Dava Erinin Allah Teâlâ İle İrtibatı Ve O’na Tevekkül Etmesi

Kapak Dosya – Mahmut Varhan / 2018 Kasım / 72. Sayı

Dinini kemâle erdiren ve bizim için din olarak İslam’a razı olup üzerimizdeki nimetini tamamlayan Allah’a hamdolsun. Allah’ın dinini insanlığa tebliğ etmek hususunda vazifesini hakkıyla yerine getiren, ümmetine nasihat eden ve cihadın bütün mertebelerini en kâmil derecede yerine getiren Hz. Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem’e, onun âline ve ashabına salât ve selam olsun.

İmdi; biz bu makalemizde Allah’ın davasını yüklenen davetçinin özelliklerinden bazılarını ele almaya çalışacağız. Davetçinin Allah’a tevekkül etmesi, davetinde ihlâs sahibi olması, davet yöntemlerinde Kur’an ve Sünnet’e uyması, Allah’ın kullarına karşı merhametli ve âdil olması ve davet yolunda başına gelecek eziyetlere sabretmesini ele alacağız. Allah azze ve celle bütün bu özelliklere sahip olabilmeyi bizlere de lütfetsin!

Davetçi, Allah’a tevekkülü oranında davetinde muvaffak olur. Davetçinin tevekkülü, davet hususunda bütün meşru sebeplere başvurmakla birlikte neticeyi ve muvaffakiyeti Allah’tan beklemesidir. Davetçi vazifesini icra ederek, iyiliği emredip münkerden nehyederek Allah’a bir mazeret sunmuş olur. Ma’rufun çiğnenmesi ve münkerin işlenmesi karşısında sessiz kalmadığına dair Allah azze ve celle katında mazeretini beyan etmiş olur. Ancak bu vazifesinde başarılı bir netice elde etmesi, Allah’ın tevfîkine bağlıdır. Nitekim Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Allah size yardım ederse, hiçbir kuvvet sizi yenemez. Ama sizi yardımsız bırakırsa, O’ndan başka size kim yardım edebilir? O halde iman edenler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” (Âl-i İmrân, 160) Yine şöyle buyurmaktadır: “Başarım, Allah’ın yardımına bağlıdır. Ben O’na tevekkül ettim ve yalnız O’na yöneliyorum.” (Hûd, 88) Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem de sürekli şöyle dua etmekteydi: “Allah’ım! Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana güvendim, Sana yöneldim ve Senin yardımınla düşmanlara karşı mücadele ettim. Allah’ım! Senin izzetine sığınıyorum. Yolumu şaşırmaktan beni muhafaza eyle! Sen’den başka ilâh yoktur. Sen ölmeyen dirisin. Hâlbuki cinler ve insanlar ölürler.”[1]

Davetçinin, davetinde ihlâs üzere olması gerekir. Rabbimiz Celle Celâluhû biz kullarına ihlası emrederek şöyle buyurmaktadır: “Kim Rabb’ine kavuşmayı istiyorsa, salih amel işlesin ve ibadette hiçbir şeyi Rabb’ine ortak koşmasın.” (Kehf, 110) Yani ihlas üzere, şeriata muvafık bir şekilde Rabb’ine ibadet etsin.

Muhammed b. Aclan şöyle demektedir: “Amel ancak üç şeyle sahih olur: Allah korkusu (takva duygusu) ile yapılacak, güzel ve samimi bir niyet ile (ihlas üzere) işlenecek ve sünnete muvafık olacak.”[2]

Abdullah b. Mübarek de şöyle buyuruyor: “Nice küçük ameller vardır ki, niyet (ihlas) onu büyük yapar, nice büyük amel de vardır ki, (kötü) niyet onu küçük yapar.”[3]

Sehl b. Abdullah et-Tüsteri dedi ki: “Akıllı kimseler ihlasın tefsirine baktılar. Gördükleri tek şey şuydu: “Kişinin gizli-aşikâr bütün hallerindeki tüm hareketleri ve sakin kalışları Allah Teâlâ için olmalıdır. Buna ne nefis ne hevâ ve ne de dünyalık hiçbir şey karışmamalıdır.”[4]

Burada Süfyan es-Sevri ile Fudayl b. İyad arasında cereyan eden şu olayı aktarmadan geçemeyeceğiz: Süfyan es-Sevri ile Fudayl b. İyad görüşürler. Birbirlerine öğüt verirler. Öyle ki ikisi de ağlar. Bunun üzerine Süfyan şöyle der: “Ben umarım ki bizim bu meclisimiz, bütün meclislerimiz arasında en fazla bereketli olan meclis olmuştur.” Fudayl ise şöyle dedi: “Sen böyle umabilirsin. Fakat ben korkarım ki bu meclis, oturduğumuz meclisler arasında en uğursuzu oldu. Sen yanında bulunan güzel şeyleri (hikmet ve öğütleri) bulup onlarla benim için süslenmedin mi? Ben de aynı şekilde bunların benzeri ile senin için süslendim! Böylece sen bana kulluk ettin, ben de sana kulluk ettim!” Bunun üzerine Süfyan hıçkıra hıçkıra ağladı. Sonra şöyle dedi: “Beni ihya ettiğin gibi, Allah da seni ihya etsin.”[5] Selefimizde bunun gibi vakıalar pek çoktur. Allah Teâlâ bizleri ibret alanlardan eylesin.

İşte selefimizin bütün işleri bu şekilde ihlas üzere olduğundan ve onların hayat gayeleri ilâhi rızayı kazanmak olduğundan dolayıdır ki, Allah Teâlâ onları aziz kılmıştı. Onları bu dünyanın da ahiretin de efendileri yapmış, milletleri ve ülkeleri onların elleriyle ıslah etmiş ve nûrunu onlar vesilesiyle tamamlamıştı.

Ey davetçi kardeşim! Eğer sen de hem kendi nefsinde sâlih ve hem de başkalarını ıslah edici olmak istiyorsan, bütün işlerin ihlas üzere olmalıdır. Şayet iki dünyada da aziz olmak ve bütün işlerinin düzgün bir şekilde yürümesini diliyorsan, hayatının tek gayesi olarak sünnet’i seniyye dairesinde ilâhi rızayı kazanmaya çalışmalısın. Bu konuda, hayatının her ânını mevlâsı için yaşayan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e kulak verelim: “Kimin derdi ahiret olursa, Allah onun kalbini/gönlünü zengin kılar, onun dağınık işlerini bir araya toplar/düzene sokar ve zorla da olsa dünya ona gelir. Kimin de derdi dünya olursa, Allah Teâlâ onun fakirliğini iki gözünün arasına yerleştirir, onun toplu ve düzgün olan işlerini darmadağın eder ve dünyadan da ona takdir edilenden başkası gelmez.”[6]

Davetçi, davet yöntemini Kurân-ı Kerim ve Sünnet’i Seniyye’ye bina etmeli ve insanları Allah’ın dinine davet ederken Kur’an ve Sünnet’e ittiba etmelidir. Zira davetçinin diğer bütün amelleri gibi, davet ameli de ancak ihlâs üzere yapılır ve Kur’an-ı Kerim ile Sünnet’i Seniyye’ye muvafık olursa makbul olur. Nitekim Fudayl b. İyad, Allah Teâlâ’nın: “Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” (Mülk, 2) âyetini şöyle açıklamaktadır: “Daha ihlaslı ve daha doğru… Muhakkak ki amel ihlas üzere olup, sünnete muvafık değilse kabul edilmez. Yine amel sünnete muvafık olup, ihlaslı değilse kabul edilmez. Hem ihlaslı hem de sünnete muvafık olursa, ancak o zaman kabul edilir.”[7]

Davetçinin gaye ve hedefi Rabbani olduğu gibi, bu gayeyi gerçekleştirmenin ve Allah’ın kelimesini/sözünü en yüce kılmanın yolu ve yöntemi de Rabbani olmak durumundadır. İslam şeriatı ilâhi olduğu gibi, onu hâkim kılmanın metodu da ilâhidir. Semavi olan bu din’i mübin, Allah’ın kitabına ve Rasûlullah’ın sünnetine dayanmayan beşerî yöntemlerle tahkim edilemez. Necaset ve pislik olan küfür, şirk ve fitne; yine necaset olan demokratik yöntemlerle yıkanıp temizlenmez. Aksine necaset katlanarak artar ve iyice her tarafa yayılır.

Şeriatını Kitab’ı Kerimi ve peygamberinin sünnet’i seniyyesi ile beyan eden Allah Teâlâ, onu hâkim kılmanın yöntemini de peygamberlerinin hayatları ve özellikle Peygamber Efendimiz’in sireti ile ortaya koymuştur. İşte bundan dolayı biz Müslümanların, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‘in hayatını bütün safhaları ile çok iyi bilmemiz ve onun hareket metodunu çok iyi kavramamız gerekmektedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bugün, dininizi kemâle erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve din olarak size İslam’ı seçtim…” (Mâide, 3) Dolayısıyla onun zamanında dinden olan şeyler bugün de dinden olup, onun zamanında dinde bulunmayan şeyler bugün de dinden değildir. İnsanlar onun zamanında ne ile ve hangi yöntemle ıslah olmuşlarsa, bugün de aynı şekilde ve aynı yöntemle ıslah olabilirler. Din’i mübin kemâle erdiği için ilave hiçbir şeyi -gaye olsun vesile olsun- kabul etmez. Çünkü ilaveler onun -hâşâ- eksik olduğunu gösterir ki; bu da Allah Teâlâ’nın bu ayetinin -hâşâ- hakikati yansıtmadığını gerektirir. Böyle bir vehimden Allah’a sığınırız.

Hz. Âişe radıyallahu anha’nın rivayet ettiği hadis’i şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Her kim bizim bu işimizde (din ve şeriatımızda), onda bulunmayan bir şeyi ihdas edecek olursa; o reddedilmiştir.” İmam Müslim’in bir rivayeti ise şöyledir: “Her kim bizim emrimize (din ve şeriatımıza) uygun olmayan bir amel işleyecek olursa, o reddedilmiştir.”[8]

Bu hadisin şerhinde İbni Receb el-Hanbeli şöyle der: “Emrimize (din ve şeriatımıza) uygun olmayan” ifadesi işaret etmektedir ki; bütün amel edenlerin tüm amellerinin, şeriatın hükümlerine tâbi olması gerekir. Şeriatın ahkâmı, emir ve yasaklarıyla bütün bu ameller üzerinde hakimdir. Dolayısıyla her kimin ameli şeriatın hükümlerine uygun olursa, onun ameli makbul olur. Her kimin de ameli şeriatın hükümlerinin haricinde kalırsa, onun ameli de merdud olacaktır.”[9]

İrbad b. Sariye’nin rivayet ettiği hadiste de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “…Muhakkak ki benden sonra yaşayanlarınız pek çok ihtilaflar göreceklerdir. Böyle bir durumda benim sünnetime ve hidayete erdirilmiş raşid halifelerin sünnetine yapışınız, azı dişlerinizle (bütün gücünüzle) bunu ısırın (buna sarılın). Sonradan ihdas edilecek işlerden/bid’atlerden sakının. Muhakkak her bir bid’at dalâlettir.”[10]

İbni Receb şöyle demektedir: “Bid’at: Sonradan ihdas edilip, şeriatta kendisine delalet eden herhangi bir aslın/delilin bulunmadığı her şeydir. Fakat şeriattan kendisine delalet eden bir aslın/delilin bulunduğu şeyler ise, her ne kadar (sonradan ihdas edildiği için) lügat açısından bid’at denilse de şer’an bid’at değildir.”

“Muhakkak her bir bid’at dalâlettir” bölümü ise, özlü ve kapsayıcı sözlerden olup; hiçbir şey bunun haricinde kalmaz. Bu, dinin temel kaidelerinden çok önemli ve büyük bir kaidedir. Buna göre her kim bir şeyi ihdas ederek, onu dine nispet edecek olur da dinde o şeyin kendisine dayanacağı bir aslı/delili bulunmazsa; o ihdas ettiği şey dalâlettir ve din ondan beridir. Bu hususta itikadi, ameli, bedeni ve kalbi bütün söz ve davranışlarla ilgili tüm konular eşittir.”[11]

Bu iki hadis’i şerif, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in İslam toplumunu oluşturmak ve İslam devletini kurmak için uygulamış olduğu nebevi menhece aykırı olan her türlü yöntemi kökünden reddetmektedir. Hadis’i şerifler bu konuda çok açık ve net olduğu için fazla izaha ihtiyaç bırakmamaktadır. Zira peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in tatbik ettiği yönteme aykırı olan her türlü menhec, açık bir şekilde bid’at ve dalâlet olmakla nitelendirilmiştir. Allah Teâlâ her türlü bid’atten bizleri muhafaza buyursun.

Biz müslümanların örneğimiz ve her konuda model kabul etmekle yükümlü olduğumuz rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak Allah’ın Rasûlü’nde sizin için, Allah’ın rahmetini ve ahiretin nimetlerini arzulayanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için güzel bir numune vardır.” (Ahzâb, 21)

Hafız İbni Kesir der ki: “Bu ayet’i kerime, bütün sözlerinde, davranışlarında ve hallerinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e uymanın gerekliliği hususunda pek büyük ve önemli bir asıldır.”[12]

Diğer taraftan Allah’ı sevmek ve Allah tarafından sevilmek, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e tâbi olma şartına bağlanmıştır. Yüce Mevla şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Eğer, Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” De ki: “Allah’a ve peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ki Allah, kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 31-32)

Hafız İbni Kesir der ki: “Bu ayet’i kerime, Allah’ı sevdiğini iddia eden fakat Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in yolu üzerinde olmayan herkesin aleyhinde hüküm vermiştir. Bu kimseler gerçekte yalancıdır. Meğer Muhammedi şeriata ve nebevi dine bütün söz, davaranış ve hallerinde tâbi olsunlar. Daha sonra Allah Teâlâ herkese emrederek şöyle buyurdu: “De ki: “Allah’a ve peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ki Allah, kâfirleri sevmez.” Bu da peygamberin yoluna muhalefet etmenin küfür olduğunu göstermektedir. Bu niteliğe sahip olanlar Allah’ı sevdiklerini ve O’na yaklaşmaya çalıştıklarını iddia etseler bile, Allah Teâlâ onları sevmez. Meğer hâtemü’r-rusül, Allah’ın insanlara ve cinlere gönderdiği elçisi olan ümmi peygambere tâbi olsunlar. O öyle bir peygamberdir ki, şayet nebiler, rasuller ve hatta onlardan ulu’l-azm olan peygamberler dahi onun zamanında yaşasalardı; ona tâbi olmak, ona itaat etmek ve onun şeriatına uymaktan başka seçenekleri olmazdı.”[13]

Dolayısıyla biz Müslümanların vazifesi, her konuda Allah’ın elçisine tâbi olmaktır. Namazımızı onun namazı gibi kıldığımız, haccımızı onun haccı gibi yaptığımız, zekatımızı onun öğrettiği şekilde verdiğimiz ve orucumuzu onun tuttuğu ve öğrettiği şekilde tuttuğumuz gibi; davetimizi ve cihadımızı da onun davet ettiği ve cihad ettiği gibi yapmalı ve İslam dinini hâkim kılmaya çalışırken takip edeceğimiz yöntemde sadece onu kendimize örnek almalıyız. Aksi takdirde Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmaya gayret ederken, Allah’ın gazabı ile karşı karşıya kalırız. Bizler Allah’ın gazabından O’nun rızasına sığınırız.

Davetçi, insanları Allah’ın dinine davet ederken yumuşak huylu ve ağırbaşlı olmalıdır. Onlara son derece şefkat ve merhametle muamele etmelidir. Onların kaba davranışlarına ve eziyetlerine sabretmeli ve onların kendisine reva gördükleri kötülükleri iyilikle karşılayıp güzelce savmalıdır. Böylece insanlarla arasındaki önyargılardan oluşan barikatlar teker teker yıkılır ve onların gönüllerini kazanmayı başarır. Yüce Mevlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve “ben Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim var? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğe en güzel şekilde karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kişi sanki candan bir dost oluvermiştir. Fakat buna ancak sabredenler erişir. Buna erişenler de büyük bir nasip sahibi olanlardır.” (Fussilet, 33-35) Ayet’i kerimede geçen “iyiliğin en güzelini” İbni Abbas, “öfkeliyken sabretmek, kötülüğe maruz kaldığında bağışlamak” şeklinde açıklamış ve şöyle demiştir: “İnsanlar bunu yaptıkları zaman, Allah onları korur; düşmanları da onların önünde eğilir ve candan bir dost gibi olurlar.”[14]

Nitekim Allah azze ve celle, takva sahiplerinin özelliklerini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Rabbinizden erişecek bir bağışlanmayı ve öyle bir cenneti kazanmak için yarışın ki, onun genişliği gökler ve yer kadar olup takva sahipleri için hazırlanmıştır. O takva sahipleri, bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler ve insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle güzel davrananları sever.” (Âl-i İmrân, 133- 134) İşte bu özellikler, Allah azze ve celle’nin “Şüphesiz ki sen pek büyük bir ahlâka sahipsin” (Kalem, 4) buyurarak Habib’i Ekrem’ini övdüğü güzel ahlâkın ta kendisidir. Zira bütün davetçilerin önderi olan Hz. Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem’in ahlâkı Kur’an idi. Hakk davetçilerinin de onu örnek alarak bu güzel ahlâkla ahlâklanmaları gerekir. Abdullah b. Mübarek rahmetullâhi aleyhi bu güzel ahlâkı tarif ederek şöyle demektedir: “Güzel ahlâk; güler yüz göstermek, herkese iyilik etmek ve kimseye zarar vermemektir.”[15]

Allah Teâlâ, Habib’i Ekrem’inin bu güzel ahlâkından numûne’i imtisâl olmak üzere bir kesit zikrederek şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın, senin kalbine koyduğu rahmet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı kalpli olsaydın, insanlar etrafından dağılıp giderlerdi. O halde onları affet, Allah’ın onları bağışlamasını dile. Karara bağlanacak işlerde onlara danış.” (Âl-i İmrân, 159)

Abdullah b. Mes’ud radıyallâhu anhu dedi ki: “Bir defasında Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, gönderildiği kavim tarafından dövülüp yüzü kanatılan bir peygamberi anlatıyor ve şöyle diyordu: “O peygamber bir taraftan yüzündeki kanları siliyor, bir taraftan da “Allah’ım! Halkımı bağışla(yıp onları hemen cezalandırma), çünkü onlar bilmiyorlar” diyordu.”[16]


[1]. Buharî, Tevhid: 35;  Müslim, Zikir: 67

[2]. Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem: 71

[3]. Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem: 71

[4]. Salâhu’l-Ümme: 1/107

[5]. Salâhu’Ümme: 1/117

[6]. Tirmizî: 2633;  İmam Ahmed, Müsned: 21590. Sahih bir hadistir.

[7]. Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem: 72

[8]. Buhari: 2697;  Müslim: 1718

[9]. İbni Receb, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem: 1/177

[10]. Ebû Dâvûd: 4607;  Tirmizi: 2676.  Hasen-Sahih

[11]. İbni Receb, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem: 2/127-128

[12]. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim: 6/392

[13]. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim: 2/25

[14]. Buharî, Tefsîr: 41. Bâb başlığında zikretmiştir.

[15]. Tirmizî: 2005

[16]. Buharî, Enbiyâ: 54;  Müslim, Cihâd: 5