Dava Allah’ın Davası

Serbest Köşe – Orhan Sağlam / 2024 Eylül / 142. Sayı

İki dava vardır; biri hak, diğeri bâtıl dâvadır. Hak olan dâvanın sahibi Allah celle celaluhu ‘dir. Diğer bâtıl dâvaların sahipleriyse mahluklardır. Sahibi Allah celle celaluhu olan dâvanın yok olması ve mağlubiyeti söz konusu değildir. Ancak sahipleri mahluk olan bâtıl dâvaların yok olması ve mağlubiyetleri muhakkaktır. Çünkü Hak gelmiş, batıl zail olmuştur. Tarihe de bakıldığında hak olan dâva ilk günkü gibi tazeliğini korumaktadır. Bâtıl dâvalara bakıldığında da hiçbirinin dâvası kalıcı olmamıştır. Bundan dolayı şiârımız “Lâ galibe illallah” (Allah’tan başka galib yoktur) şiârıdır.

Kardeşlerim Allah’a hamd olsun ki Rabbimiz bizleri hak olan dâvanın dairesine ilhak etti. Bu dâvanın içinde yer alanlar izzeti, şerefi ve diğer bütün mahluklardan üstün makamı elde ederler. Bu dairenin dışında kalanlar ise izzeti, şerefi ve üstünlüğü kaybetmişlerdir.

Kardeşlerim, an itibariyle dünyanın birçok yerinde Müslümanların karşılaşmış olduğu sıkıntılar, hak olan dâva için harcadığımız çaba ve gayretimizin temposunu asla düşürmesin, tam tersine ümidimizi ve şevkimizi artırsın. Kış, devamında baharı getirdiği gibi sıkıntılar da arkasından rahatlığı getirir. Tarihe bakıldığında da bütün peygamberler, rabbani alimler ve komutanlar da çok çetin günler geçirmişlerdir ancak sabretmelerinin akabinde zaferler üzerine zaferle yollarına devam etmişlerdir. Sıkıntının boyutunu Allah’a en yakın olan peygamberlerin sözlerinden anlamamız daha isabetli olur;

Bunun üzerine Nuh Rabbine: “Doğrusu ben yenik düştüm, bana yardım et” diye dua etti. (Kamer, 10)

Hz Musa’nın “Allah’ım kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum” diyecek kadar daralması, alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimizin sıkıntılardan daralıp “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar daralması gibi sıkıntılar tarih boyunca yaşanmıştır. Bu sıkıntılardan sonra ilahi cevap “Hepiniz iyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır” cevabı olmuştur.

Kardeşlerim, Allah’a hamd olsun belki ciddi bedeller veriliyor ancak İslam’ın sesi dünyanın ulaşmadığı noktalara hızla ulaşıyor. Bu da İslam’ın tekrardan her tarafa hâkim olmasının müjdesidir. Halkı Müslüman olan birçok yerde Müslümanlar tam manasıyla İslam’ı araştırmadan İslam’a girmişlerdir. İslam’ın hiç girmediği yerde İslam’ı duyanlar, araştırarak girdiklerinden dolayı İslam’ı olması gerektiği şekilde yaşamaya karar vermişlerdir. Bundan dolayı İslam için yapılması gereken hangi fedakârlıklar varsa bunlardan geri kalmamaya çalışırlar; bu canlarının verilmesi pahasına olsa da. Bunun bu şekilde olduğuna dair tarihte örnekleri sayamayacağımız kadar çoktur.

Peygamber Efendimiz zamanında yaşanan şu örnekleri verecek olursak daha iyi anlaşılacaktır:

Bunlardan ilki Uhud savaşında şehid olan Abdüleşheloğullarından Amr b. Sâbit b. Vakaş adlı zattır. Amr, kabilesinden birçok kişi Müslüman olmasına rağmen kendisi Müslüman olmamıştı. Zira İslam’la ilgili içinde kuşkular taşıyordu. Akrabalarıyla din konusunda tartışıyor ve “Eğer sizin dediğinizin hak olduğunu bilseydim ondan geri kalmazdım.” diyordu. Nihayet Uhud günü İslam hakikati ona göründü.

Amr b. Sâbit, Müslüman oldu; kılıcını aldı, müminlerin safında savaşmak üzere yola çıktı. Uhud’da müşrikler tarafından öldürülünceye kadar savaştı. Ölmek üzereyken yaralı olarak bulundu. Ona yaklaştılar; son nefesini vermek üzereydi. Ona yaklaşan biri sordu:

– Seni buraya getiren şey neydi ey Ebû Amr?

– İslam’dı. Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne iman ettim. Sonra kılıcımı aldım ve geldim.

Allah bana şehadeti nasip etti.

Onun durumu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e iletilince “O, cennet ehlindendir.” buyurdu.

Amr, bir vakit bile namaz kılmamıştı; ancak Allah’ın rızasını umarak bu uğurda tereddüt etmeden canını ortaya koymuştu.

Ebû Hüreyre, bir gün yanındakilere şöyle dedi: “Bana, bir kere bile Allah için secdeye gitmemiş olduğu halde cennet ehlinden olan bir adam gösterin!”

Yanındakiler cevap vermeyince şöyle devam etti: “O, Abdüleşheloğullarından Amr b. Sâbit b. Vakaş idi.” Evet. İslam’ı anlayınca en değerli canını vermekten çekinmedi.

İkinci olay, Hayber gazvesi sırasında meydana gelmişti. Hayberli Yahudilerden biri olan Âmir’in, Yesâr el-Habeşî adında siyahî bir kölesi vardı. Yesâr, efendisinin koyunlarını güdüyordu. Hz. Peygamber’in ordusu Hayber’i kuşatınca Hayberliler kalelere girip karşı koymaya başladılar. Yesâr, Yahudilere, “Ne oluyor?” diye sordu. “Kendisini peygamber sanan şu adamla savaşıyoruz.” dediler.

Duyduğu sözler Yesâr’ın içine bir kurt düşürdü. Kafaya takmıştı; Hz. Peygamber’in yanına gidecekti. Yavaş yavaş koyunlarını sürerek Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına götürdü. Hz. Peygamberle aralarında şöyle bir konuşma geçti:

– Ey Muhammed! Sen ne diyorsun ve neye davet ediyorsun?

İslâm’a davet ediyorum. Allah’ın bir olduğuna ve benim de onun elçisi olduğuma şehadet et.

– Şehadet edersem bana ne var?

Eğer bu iman üzerinde sebat edersen, senin için cennet var.

Yesâr Müslüman oldu ve “Bu koyunlarım emanettir.” dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Koyunları askerin içinden çıkar; sonra onlara seslen ve birkaç çakıl at. Allah senin yerine, emanetini sahibine ulaştırır.” dedi.

Yesâr, Rasûlullah’ın dediğini yaptı; koyunlar sahiplerinin yanına gitti. Yahudi, kölesinin Müslüman olduğunu anlamıştı.

Sonra Rasûlullah insanlara nasihatte bulundu ve onlara bayraklar dağıttı. Bir bayrağı Ali’ye verdi. Birini el-Hubâb b. el-Münzir’e, diğerini de Sad b. Ubâde’ye verdi. Ali b. Ebî Tâlib bayrakla çıktı; siyahî köle de onu takip etti. Öldürülünceye kadar savaştı. Siyahî kölenin cesedi kaldırılarak asker çadırlarından birisine konuldu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çadırda onu gördü ve “Allah bu köleye değer vermişti ki, onu Hayber’e gönderdi. İslâm, onun nefsinde yerini buldu. Onun başının ucunda cennet hurilerinden iki zevce gördüm.” buyurdu.

Evet. İslam’ı olması gerektiği gibi hakkıyla anlayan ve yaşamaya karar veren topluluğun zaferi kaçınılmazdır. İslam, fıtratı bozulmamış akli selim insanların kabul edecekleri en mükemmel dindir.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hâlid bin Velid için “Hâlid gibi bir insanın İslam’ı tanımaması ne tuhaf! Keşke o, gayret ve kahramanlıklarını Müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi; bu kendisi için çok daha hayırlı olurdu. Biz de onu başkalarına tercih ederdik” demesi. Hâlid gibilerinin bu dini tercih edecekleri muhakkaktır. Bütün örnekliği Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’den aldığımız gibi ümit var olma özelliğimizi de Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’den alıyoruz ki O, kendisine en zor gelen Tâif’ten taşlanma gününde bile dâvaya ümit var olarak bakmıştır. Nitekim Hz. Aişe’den rivayet edildiğine göre bir gün Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e “Uhud Gazvesi’nin yapıldığı günden daha zor bir gün yaşadın mı?” diye sordum.

Rasûl-i Ekrem şöyle cevap verdi:

“Evet, senin kavminden çok kötülük gördüm. Bu kötülüklerin en fenası, onların bana Akabe günü yaptığıdır. Taif’li Abdükülal’in oğlu İbni Abdüyalîl’e sığınmak istemiştim de beni kabul etmemişti. Ben de geri dönmüş, derin kederler içinde yürüyüp gidiyordum. Karnüssealib’e varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı kaldırıp baktığımda, bir bulutun beni gölgelediğini gördüm. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Cebrail Aleyhisselam’ı fark ettim. Cebrail bana seslenerek:

“Allah Teâlâ, kavminin sana ne söylediğini ve seni himaye etmeyi nasıl reddettiğini duymuştur. Onlara dilediğini yapması için de sana Dağlar Meleğini göndermiştir” dedi. Bunun üzerine Dağlar Meleği bana seslenerek selam verdi. Sonra da:

“Ey Muhammed! Kavminin sana ne dediğini Cenab-ı Hak işitti. Ben Dağlar Meleğiyim. Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ beni sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun? Eğer dilersen şu iki dağı onların başına geçireyim” dedi. O zaman:

“Hayır, ben Cenab-ı Hakk’ın onların soylarından sadece Allah’a ibadet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim” dedim. Nitekim de herkesin ümidini kırmış olduğu Kureyş’ten, Allah’ı birleyen ve birçok fetihlere vesile olan yiğitler çıkmıştır.

Kardeşlerim dedik ya dâva Allah’ın dâvası dolayısıyla dilediği zaman dilediğine güç yetiren yoktan var edendir. Her şey bitti ediğimiz esnada Allah celle celaluhu var edendir. Bu hakikate şu ayeti kerimeyi örnek olarak vermemiz yerinde olur:

“De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen her şeye kâdirsin.”

“Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın ve dilediğine sayısız rızık verirsin.” 

Kardeşlerim ayeti kerimelerin genel olarak özeti: Bütün mülkün sahibi Allah celle celaluhu olduğundan, Allah celle celaluhu dilediği zaman dilediğine hak ettiklerinden dolayı servet, iktidar, güç, zafer, izzet, üstünlük verir. Dilediği zaman da dilediği topluluktan hak etmediklerinden dolayı serveti, iktidarı, izzeti çekip alır. Dilediği zaman İslam’la hayat bulması gereken topluluğu diriltir, dilediği zaman da hak etmediklerinden dolayı topluluktan İslam’ı çekip alarak öldürür. Çünkü İslam varsa insan için hayat vardır; İslam yoksa insan ölüdür.

Son olarak diyoruz ki, her şahıs, her cemiyet, her taife hak olan İslam dâvası için gayretlerini ve çabalarını artırıp ümitle yoluna devam etmelidir. Allah muhakkak vaadini yerine getirecektir ve Allah’ın vaadi, nurunu tamamlamasıdır. Allah’ın nurunu tamamlaması, İslam’ın girmediği evin kalmamasıdır. Bu gerçek bugün bizden çok uzak olmadığı gibi ciddi fedakârlıklarında yapılmasını gerektirir. Rabbimiz bizleri nurunu tamamlamada koşturduğu kullarından eylesin, zafer İslam’ındır.