Davetin İki Şekli: Kavl (Söz) Ve Hal (Fiil) İle Davet-2

Davet Okulu – Cihan Malay / 2021 Haziran / 103. Sayı

B. Hâl (Fiil) ile Davet

Söz ile davette yaşanılan eksikliklerden daha fazlası, hâl ile davette karşımıza çıkmaktadır. Hâl ile davette yapılan yanlışlar, söz ile davetin tesirini zayıflatmakta belki de etkisizleştirmektedir. 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, beşeriyetin uzun tarihi içerisinde örnek alınan en büyük önder olmuştur. Sözlü konuşmalarından önce kişisel davranışıyla terbiye eden, yol gösteren biriydi.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kişiliği herhangi bir çağ, nesil, millet, mezhep ve çevrenin simgesi değildir. Onun şahsiyeti tüm insanlığın ve neslin sembolüdür.[1]

İslam’a davette bulunacak kimse, davet ettiği hususlara önce kendisi riayet etmelidir. Riayet etmediği hususları insanlara öğretmeye çalışması, hem kendi içinde bir çelişkiyi doğuracak hem de davette anlatılan hususlara karşı inandırıcılığı zayıflatacaktır. Bu yüzden hâl ile davet, söz ile davette bulunulan hususların yaşanmasıyla gerçekleşecektir.

Hz. Ömer’in şöyle dediği aktarılmıştır: “Konuşmadan halkın davetçileri olun!”. Kendisine “Ey Emiru’l-Müminin! Konuşmadan davetçi olmak nasıl olur?” denildiğinde şu cevabı verdi: “Hâliniz ve ahlakınızla…” Bu sözün çok güzel bir uygulaması olarak şöyle yaşanmış bir olay aktarılır:

“Kumaş ticaretiyle uğraşan Müslüman bir tacir, günün birinde kumaşlarını bir gemiye yükleyerek ticaret için Endonezya’ya gider. Bir malı değerinin çok üstünde satma fırsatçılığına meyletmez. İşe geç geldiği bir gün, tezgâhtarın sattığı mallardan çok yüksek bir kâr elde ettiğini görür ve tezgâhtar ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:

– Hangi kumaştan sattın? İşçisi: 

– Şu kumaştan, on akçeye.

– Beş akçelik kumaşı, on akçeye nasıl satarsın? Adamın bize hakkı geçmiş. Müşteriyi bul, onunla vakit kaybetmeden helalleşmem lazım.

Tezgâhtar gider, müşteriyi bulup getirir. Dükkân sahibi müşteriden helâllik ister ve alınan fazla parayı da müşteriye geri verir. Müşteri daha evvel hiç karşılaşmadığı bu muamele karşısında hayrete düşer. Hadise kısa sürede ülkede dilden dile dolaşır, çok geçmeden de kralın kulağına kadar gider. 

Sonunda kral, kumaş tüccarını saraya çağırır ve:

– Sizin yaptığınız bu davranışı biz daha önce ne duyduk ne de gördük! Bunu izah eder misiniz?

– Ben bir Müslümanım. İslam’da ise mülk Allah’ındır. Kul sadece bir emanetçidir. İslam’da haksız menfaat, fâiz, istismar, gabn-i fâhiş (kandırmak suretiyle değerinin çok üstünde satış yapmak) ve toplumun zararına olan bütün alışverişler yasaktır. Bu alışverişte ise müşterinin bana hakkı geçmiştir.

Kral; İslam nedir, Müslüman olmak neyi gerektirir vb. soruları tüccara sorar. O da tatlı bir dil ve zarif bir üslûp ile cevaplandırır. Fazla vakit kaybetmeden İslam ile şereflenir. Kısa bir müddet içinde halk da Müslüman olur.

Sizce Müslümanın doğru olmasına dair ciltlerce kitap yazılsa mı etkili olur yoksa bu örnekte olduğu gibi doğruluğu yaşayarak insanlara öğreten kimseler mi daha etkili olur?

Şu sözün sahibi ne güzel söylemiştir: “Müslüman, sen İslam’ı öyle yaşa ki seni öldürmeye gelen sende dirilsin.”

Açıkça ortadadır ki “En güzel davet, en iyi örnek olmaktan geçer.” Zaten insanların sözden çok, tavırlardan etkileneceği de ortada olan bir durumdur.

İslam davetçisinin sözlü davette bulunduğu muhatab(lar)ına karşı şu hususları dikkate alması önceliklidir:

1) Söz-Fiil Uyumu

Anlattığını yaşamak, İslam davetçisinin en temel vasıflarındandır. Bir davetçinin sözleri ve fiilleri birbiriyle uyumlu değilse, davetinde başarılı olması beklenmez. “Ağaç eğriyse, gölgesi nasıl doğru olabilir?” diyen âlimimiz ne güzel söylemiş.

Rabbimiz böyle kimseleri şöyle uyarmıştır: “Yapmadığınız şeyleri söylemek, Allah katında en sevilmeyen şeydir.” (Saf, 3) “…İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Akıl etmiyor musunuz?” (Bakara, 44)

Bir davetçinin hal ile davette şu örneği her daim göz önünde bulundurmalıdır. Rasûlullah’ın insanlara yaptığı ilk açık davette “Şu dağın arkasından bir ordu geliyor desem bana inanır mısınız?” sözüne herkes “İnanırız, biz senin yalan söylediğine hiç şahit olmadık!” dediler. Sonrasında içlerinden bazılarının karşı çıkmalarına rağmen O’nun sözleri ile fiillerinin uyumunu bizlere haber veren bu rivayet, İslam davetçilerinin söz-fiil uyumuna dikkat etmelerini öğretmektedir.

Hasan el-Basrî rahimehullah şöyle der: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sözlerinle değil. Nasihatçi, bir şeyi emir ve tavsiye etmek istediğinde, kendi nefsinden başlar ve önce kendisi onu yapar. Bir münkerden de sakındırmak istediğinde önce kendisi ondan sakınır.”[2]

Mâlik b. Dinar rahimehullah da şöyle der: “Kişi bildiği ile amel etmediği zaman onun nasihati, yağmur damlalarının yalçın kayadan kayması gibi gönüllerden silinip gider.”

Söz-fiil uyumunun gerçekleşmediği bir davetçinin sonunun dehşetini bir hadis-i şerifte şöyle görmekteyiz: “Kıyamet günü bir adam getirilir ve cehennem ateşine atılır. Bağırsakları karnından dışarı çıkar ve onlarla birlikte değirmen döndüren merkep gibi döner durur. Cehennem halkı onun yanına toplanırlar ve derler ki: “Ey filân! Sana ne oldu? Sen iyiliği emredip kötülükten sakındırmaz mıydın?”  O kişi de: “Evet, iyiliği emreder fakat kendim yapmazdım. Kötülükten sakındırır fakat kendim yapardım” der.”[3]

2) İhsanda Bulunmak

İhsan, “başkasına iyilik etmek, yaptığı işi güzel yapmak” şeklinde kısmen farklı iki anlamda kullanılmaktadır.

Ahlâk literatüründe ihsan genellikle, “iyiliklerde farz olan asgari ölçünün ötesine geçip isteyerek ve severek daha fazlasını yapmak” manasında kullanılır.[4]

İyiliklerde bulunmayı ve bu iyilikleri de karşılıksız yapmayı bize öğreten ihsan, davetçinin davetinde bulunurken hâl ile yaptığı davet türlerindendir. 

Şeyh Sadi Şirâzî rahimehullah şöyle der: “Evladım, ihsan et (iyilikte bulun)! Zira vahşi hayvanlar tuzak ile avlanır, insanoğlunun gönlü ise ihsan ile kazanılır.”

Davette bulunan kimseye ihsanda bulunmak, onunla ilgilendiğimizi hissettiren önemli bir göstergedir.

Davetçinin davetinde bulunurken başvuracağı etkili ihsan türlerinden biri, hediyeleşmedir. Hediyeleşmenin bu etkisi hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Hediyeleşiniz ki birbirinize olan muhabbetiniz artsın!”[5] Diğer bir hadiste de “Hediyeleşin çünkü hediye sevgiyi artırır, kalpteki kötü hisleri giderir.”[6] buyurulmuştur.

Bu hadislerde insanlara verilecek hediyelerin, karşılıklı sevgiye zemin hazırlayacağı ve davetimizde muhatabımıza bir adım olacağı anlaşılmalıdır. Yine muhatabımıza ikram edilecek bir bardak çay ile davetimize zemin hazırlanabileceği unutulmamalıdır.

3) Ahlak Güzelliği

Davetçilerin beşerî münasebetleri güzel bir şekilde yürütebilecek derecede ahlak-ı hamîde (övülen ahlaki güzelliklere) ve hüsn-i muaşeret (insanlara en güzel şekilde geçimliliğe) sahibi olmaları gerekir.[7] Bu durum davetçinin her türlü kaba ve katı davranıştan, İslam ahlakına uymayan huy ve davranışlardan sakınmasını da gerekli kılar.

İslam davetçisi hem iman hem de ahlakı ile muhatabının gönlünü kazanma yolunu bilmelidir. “Ben (başka değil, sadece) güzel ahlakı tamamlamak (uygulamak) için gönderildim”[8] buyuran Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, İslam dininde ahlakın yerini özetlemiştir. İslam davetçilerinin bu hadisi hayatının her anını ve alanını kuşatacak şekilde yaşamaları gerekir. Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellempeygamberlik öncesinde ahlakıyla toplumunda öne çıkması, İslam davetçilerine önemli bir mesaj vermektedir. 

Enes b. Malik radıyallahu anh’tan aktarılan şu rivayet davetçiler için ahlak güzelliğine örnektir: “Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e on yıl hizmet ettim. Hoşuna gitmeyen işler yaptığımda ‘Niçin böyle yaptın?’ diyerek beni sorguya çekmedi…”[9]

Ahlak güzelliğinin insanların gönüllerini kazanmada örnekliğini bu hadiste görmekteyiz. İnsanların kalpleri, kin ve nefretle dolu olmadığı sürece ahlaklı kimselere meyil gösterecektir. 

İslam davetçisi, bilmelidir ki davet ettiğimiz kimsede istediğimiz durumlarla karşılaşmamız olağandır. Bu durumlarda ahlak güzelliğini korumalı, Müslüman ahlakına uygun davranış sergilemeliyiz.

Hz. Ali’nin, valilerine yazdığı mektupta şöyle dediği aktarılmıştır: “İnsanlara, canavarın sürüye bakması gibi bakma! Onlara karşı kalbinde sevgi, merhamet ve iyilik duyguları besle! Çünkü istisnasız bütün insanlar ya dinde kardeşin ya da yaratılışta eşindir. İnsanlar hata edebilir, başlarına iş gelebilir. Düşenin elinden tut, kendin için Allah’ın affını istiyorsan, sen de insanları affet, onları hoş gör ve bağışla! Allah’a karşı asla nankörlük etme! Affından dolayı asla pişmanlık duyma! Verdiğin cezadan dolayı da sevinme!” 


[1]Muhammed Surur b. Zeynelabidin, Allah’a Davette Peygamberlerin Metodu, Guraba Yayınları,  II. baskı, s.338-339.

[2]Ahmed bin Hanbel, Zühd, 273.

[3]Buhârî, “Bed’ül-Halk”, 10; Müslim, “Zühd”, 51.

[4]Mustafa Çağrıcı, “İhsan” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c.21, s.544-546.

[5]Muvattâ, “Husnu’l-Hulk”, 16; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 594.

[6]Muvattâ, “Hüsnü’l-Huluk”, 4.

[7]Ömer Çelik, Hakkın Daveti Kur’an-ı Kerim Meali ve Tefsiri, c.1, s.391, Erkam Yayınları, İstanbul 2013.

[8]Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 381

[9]Müslim, “Fedâil”, 54.