olsun.
Şimdi de konuyu ayeti kerimelerin ve hadisi şeriflerin ışığında birkaç açıdan ele almaya çalışalım:
1- Allah Tebâreke ve Teâlâ, insanları ve cinleri sadece kendisine ibadet etsinler diye yaratmış; bunu da kitabında şu şekilde tescil etmiştir:
“Ben cinleri de insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 56)
“İyi bilin ki, yaratma da emretme de yalnız O’nun (Allah’ın)dır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir!” (A’raf, 54)
“İşte Rabbiniz Allah! O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. O halde O’na ibadet edin. O, her şeye vekildir.” (En’am, 102)
Abdullah b. Mes’ud (r.a) dedi ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: “Allah katında en büyük günah hangisidir?” diye sordum; şöyle buyurdu: “Allah seni yarattığı halde O’na (herhangi bir şeyi) denk tutman/eş koşmandır.” Dedim ki: “Gerçekten bu çok büyük (bir günah)tır.(1)
Bu ayeti kerimeler ve hadisi şerifler açık bir şekilde göstermektedir ki, insanların ve cinlerin Allah Teâlâ’ya ibadet etmelerinin gerekliliği, Allah Teâlâ’nın onları yaratmış olması ile bağlantılıdır. Onları yaratan, onlara rızık veren, diğer tüm varlıkları onların hizmetine sunan ve bu şekilde onları şerefli kılan sadece Allah Teâlâ olduğu için; onlar da sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmeli ve O’nun emretme yetkisine karşı boyun eğerek emirlerini yerine getirmeli ve yasaklarından kaçınmalıdırlar.
Allah Tebâreke ve Teâlâ ibadetin çerçevesini şu ayeti kerime ile belirlemiştir: “De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am, 162) Böylece hayatın tüm sahaları; ahlâki, ictimai, ekonomik, siyasi ve diğer bütün alanları âlemlerin Rabbi olan Allah için olmakta ve O’nun emir ve yasaklarına uygun tanzim edilmekte birleşiyor.
Hâlbuki demokratik sistemlerde hayatı ilgilendiren bütün hususlar tartışmaya açılıyor ve çoğunluk esasına göre kanunlar çıkarılıyor. Bu kanunlar çıkarılırken de Allah’ın ve Peygamberinin buyruklarına değil, milletin vekili denilen bir zümrenin hevâlarına göre hareket ediliyor. Böylece Allah’ın haram kıldıkları helal, helal kıldıkları da haram kılınıp yasaklanabiliyor. Nitekim ülkemizde başta Allah’a şirk koşmak, içki, kumar, faiz ve zina olmak üzere Allah’ın haram kıldığı birçok şey kanunlarla serbest kılınıp koruma altına alınırken; ilahi şeriatın uygulanmasını istemek, Allah Teâlâ’nın rızasına uygun giyinmek, dini ilimleri serbest bir şekilde okumak ve okutmak ve daha birçok ilahi emirler yine kanun ismi altında yasaklanmıştır. Bu şekilde kanun çıkaranların ve çıkarılan bu kanunlara rıza gösterip vesile olanların hâli, şu ayeti kerimede belirtilen yahudi ve hıristiyanların hâline ne kadar da çok benzemektedir: “Onlar Allah’ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih’i Rabbler edindiler. Hâlbuki onlar bir tek ilaha ibadet etmekten başkasıyla emrolunmamışlardı. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları her şeyden münezzehtir.” (Tevbe, 31) Hz. Peygamber bir gün bu ayeti Adiyy b. Hatem’in önünde okumuş, Adiyy de hıristiyanların böyle bir şey yapmadıklarını bildirmişti. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de: “Onlar kendi din adamlarının -Allah’ın indirdiklerine aykırı olarak- helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını haram kabul etmişlerdi. İşte bunların âlimlerine ibadetleri ve onları rabb edinmeleri böyle olmuştur” buyurdu.(2)
2- İnsanların hayatlarını düzene koyan kanunlar iki kısımdır: Bunlardan ilki Allah’ın vahyine dayanan ilahi kanunlar; ikinci kısmı ise, birçok yönden etki altında kalmaya müsait olan insanların hevâlarına dayanan beşeri kanunlardır. Allah Teâlâ birinci kısımdaki kanunlara uymayı emretmiş, ikinci kısımdaki kanunlara tâbi olmayı da kesin bir şekilde yasaklamış ve aksi takdirde dalâlete düşüleceğini bildirmiştir. Konu ile ilgili birkaç ayeti kerimenin meâli şöyledir:
“Ey Dâvûd, Biz seni gerçekten yeryüzünde bir halife kıldık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet, sakın hevâya uyma. O takdirde seni Allah’ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah’ın yolundan sapanlara hesap gününü unuttuklarından, onlar için çok çetin bir azap vardır.” (Sâd, 26)
“Sonra Biz seni dinden bir şeriate sahip kıldık. Sen de artık ona uy, bilmeyenlerin hevâlarına uyma.” (Câsiye, 18)
“Eğer sana icabet etmezlerse bil ki onlar ancak hevâlarına uymaktadırlar. Allah’tan bir hidayet olmaksızın hevâsına uyandan daha sapık kim olabilir ki? Muhakkak Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez.” (Kasas, 50)
“Kendi hevâsını ilah edinmiş, bilgisine rağmen Allah’ın kendisini şaşırtmış olduğu, kulağına ve kalbine mühür vurduğu, gözü üzerine de perde gerdiği kimse hakkında ne dersin? Artık buna, Allah’tan başka kim hidayet verebilir? Hiç öğüt almaz mısınız?” (Câsiye, 23)
Abdullah b. Amr b. el-As radıyallahu anhuma dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: «Sizden herhangi biri, hevâsı benim getirdiklerime tâbi olmadıkça iman etmiş olmaz.”(3)
Bu ayeti kerimeler ve hadisi şeriften gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, demokratik sistemlerde yapılan anayasalar ve çıkarılan kanunlar dalâlet ve sapıklıktır. Çünkü demokrasinin temel dayanağı olan bu kanunlar, Allah’ın hidayetine ve şeriatına değil de kelimenin tam anlamıyla insanların hevâlarına dayanmaktadır.
Dikkat edilirse ayeti kerimeler ve hadisi şerifte insanların “akılları” değil de “hevâları”ndan bahsedilmektedir. Çünkü bozulmamış akıl ile sağlam bir fıtratın, İslam’a aykırı bir yargıda bulunması olanaksızdır. Burada özellikle insanın hevâsına vurgu yapılmasının sebebi şudur ki: İnsan, nefsi, çeşitli duyguları, şeytanı, çevresi, güç odaklarının baskısı ve daha pek çok etkenin etkisi altında kalmaya müsait bir varlıktır. Gayet tabiidir ki, böyle bir varlığın Allah’ın kitabı ve peygamberin sünnetinden bağımsız olarak çıkaracağı kanunlar faydadan çok fesadı meydana getirir. İşte demokratik sistemlerin gerçeği budur.
3- Allah Tebâreke ve Teâlâ tâğutu inkâr etmeyi biz mü’minlere emretmiştir. Tâğutu inkâr etmeyi, Allah’a iman etmenin şartı olarak kabul etmiştir. Şimdi önce tâğutun ne olduğunu sonra da konu ile ilgili ayeti kerimeleri görelim:
İmam İbni Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: «Tâğut: İtaat edilme veya tâbi olunma yahut da ibadet edilmekle haddini aşan her kuldur. Dolayısıyla her kavmin tâğutu:
– Allah’ı ve Rasûlü’nü bırakarak kendisine gidip mahkeme oldukları;
– Veya Allah’ı bırakarak ibadet ettikleri;
– Veya Allah’tan bir basiret ve delil üzere olmaksızın tâbi oldukları;
– Yahut da Allah’a itaat olmadığını bildikleri hususlarda itaat ettikleri kişi veya nesnelerdir.
İşte âlemin bütün tâğutları bunlardan ibarettir. İnsanların bu tâğutlarla olan hallerini düşünecek olursan göreceksin ki, insanların çoğu Allah’a ibadeti bırakıp, tâğutlara ibadet etmekte; Allah’ın kitabı ve Rasûlullah’ın sünneti ile muhakeme olmayı terkedip, tâğutlara gidip muhakeme olmakta; Allah’a itaat ederek Rasûlüne tâbi olmaktan yüz çevirip, tâğutlara itaat edip tâbi olmaktadırlar.”(4)
Ayeti kerimelerin mealleri şöyledir:
“Andolsun ki Biz her ümmet arasında: “Allah’a ibadet edin ve tâğuttan kaçının” diye bir peygamber göndermişizdir. Allah içlerinden kimine hidayet verdi, kiminin aleyhine olmak üzere sapıklık hak oldu.” (Nahl, 36)
“Kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse o muhakkak, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa (Kur’an’a, İslam’a) yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)
“Tâğuttan, ona kulluk etmekten kaçınıp ta tam gönülle Allah’a yönelenlere gelince; müjde onlarındır. Haydi, kullarıma müjde ver.” (Zümer, 17)
“Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara iman ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde tâğutun hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları (hidayetten ayırıp) uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister.” (Nisa, 60)
Hiç şüphe yok ki bu ayeti kerimeler, yukarıdaki tarif ile birlikte düşünüldüğünde; artık hiçbir söz söylemeye gerek kalmaz.
4- Hevâya dayanarak hükmetmememizi ve tâğutu inkâr etmemizi emreden Allah Teâlâ, problemlerin ve anlaşmazlıkların çözümü için Allah’a/O’nun kitabına ve Rasûlullah’a/onun sünnetine gitmemizi emretmektedir. Hâlbuki bütün demokrasilerde bu hususlarda seçilmiş bir zümrenin hevâlarına başvurulmakta ve tâğutun hükmüne tâbi olunmaktadır.
Bu konuyla alakalı yüzlerce ayetten birkaç tanesinin meâli şöyledir:
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin. Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (hak ve adalet üzere olan halifelere, hâkimlere, âlimlere) de. Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a (O’nun kitabına) ve Rasûlü’ne (onun sünnetine) götürünüz. Bu hem daha hayırlı hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.” (Nisâ, 59)
“Allah ve Rasûlü bir işi hükme bağladığında hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadına o işlerinde istediklerini yapmak hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, şüphesiz ki apaçık bir sapıklıkla sapmış olur.” (Ahzâb, 36)
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 65)
“Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de sakının. Ve Allah’tan korkun. Çünkü Allah, azabı çok çetin olandır.” (Haşr,7)
“Artık onun (Rasûl’ün) emrine muhalefet edenler kendilerine bir fitne/mihnet veya acıklı bir azabın isabet etmesinden çekinsinler.” (Nûr, 63)
5- Allah’ın kitabını ve Rasûlullah’ın sünnetini terkeden ve bunların yerine başka sistem ve hukuk düzenlerini benimseyenler, küfre düşmüş olurlar. Bugün İslam ülkelerinde uygulanan demokratik sistemlerin hukuk düzenlerinin batıdan ithal edildiğini ve Allah’ın şeriatının bazı İslam ülkelerinde tamamen terkedildiğini, hatta yasaklandığını ve diğer bazılarında ise kısmi olarak terkedildiğini söylemeye herhalde gerek bile yoktur. Bu husus basiret sahibi herkes tarafından bilinmektedir.
Bu konuyla alakalı olarak Mâide sûresinde şu ayeti kerimeler yer almaktadır:
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridirler.” (Mâide, 44)
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zalimlerin tâ kendileridirler.” (Mâide, 45)
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fasıkların tâ kendileridirler.” (Mâide, 47)
Seyyid Kutup rahimehullah bu ayeti kerimelerin tefsirinde şöyle demektedir:
“Yüce Allah, meselenin, iman ya da küfür, İslâm ya da cahiliyye, şeriat ya da beşerî hevâya dayanan sistemler meselesi olduğunu ifade ediyor. Bu bağlamda, bir uzlaşma söz konusu olamaz! Mü’minler, Allah’ın indirdiklerini, tek bir harf bile eksiltmeksizin, herhangi bir değişikliğe yeltenmeksizin, aynen yürürlüğe koyanlardır. Kâfir, zalim ve fasık olanlara gelince onlar, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerdir. Dolayısıyla yöneticiler, ya Allah’ın şeriatını bütünüyle uygulayarak iman çerçevesinin içerisinde kalacaklar; ya da Allah’ın izin vermediği başka bir şeriatı tatbik ederek, kâfirler, zalimler, fasıklar sınıfına dahil olacaklardır. İnsanlar da yöneticilerden ve yargıçlardan, kendilerine ilişkin meselelerde, Allah’ın hükmünün uygulanmasını kabul etmek suretiyle mü’min olacaklardır. Aksi taktirde, mümin olamayacaklardır. Bu iki yol arasında, bir orta yol yoktur. Bu bağlamda, bir akıl yürütme, bir mazeret, ya da çıkar gözeticiliği diye bir şey ileri sürülemez. Zira Allah, insanların Rabbidir. İnsanlar için neyin uygun olduğunu bilendir. İnsanların hakiki maslahatlarını gerçekleştirmek için onlara şeriatını göndermiştir. O’nun hüküm ve şeriatından daha güzel bir hüküm ve şeriat olamaz. Allah’ın kullarından hiç kimse, “Ben Allah’ın şeriatını kabul etmiyorum” ya da “İnsanların menfaatlerini ben, Allah’tan daha iyi bilirim” diyemez. Diliyle ya da davranışlarıyla böyle birşey diyecek olursa, o kimse iman çerçevesinin dışına çıkmıştır.”(5)
“Onlar hâlâ cahiliyye hükmünü mü istiyorlar? Yakin sahibi (hakka kesin inanan) bir toplum için kimin hükmü Allah’ın hükmünden daha güzel olabilir?” (Mâide, 50)
Hafız İbni Kesir rahimehullah bu ayeti kerimenin tefsirinde şöyle der:
“Burada yüce Allah, kendisinin her iyiliği içeren ve her kötülükten nehyeden muhkem ve sağlam hükümlerini bırakıp başka görüşlere, Allah’ın şeriatında hiçbir dayanağı bulunmayan ve insanların kendi arzu ve ıstılahlarınca koydukları bir takım literatürlere yönelenleri kınayıp reddediyor. Nitekim cahiliyye döneminde de insanlar böyle idiler. Kendi görüş ve arzularına göre koydukları dalâlet ve cehalet kanunlarıyla hükmediyorlardı. Tatarların, kendilerine “yasa” denen kanunları koyan Cengiz Han’dan alınma krallık yönetimi de böyledir. “Yasa” yahudilik, hıristiyanlık ve İslam gibi farklı dinlerden aldığı; kendi görüş ve hevâsına göre koyduğu çok sayıda hüküm de içeren kanunlar bütünüdür. Bu, onun oğullarında tâbi olunan bir şeriata dönüşmüştür. Onlar bunu, Allah’ın kitabı ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinin önünde tutarlar. Onlardan böyle yapanlar kâfirdir. Allah ve Rasûlü’nün hükmüne dönünceye, az veya çok başka hiçbir kanuna göre hükmetmeyinceye kadar onlarla savaşmak farzdır. “Kesin iman etmiş bir toplum için, Allah’tan daha güzel hüküm sahibi kim olabilir?” Yani, Allah’ın şeriatını kavrayan ve ona iman eden, Allah’ın hüküm koyanların en hikmetlisi, kullarına annenin evladına merhametinden daha merhametli olduğunu yakinen bilen kimse için Allah’tan daha âdil kimdir? Çünkü her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve her şeyde âdil olan yalnızca Allah’tır.”(6)
Günümüzde İslam ülkelerinde Rahman ve Rahim olan Allah’ın şeriatı terkedilip, batıdan ithal edilmiş beşerin hevâ ve heveslerine dayanan bâtıl bir hukuk (!) tatbik edilmektedir. Ayeti kerimede geçtiği üzere bu bir cahili yönetim şeklidir. Dolayısıyla bu yasa ve anayasalara kaynaklık eden demokrasi de bir cahiliyye yönetimidir.
İşte Allah’ın şeriatı ile hükmedilmemesinin ve cahiliyye hükmünün tercih edilmesinin neticesi olarak yeryüzünde küfür, şirk, zulüm, fısk ve fücur her tarafa yayılmış ve insanlar müthiş bir gaflete kapılmışlardır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı bırakmış, kendilerine binlerce rabbler edinmişlerdir.
“…Darmadağınık birçok rabbler mi hayırlıdır yoksa bir tek olan (ve her şeyi hükmü ve iradesi altında tutan) Kahhâr Allah mı?” (Yûsuf, 39) “Hüküm ancak Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yûsuf, 40)
Bütün bu açıklamalardan açıkça anlaşıldığı gibi demokrasi, bir küfür sistemi olup, İslam’la taban tabana zıttır. Aynı gecenin zifiri karanlığı ile günün ortasındaki aydınlık gibi… Birinin tam olarak bulunduğu yerde diğeri tam olarak bulunamaz. Dolayısıyla bir müslümanın böyle bir sistemi benimsemesi veya desteklemesi düşünülemez. Allah’ın kanunlarına ve şer’i hukuka iman eden bir müslümanın, menşei batı olan bâtıl bir hukuk düzenine göre kanunlar çıkaracak kimseleri seçmesi nasıl mümkün olabilir ki?!
Son olarak şu hususa dikkat çekmek istiyoruz ki: Bugün insanların çoğunluğunun demokrasiden taraf olmaları, bu çirkin sistemden övgüyle bahsetmeleri biz müslümanları asla yanıltmamalıdır. Zira biz müslümanlar, başta da belirttiğimiz gibi Allah’ın vahiyle tesbit ettiği hakka ve hakikate tâbi olur; insanların çoğunluğu kabul etse dahi Allah’ın dinine ters düşen her türlü bâtıldan yüz çeviririz. Bu konuda şu hususu asla unutmamalıyız ki, peygamberlerin kavimlerinden helak olanlar, genellikle kâhir ekseriyeti oluşturuyorlardı. Şu ayeti kerimeleri sürekli gözönünde bulundurmalıyız:
“Sen ne kadar hırs göstersen de insanların çoğu iman etmezler.” (Yûsuf, 103)
“Onların çoğu şirk koşmaksızın (bir türlü) Allah’a iman etmezler.” (Yûsuf, 106)
“Eğer sen yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar. Onlar ancak yalan ve iftira edenlerdir.” (En’am, 116)
———————————————
1 Buhari: 4477; Müslim: 86
2 Tirmizi, Tefsir: 3294. hadis
3 Bu hadisi İmam Nevevi, “Erbain” isimli meşhur kitabının 41. hadisi olarak aktarmış ve sahih olduğunu belirtmiştir.
4 İ’lamü’l-Muvakkiin, 1.cilt, 53. sahife
5 Fi Zilâli’l-Kur’an: 2/888
6 İbni Kesir Tefsiri: 2/560