Dava Erinin Âhiret İle Bağı Nasıl Olmalı?

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2018 Kasım / 72. Sayı

Hamd; “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!”[1]  ve “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.”[2] şeklinde buyurarak kullarının güzel ameller işlemeleri için imtihan maksadıyla bu dünya üzerinde bulunduklarını haber veren Allah’a

Salât ve Selâm; “Müminin işine şaşılır. Çünkü onun bütün işleri hayırdır ve bu sadece mümine özgüdür. Kendisine bir varlık (nimet) isabet ederse şükreder, bu onun için hayır olur, bir zarar isabet ederse sabreder, bu da onu için hayır olur.”[3] buyurarak Allah’tan gelene şükür, sabır ve teslimiyetin müminin özelliği olduğunu vurgulayan Rasûlullah aleyhisselâm’a,

Allahu Teâlâ’nın sonsuz lütfu ve keremi de kendisini davasına adamış ve Allah’ın yolunu asıl uyulması gereken yol ve Ahireti de amaç olarak benimsemiş mümin kullarının üzerine olsun.

Yüce Rabbimizin bizler üzerindeki en büyük nimeti şüphesiz ki bizleri Müslüman olarak yaratmış olmasıdır. Şu an yeryüzündeki 7 milyar insan topluluğu arasında 1,5 milyar gibi bir rakamın içindeki Müslümanlardan olduğumuz için Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Hatta bu 1,5 milyar içindeki Müslümanların arasından tevhidi bilen Kur’an ve sünneti rehber edinen Müslümanların arasına dâhil olduğumuz için de ayrıca Rabbimize şükretmeli ve bu nimetin kıymetini bilmeliyiz. Allah muhafaza 5,5 milyarlık iman etmemiş ve farklı farklı şeyleri kendisine ilah edinmiş ve onlara kulluk eden insanlardan olabilir, bundan dolayı da hem bu dünyada hem de ahirette hüsrana uğrayanların arasında olabilirdik. Bu sebeple şükrünü eda etmekten dahi aciz kaldığımız en büyük nimet, iman ehli kimselerden olabilme şerefi ile şereflenmemizdir.

Bir şekle bürünüp te hakikatte ondan uzak olmak kadar kötü bir durum düşünülemez. Kişi bir taraftan Müslüman olduğunu söyleyip te diğer taraftan Müslüman kimliğine tamamen ters olan yanlış işler peşinde gidiyorsa bu onun İslâmi kimliğine zarar verecektir.

-Müslüman olduğumuz halde niye hâlâ bizler böyle kötü bir durumdayız?

-Neden daima sıkıntılar içindeyiz?

-Müslümanlar neden dünya üzerinde ezilen, sömürülen, öldürülen insanlar konumundadır.

-Ne zamana kadar bu böyle devam edecek?

-Bunun çözümü nedir? gibi buna benzer daha nice soruların cevabı hakikatte bizdedir. Bizler Allah eri olma vasfını kazanamadığımız müddetçe Rabbimizle aramızda bir bağ kurabilmemiz ve bu sorulara sağlıklı bir cevap verebilmemiz mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla yapmamız gereken ilk iş “Allah Eri nasıl olmalıdır?” sorusunun cevabını bulmaktır.

Bu soruya verilecek en net ve özet cevap Rasûlullah aleyhisselâm gibi olabilmektir, cevabı olacaktır. Çünkü Yüce Rabbimiz kitabında şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki, Rasûlullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[4]

Bir gün bir sahabe de bu soruya cevap bulmak ümidiyle bir soru sormuştu müminlerin annesi olan Rasûlulllah aleyhisselâm’ın eşi Hz. Aişe’ye.

Hz. Aişe’nin ona verdiği cevap oldukça dikkat çekici olmuştu.

– Sen, Kur’an okuyor musun?

Sahabe,

– Evet, okuyorum, deyince Hz. Aişe radıyallahu anha’da

– İşte, Allah’ ın elçisinin ahlâkı, Kur’an idi.[5] cevabını vermişti.

Yani Rasûlullah’ın ahlâkı ile ahlâklanabilmek, onun yolundan gitmek, onu rehber edinmek, onun yaptıklarını yapmak, onun uzak durduğu şeylerden uzak durmak, kısacası her zaman ve mekânda onu rehber bilip onun gibi olabilmenin mücadelesini vermektir. Ancak bu takdirde dava eri olabileceğimizi anlayabilmektir. Onun gibi hayatını Allah’a adayıp davetini herkese zaman ve mekân farkı gözetmeksizin götürmek, bu uğurda başa gelebilecek imtihanlara sabredebilmek için gerekli olan imani hazırlığı yapmak, Rabbimizle aramızdaki bağı kuvvetlendirmek suretiyle imtihana hazırlıklı olabilmektir. Rasûlullah aleyhisselâm’ın hayatı bunun misalleri ile doludur. Bugün kendisini ona intisap eden kişilerde aynı yolu takip etmedikçe başarılı olabilmeleri asla mümkün değildir. Bu sebeple Allah eri olabilmek Rasûlullah aleyhisselâm’ı örnek almakla mümkün olabilir demek doğru olacaktır.

Peki, Rabbimizle aramızdaki bağı nasıl kuvvetlendirebiliriz? Bu soruya da şu kutsi hadisle cevap vermek sanırım ki en doğru cevaplardan olacaktır.

“Allah Teâlâ Hazretleri diyor ki: Ben, kulumun benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O, beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o beni nefsinde zikrederse ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zira’ yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.” [6]

Kulun Allah’a bir karış, bir zira’ yaklaşma, yürüme, gelme gibi vasıflarının manası, onun itaatiyle farzlarını ve nafilelerini yapmalarıyla Allah’a yaklaşmasıdır. Allah’ın kuluna yaklaşması, gelmesi, yürümesi de kulun taatine karşı sevap vermesi, rahmetini ona yakın kılmasıdır. Böylece ‘Ona koşarak gelirim.’ sözünün mânası ‘Kuluma sevabım sür’atle gelir.’ demektir.”

Bu sebeple Allah’ın zikredilmesi ve O’nun isminin daima gündemde tutulması müslümanın birinci vazifesi olmalıdır. Yüce Rabbimizi zikretmemiz O’nunla aramızdaki bağı kuvvetlendirecek ve ileriki süreçte dava uğruna yaptığımız işlerde başa gelmesi muhtemel sonuçlara karşı hazırlıklı olmamızı sağlayacaktır. Allah’ı zikirle ve Allah’ı anmakla yetişip gelişen nefisler Allah’a en güzel kul olabilmenin yarışını verecekler ve bu uğurda gayret göstereceklerdir.

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de Lokman aleyhisselam’ın oğluna vermiş olduğu nasihatte mealen şöyle buyurmaktadır:

“Ey oğulcuğum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.”[7]

Dolayısıyla Rabbe kul olmanın mücadelesini vermek, yani kulluk borcundan olan namazı kılıp bununla birlikte iyiliği emir ve kötülükten nehiy vazifelerini yerine getirmenin, arkasından başa gelmesi muhtemel bazı musibetlerle karşı karşıya kalmanın mümkün olabileceği de burada bizlere ders olarak zikredilmiştir. İşte bu sebeple imani hazırlık bir Müslüman için olmazsa olmazlardandır.

Rabbi ile bağını sağlamlaştıran ve imani hazırlığını yapmış olan kulun başına gelecek musibetler onu davasından uzaklaştırmak şöyle dursun daha bir samimiyetle davasına bağlanmaya ve imanın tadını almaya sevk edecektir. Zorluğun arkasından gelecek kolaylık onun parolası olacak ve hemen her meseleye bu bakış açısından bakacaktır. Zorluk, pes edip geri durmayı gerektiren bir olgu olmaktan çıkacak davada doğru istikamette bulunduğunun şuuruna varmasını sağlayan ve kararlılıkla bu yol üzerinde sebat etmeye sevkeden itici bir etken olacaktır.

Zorluk mayasıyla yoğrulup iman hamuruyla şekillenen ve bir kalıba sokulan Müslüman artık hayata İslâmi bir pencereden bakan ve Rabbinin rızasını kazanmasına vesile olacak yolları talep edip bu amelleri işleyen bir kimliğe bürünecek ve ahiret hayatına yönelik çalışmasını kararlılıkla devam ettirecektir. Bu amelleri işlerken de zoraki ve gönülsüz değil bilakis severek ve isteyerek, yaparken de zevk alarak yapacak ve hiçbir surette bu iş ona külfet gibi gelmeyecektir. İşte imanın tadını bu şekilde alabilmeyi başarmış bir Müslüman için yaşamın ayrı bir tadı ve manası olacaktır. Ahirete odaklı işlenen ameller dünyanın bir imtihan alanı olduğunu ve buna göre yaşamanın bir gereklilik olduğu şuurunu daima canlı tutacaktır.

Allah ile bağını sağlamlaştırmak isteyen müslüman O’nun azze ve celle mahlûkatına da gereken önemi verecek onların dertleriyle dertlenip onlara yardımcı olabilmenin gayreti içine girecektir. Cenâb-ı Hak “…Mü’minlere (şefkat ve tevâzû) kanadını indir.”[8] buyurmak sûretiyle, Peygamber Efendimiz’in şahsında mü’minlerin de birbirlerine karşı çok şefkatli ve merhametli olmalarını emretmiştir.

Bu hususta bir mü’minin sahip olması gereken kalbî derinlik ve inceliği, Sâdî, Bostan adlı eserinde bir hikâye ile şöyle îzah etmektedir:

“Bir yıl Şam’da öyle bir kıtlık oldu ki, âşıklar aşkı unuttular. Gökyüzü yeryüzüne karşı öyle hasis davrandı ki, ekinler ve hurma ağaçları dudaklarını bile ıslatamadılar. Ne kadar pınar varsa hepsi kurudu. Yetimlerin sıcak gözyaşlarından başka bir damla su kalmadı. Bulutlar, sanki buhar olmuştu. Bacalardan tüten ise yoksulların âhından başka bir şey değildi. Ağaçlar kurumuş, çıplak fakirlere dönmüştü. Güçlü, kuvvetli kişiler tâkattan düşmüş, âciz kalmışlardı. Bahçelerde gölge ve dağlarda yeşillik kalmamıştı.

Vaziyet böyle iken, bir gün yanıma bir dostum geldi. Bir deri bir kemik kalmıştı. Hâlbuki zengin, kudretli, şan ve şeref sahibi, hem de cüsseli bir insandı. Bu sebeple hâlini görünce çok şaşırdım. Kendisine:

“Ey güzel huylu dostum; ne oldu, nasıl bir felâkete uğradın? Gördüğüm bu zayıf, bitkin ve kederli hâlinin sebebi nedir?” diye sordum. Dostum ise bana hayret içinde derin derin baktı. Sonra üzgün bir şekilde şöyle cevap verdi:

“Dostum! Kederimin sebebini bilmiyorsan, bu ne gaflet! Biliyorsan niçin soruyorsun? Görmüyor musun ki, felâket son raddeye vardı. Ne gökten yere yağmur iniyor ne yerden göklere, âh edenlerin feryâdı yükseliyor!” Ona dedim ki:

“Biliyorum! Fakat bu kıtlık, seni niye bu kadar teessüre gark ediyor ki? Zehir, panzehirin bulunmadığı yerde adam öldürür. Başkası yoksulluktan ölebilir. Fakat sen yoksul değilsin ki… Senin her şeyin var. Dünyayı tufan kaplasa bundan ördeğe bir zarar gelir mi?” Bunun üzerine o kemâl ehli dostum, âlimin cahile bakması gibi, önce beni baştan aşağı süzdü ve sonra da bana pek gücenmiş olduğunu da ifade edercesine, manalı manalı dedi ki:

“Farz et ki ben denizin kıyısındayım ve çok sevdiğim dostlarım da denizde boğuluyor. Söylesene, bu durumda müsterih olabilir miyim? Yüzümün solgunluğu yoksulluktan değildir. Benim yüzümü sarartan, yoksulların ızdırabıdır. Akıllı bir insan ne kendisinde ne de başkalarında bir yara görmek ister. Hamdolsun benim bir yaram yok, ama başkalarında bir yara gördüğüm vakit titriyorum, vücudum sarsılıyor. Zira vicdan sahibi olan, kendi âzâsında bir yara görmek istemediği gibi, Allâh’ın diğer mahlûkâtında da görmek istemez. Bir düşünsene, bir hastanın yanında bulunan kimse sıhhatte bile olsa içi rahat edebilir mi? Zavallı, fakir bîçârelerin hâlini gördükçe, yediğim her bir lokma bana zehir oluyor, dert oluyor. Hemcinslerini sefâlette gören bir insan, gülistanda eğlenebilir mi hiç? Zira ağlayan birini gördüğümde, benim de gözüm nemleniyor.”

Unutulmamalıdır ki merhamet, îmânımızın bu âlemde şahidi olan ve bizi kalben Rabbimiz’e yaklaştıran ilâhî bir cevherdir. Merhamet, bizlere ihsân ve ikrâm edilmiş olan her nimeti, bu nîmetlerden mahrum olan kimselerle gönül hoşnutluğu içinde paylaşabilmektir. Bu sebeple dertli bir insan karşısında gönlün ızdırap duyması ve merhamet duygularının coşması, insanda hassas bir kalbin varlığının ilk alâmetidir diyebiliriz.

Merhametin baş düşmanı ise, israf ve pintiliktir. İsraf, sadece kendine ve aşırı derecede harcamaktır. Bu sebeple denilmiştir ki; “İsrafta hayır, hayırda ise israf yoktur.”

Hazret-i Ali radıyallahu anh’da şöyle buyurmuştur: “Zenginlerin israfı ölçüsünde fakirler aç kalır.” Cimrilik ise aslî ihtiyacından fazlasını kendine biriktirmektir. Dünya malının, ilk insandan beri kimseye yâr olmadığı bir hakikatken, insanoğlunun birkaç günlük tasarrufuna verilmiş olan mâl ile kibirlenmesi ve bunun neticesinde de cimriliğe kalkışması ya da isrâfa sürüklenmesinin, kişiyi son derece kötü bir âkibete dûçâr edeceği muhakkaktır.

Hikmet ehli bir zât bunu şöyle açıklar: “Bir kul öldüğünde, malı husûsunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir: Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır. Diğeri de bütün malı elinden gitmesine rağmen bunların hepsinden tek tek hesâba çekilmesidir.” Bir insan için, üstelik kendisine yarar sağlamayan bir maldan dolayı hesâba çekilmek ne kadar da hazin bir durumdur.

Peygamber efendimiz bu durumdakiler için şöyle buyurmuştur: “Yazıklar olsun, yazıklar olsun o kimseye ki, ehlu ıyâlini hayır (servet) üzere bırakır da kendisi Rabbinin huzûruna şerle (kazandıklarının hesap yüküyle) varır.”[9] Yani mîrasçılarına büyük bir servet bırakır, fakat kendisi, malı helâl yoldan kazanmadığı, malıyla hayır işlemediği ve evlâtları da malını kötü yollarda kullandığı için huzûr-i ilâhîye günahkâr bir şekilde çıkar.

Özetle söyleyecek olursak Ahiret ile bağın kuvvetli olabilmesi Allah ile olan bağların kuvvetli olması ile mümkündür. Bu bağı kuvvetlendirmek için de öncelikle Allah’ı anmak, O’nu zikretmek, O’nu gündemde tutmak gerekir. Ayrıca Rasûlullah aleyhisselâm’ın yaşantısını kendine rehber edinmek ve onun yolundan gitmek gerekir. Ona tabi olmanın biricik kurtuluş reçetesi olduğunun şuuruna varmak gerekir. Allah’ın sevgili kulu (Habibullah) olan Rasûlullah gibi habibullah olabilmek ancak bu takdirde mümkün olabilir. Çünkü Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.” De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[10]

Diğer taraftan da Allah ile bağını sağlamlaştırmak isteyen kişi onun mahlûkatına da gereken önemi vermeli onların dertleriyle dertlenip onlara yardımcı olabilmenin gayreti içine girmelidir. Nitekim Rasûlullah aleyhisselâm şöyle buyurmaktadır:

“Kim bir mümin kardeşinin dünyaya ait bir sıkıntısını giderirse, Cenab-ı Allah da onun ahirete ait bir sıkıntısını giderir. Yine kim iman sahibi bir kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah ü Zü’l-Cemâl de onun ihtiyacını giderir. Kim de inanmış bir kardeşinin herhangi bir kusurunu gizlerse, Settar olan Yüce Allah da dünya ve ahirette onun ayıplarını örter. -Unutulmasın ki- kul, kardeşinin yardımında olduğu müddetçe Allah da onun yardımındadır.”[11]

Rabbim bizleri Dünyayı ahirete ulaşmak maksadıyla araç olarak görenlerden eylesin. Onu amaca çevirmeden sadece ihtiyaç kadarıyla faydalanan ve bunun idraki içerisinde olan mümin kullarından eylesin. Kendine yönelen ihlâslı kullarından ve Habibine layık olan ümmetlerden eylesin. Âmin.

Selâm ve Dua ile


[1]. Haşr,18.

[2]. Mülk,2.

[3]. Müslim, Zühd ve Rekâik, 64.

[4]. Ahzab,21.

[5]. Müslim, Salatü’l-Musafirin, 139.

[6]. Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizi, Da’avat 142, (3598)

[7]. Lokman,17.

[8]. Hicr, 88.

[9].  Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 9693.

[10]. Âl-i İmran,31.

[11]. Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat, 1, 63;Biraz farklılıkla: Buhari, Mezalim, 3; Birr, 59; Ebû Davud, Edeb, 38; Tirmizî, Hudûd, 3.