Kapak Dosya – Muhammed Sadık Türkmen / 2018 Kasım / 72. Sayı
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam Rasûlullah’a, O’nun ailesine ve ashabına olsun.
İnsanın mükellefiyetleri ve hayatın hengamesine cevap verme konusunda en rahat olduğu yer hiç kuşkusuz anne rahmidir. Çünkü sağlam bir sığınakta, her türlü taarruzdan korunmuş ve annenin beslenmesiyle gıda ihtiyacını gidermiş olduğu için bu aşamada mutmain bir hayat sürmektedir.
İlahi takdir, kulun dünyaya gelmesini dileyince ve kul dünyaya gelince şeytanın insanı dürtmesiyle insan hayatın gerçekleriyle yüz yüze kalır. Bundan sonra ağlama zahmetine katlanarak gıdalanma, daha sonraki aşamada konuşmayı öğrendiği için yiyeceği şeyleri isteyerek ihtiyaçlarını giderme ve daha sonraki dönemlerde yetişkin bir insan olduğu için çalışarak elde etme yollarına tevessül etme aşamaları gelir.
Allah Teâlâ tüm canlıların rızkını kendi kefaletine almıştır. Toprağın altında hareket eden, denizlerin derinliklerinde yüzen, göklerde süzülen, hasılı henüz insanların tespit dahi edemediği tüm canlıların rızkı Rezzak olan Allah Teâlâ tarafından karşılanmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘’Yeryüzünde kımıldanan hiçbir canlı yoktur ki onun rızkı Allah’a ait olmasın. Allah her canlının (dünyada) karar kılma yerini de emanet olarak bırakılan yerini de bilir. Hepsi apaçık bir kitap (Levh-i Mahfuz) da mevcuttur.” (Hud, 6)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de rızık ve insan hayatının ehemmiyet arz eden konularının henüz insan dünyaya gelmeden önce kaderinde kayıt altına alındığını beyan etmiştir. Abdullah ibn-i Mes’ud radiyallahu anh şöyle buyurmuştur: “Doğru sözlü olan ve doğruluğu tasdik edilen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize şöyle anlattı: ‘Sizden herkesin yaratılışı anne rahminde kırk gün nutfe olarak toplanır, sonra bunun gibi kan pıhtısı olur, sonra bunun gibi et parçası olur. Sonra ona melek gönderilir. Melek o kişiye ruh üfler ve şu dört şeyi yazmakla emredilir: Rızkını, ecelini, amelini ve (iman hususunda) bahtsız mı yoksa mutlu mu olduğunu.’ ’’[1]
İslam’a gönül veren ve onu kendi hayatının biricik gayesi olarak gören Müslüman davetçinin hayata başlama ve hayatın neticelenmesi arasındaki tüm dünyevi kaygılarının hayatın yaratıcısı tarafından tekeffül edildiğini yakinen bilmesi gerekir. Yüce Allah’ın en ufak, zerre miktarı bedene sahip olan bir varlığı rızıksız bırakmayıp, en mükemmel yaratılmış olan insanı ihmal edeceğini tahayyül etmek dahi Allah’a olan tevekkülü sarsacak mahiyettedir. O halde Allah’a davet eden insanın dünya bağlarına bakışında bazı temelleri yerli yerine oturtması icap eder.
Uzun yol misafiri olan bir yolcunun, aracın güzel bir mekânda mola vermesi vesilesiyle o yeri beğenip de orada ikamet etmeye karar vermesi nasıl o yolcunun ahmaklığına delalet ediyorsa, dünyaya gelen bir insanın da daha önce yaşayanlardan ibret almaksızın hayatının tüm gayesini zeval bulan bu dünyaya bağlaması o derece yanlış bir davranıştır. Bu sıradan bir insan için geçerli olan bir durum olduğuna göre insanları Allah’a davet eden dava eri hakkında durumun nasıl olduğunu düşünmeye gerek var mıdır acaba?
Müslüman davetçi dünyanın hakikatini kavrama konusunda yolunu çizerken elinde kendisini asla şaşırtmayacak ve doğruluğunda tereddüt olmayan temel kıstaslara sahiptir. Bunlar Allah’ın kitabı ve O’nun Rasûlünün sünnetidir. Allah Teâlâ dünya hayatının hakikatini şöyle belirtmiştir: “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme vesilesi, mal ve evlatların çoğalmasından ibarettir…” (Hadid, 20)
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatını göz önünde bulundurduğumuz takdirde, O’nun mübarek hayatı yine mübarek sözlerini yakinen tasdik eder mahiyettedir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sahip olduğu eminlik sıfatıyla peygamberlik döneminden önce dahi dünya hayatının hakikatini düşünmek, insanlığın hangi yöne yöneldiğini tefekkür etmek gayesiyle Hira dağındaki mağaraya gider ve orada nefsiyle baş başa kalırdı. Oysa sahip olduğu itibar onun risaletinden önce dahi kalbine dünyanın süslerine dalma konusunda bir yol açmamıştı. Çünkü Allah Teâlâ onu çok mühim bir vazife olan risalete hazırlıyordu.
Peygamberliği döneminde dünya hayatı O’nun kalbine sirayet eder mi diye düşünen müşrikler değişik vesilelerle O’na mal toplayıp vermeyi, kendi reisliklerini deruhte etmesi, hasta ise tedavi edilmesi gibi dünyevi manada reddedilmesi zor olan şeyleri teklif ettikleri zaman Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem onlara böyle bir şeyi kabul edemeyeceğini belirtmiş ve daha önce helak olan toplulukların helakinden haber vermişti. Kabe’nin Rabbinden kendi rahatı için istemekten haya eden bir kişinin onu tanımayanlara tenezzül etmesi beklenebilir mi?
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dünyanın gerçek mahiyetini ashabına öğretmek için değişik hadiseleri fırsat bilmiştir. Abdullah ibn Mes’ud radiyallahu anh buyuruyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına girdim. O örgülü bir hasırın üzerinde yatıyordu. Hasır O’nun yan tarafında iz çıkarmıştı. “Ey Allah’ın Rasûlü! Sana bedeninle hasır arasına koyacağın bir yatak alsak da seni korusa nasıl olur?” dedik. Şöyle buyurdu: “Banane dünyadan! Benim ile dünyanın misali bir ağacın altında gölgelenip, sonra kalkıp giden ve orayı terk eden yolcunun misali gibidir.”[2]
Müstevrid ibn Şeddad radiyallahu anh diyor ki: Ölü kuzunun başında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile bekleyenler arasında bende vardım. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Sizce bu hayvanı attıkları zaman sahiplerine değersiz gelmiş midir?” İnsanlar “Ey Allah’ın Rasûlü! Zaten o değersiz olduğu için sahipleri onu atmışlardır” dediler. Efendimiz: “Bu nasıl sahiplerine değersiz ise dünya da Allah’a göre daha değersizdir” buyurdu.[3]
Dünya ihtiyaçlarıyla da muhatap olan dava adamı bu konuda çok hassas bir metot uygulamak durumundadır. Zira o hangi tarafı ağır bastırırsa diğer tarafın ihmal edileceği bir terazi taşımaktadır. O halde teraziyi dengede tutmak, ancak dünyadan ahiretini kazanacak miktarda almaya bağlıdır, düşüncesini benimsemesiyle mümkün olabilir.
Kalbi dünya sevgisinden daha fazla bozan bir şey yoktur. Dünya sevgisi kalbe yerleşip karar kılarsa dava eri ne kadar kararlı olduğunu iddia etse de artık yavaş yavaş amel işlemekten geri kalır. Bu yüzden nefsin böyle bir hastalığa yakalanmadan önce sürekli olarak nefis muhasebesi yapmakta fayda vardır. Aynı zamanda dünyanın fani olduğu, asıl istirahat yerinin ahiret olduğu, ikisi arasında mukayese edilmeyecek derecede fark olduğu dava adamı tarafından kalbe iyice yerleştirilmelidir.
Yakinen iman ettiği bu gerçekleri sürekli kendisine hatırlatacak bazı alametlerin dava adamının hayatına yerleşmesi şarttır. Kendisini uzun emelden korumalı zihnini ahireti kazanma hedefiyle yormalıdır.
Çünkü dünyalık ufak hedefler ardından dünyalık daha büyük hedeflerin altyapısını oluşturmaktadır. Bu dünyadan ne zaman yola çıkacağını bilmeyen yolcunun böyle şeyleri hedef edinmesi onun imanında bozulmaya yol açmasa da davetçi kimliğine zarar vereceği muhakkaktır.
Dava eri de dahil herkesin nasibi bellidir. Bunda bir değişiklik olmayacağı muhakkaktır. Ancak bir hakikat daha vardır ki o da şudur: İnsanın dünya ile misali güneşe yürüyen ve güneşe sırtını dönen kişinin misali gibidir. Eğer güneşe sırtını döner, dünya gibi elde tutulamayan gölgesini yakalamaya kalkarsa buna hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Eğer güneşe yönelir de dünyaya sırt dönerse arkasından kendisini çağıran dünya misali, gölgesi de ona hiçbir zaman ulaşamayacaktır.
[1]. Buhari, 3036; Müslim, 2643
[2]. Tirmizi, 2377
[3]. Tirmizi, 2321