Allah’ın Hüküm Koyma Vasfı

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2025 Mart / 148. Sayı

Müslümanların inanç esaslarının en önemli hususlarından bir tanesi de hâkimiyetin yalnızca yüce Allah’a has olmasıdır. Nitekim yüce Rabbimiz: “Hüküm ancak Allah’ındır.” (En’am,57) ve “O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” (Kehf,26) buyurmaktadır. Öyleyse bizlere düşen O’nun hükmüne boyun eğmek ve hükümranlığında O’na hiçbir kimseyi ortak tutmamaktır. Müslüman ve Mü’min olan bir kimse için bundan başka bir yol yoktur. Çünkü yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nur,51).

Hâkimiyetin Yüce Allah’a ait olduğu ve bu hususta O’nun ortağının olmadığı konusu bütün Müslümanlar tarafından dinde zarureten (zaruri olarak, kesin olarak) bilinen bir husustur. “…Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz…” (Kasas, 70 Ayrıca Bkz. Kasas,88)

Diğer taraftan beşerden hiçbirinin koyduğu hükmün Yüce Allah’ın koyduğu hükümden bırakın üstün olmasını, O’na denk olması bile düşünülemez. Çünkü beşer aklı aciz ve eksiktir. Kendi lehine ve aleyhine olan şeyleri gereği gibi takdir edemez. Nitekim o, karşısına çıkan hususlara kendine görünen tarafından bakarken, ileriye dönük olarak meseleleri takdir etmekten aciz kalır. Bugün güzel gördüğünü yarın beğenmemek, bugün zevk aldığı şeylerden yarın nefret etmek gibi huy ve davranışlar sergiler. Kendisine karşı bile yer yer tutarsız davranır. Meseleleri tartarken yeri gelir nefsini ve maslahatlarını önceller. Nasları ve adâlet terazisini şaşırır. Bazen duygusal davranarak hakikate ters ve zıt kararlar alabilir. Nerede, nasıl davranacağı kestirilemeyen hal ve hareketler sergiler.

Diğer taraftan şöyle bir soru akla gelir. Acaba kimin aklı veya kimlerin akılları esas alınacaktır? Akıl seviyesi en üstün olan insanlar tespit edilerek onların akılları mı tercih edilecek? Tecrübe sahibi olanlar mı tercih edilecek? Çok okuyan ve çok bilenler mi? Çok yetenekli olanlar mı? Gücü elinde tutan hâkim çevreler mi? Onlara karşı çıkan ve ezilenlerin hakkını savunup zalim gördüklerine karşı baş kaldıran zayıf ve mustazaf kesim mi? Ahmet mi Mehmet mi? George mi Vilademir mi? Bunun yanı sıra yönetimde kendini tek başına her meselede mutlak hâkim gören krallar ve onlardan devam edegelen soyları mı? Yoksa diğer insanlar tarafından kendilerini temsil maksadıyla seçilerek belirlenen ve diğerleri adına onlar adına (onlara danışmadan!) kararlar alan belirli sayıdaki seçilmiş insanlar mı?.. Bunu daha da devam ettirmek mümkündür. Bu zikrettiğimiz kişilerden hangisini seçersek seçelim diğerlerinin kızgınlığını ve öfkesini kazanacağımız muhakkaktır. Birileri razı olurken diğerlerinin de razı olması maalesef hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Çünkü dünyanın yaratıldığı andan itibaren Habil ve Kabil mücadelesi ile ihtilaflar başlamış hak ve batıl savaşı devam etmiştir. Günümüzde bâtıllar olabildiğince çoğalmış, her biri kendini hak olmaktan ziyade “ehak” yani “en doğru” görür olmuştur. Onlar için kendi dünya görüşünün yanında başka bir düşüncenin bulunması tahammül edilemez olmuştur. Sadece bununla da kalınmamış farklı düşünceler daha henüz eyleme dönüşmese bile çok tehlikeli ve yok edici görülerek imha operasyonlarına maruz bırakılmıştır. Bunlardan en fazla darbe yiyen düşünce sistemi ise her zaman ve her yerde İslami düşünce olmuştur. Çünkü şeytan ve avanesi için bâtılın farklı versiyonlarının üstün gelmesi pek de sorun teşkil etmez. Nasılsa batıl, batıldır. Hakka ulaştırmadıktan sonra nereye gittiği pek de mühim değildir. Ancak mesele hak boyutuna geldiğinde güçleri yettiği takdirde olanca gayret ve güçleri ile hakkı yok etmekten geri durmazlar. “…Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler…” (Bakara,217) “…Onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür…” (Âl-i İmran,118)

Bütün bunları idrak ettikten sonra bizim için şu netice ortaya çıkmaktadır ki bizler için yüce yaratıcımız olan Allahu Teâlâ’dan daha iyi hüküm verebilecek kimse yoktur. Çünkü o bizi yarattığı gibi neye veya nelere ihtiyaç duyacağımızı da en iyi bilendir. Bizi bizden daha iyi tanıyandır. Nelerin bizlere fayda vereceğini, nelerin de zarar vereceğini ilim sıfatı gereği daha meydana gelmeden önce dahi en iyi şekilde bilendir. İşlerin akıbetlerini öncesinde bilip takdir edendir. İyi veya kötü görünen şeylerin gerçek yüzünü ve mahiyetini daha ezelden beri bilendir. Yarattığı varlığı bizzat o varlığın kendisinden bile daha iyi tanıyan ve ona göre hükümler ve kurallar belirleyen, hükmü mutlak ve sorgulanamaz olan, isabetli ve en doğru hükümler veren bir ilahtır. “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Mülk, 14)

Bizler için O’nun gibi bir ilahı bırakıp aciz mahlûklara yönelmek ne kadar da garip ve akıl almaz bir durumdur. Oysa mutlak hâkim varken güçsüz ve acizlere yönelmek şaşkınlık uyandıran akıl dışı bir haldir. Rabbimiz bu gerçeği bizlere şöyle bildirmektedir.

“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinme! Yoksa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın.” (İsra, 22)

“Peki, darda kalan kendisine yalvardığı zaman imdadına yetişen, sıkıntısını gideren ve sizi yeryüzünün yöneticileri yapan kim? Allah’tan başka bir ilah mı? Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz!” (Neml, 62)

“Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” (Maide, 50)

Diğer taraftan aklen dahi düşünüldüğünde inkârı mümkün olamayan bu husus karşısında diretmek ve kabullenmemek olsa olsa şeytanlaşmış veya şeytanın esareti altına girmiş yaratıkların tavırları olsa gerek. Kendisine şah damarından daha yakın olan ve daha ilk andan itibaren şeytana karşı ona dikkatli olmasını tavsiye eden, daima onu hakka ve hakikate yönlendiren, ona cennetler hazırlayan bir Rabbi varken O’nu bırakıp da kendisi gibi beşer olan bir varlığa tâbi olan insanın âkıbeti uçurumlardan yuvarlanarak helak olmaktan başkası olabilir mi? Hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğramaktan kurtaracak başka bir şey umulabilir mi? Ne yazık ki insanoğlundan Allah’ı inkâr eden veya kendini O’na denk gören bazı varlıklar hâşâ Yüce Allah ile bir yarışa girerek kendilerini hüküm bakımından O’ndan üstün görüyorlar. Dünyanın tasarrufunun kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlar. Allah’ı şayet kabul ediyor olsalar bile O’na sadece göklerin tasarrufunu reva görerek (bu da şu an için aciz kaldıklarından olsa gerek) yeryüzünün hâkimiyetinden O’nu men etmeye çalışıyorlar. Oysa onlara böyle bir serbestlik verilmiş değildir. Onların yeryüzünü idare etmeye dair bir muhayyerlikleri asla yoktur. Yüce Rabbimiz şöyle buyurarak onların bu iddialarına meydan okumaktadır.

 “Yoksa sizin bir kitabınız var da (bu verdiğiniz bâtıl hükümleri) ondan mı okuyorsunuz? Onda (o kitapta), “Beğendiğiniz (istediğiniz) her şey sizindir” diye mi yazılı? Yoksa “Ne hükmederseniz mutlaka sizindir” diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var? Sor onlara: “Onların hangisi bu (iddianın doğruluğu)na kefildir?” Yoksa ortakları mı var onların? Sözlerinde doğru iseler, hadi getirsinler ortaklarını!” (Kalem, 37-41)

İşte bundan hemen sonra da şu hususun bilinmesi ve teslim olunması bir mümin için gayet önemlidir.

“O ki, gökte de yerde de tek ve gerçek ilahtır. O her şeyi yerli yerince yapan ve her şeyi bilendir.” (Zuhruf, 84)

Allah’a iman ettiğini ikrar eden bir Müslümanın Allah’ın hükmünden başkası ile yönetmesi ve yönetilmesi düşünülemez. Hüküm hususunda ona verilen tek izin Allah’ın dinini temsil makamında olan halifelik yoluyla O’nun emirleri doğrultusunda ve O’nun adına hüküm vermektir. Rabbimiz bu gerçeği de şu şekilde bildirmektedir.

“Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” (Araf, 54)

“O halde insanlar arasında adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.” (Sa’d, 26)

“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma. Çünkü onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda vermezler. Doğrusu zalimler birbirlerinin dostlarıdır; Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.” (Casiye, 18-19)

Şu hususun da asla unutulmaması gerekir: Hâkimiyete dair yanlış teviller ve düşünceler neticesinde beyan edilecek hiçbir mazeret kıyamet gününde fayda vermeyecektir.

 “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler. Yahut “Daha önce babalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?” dememeniz için (böyle yaptık).” (Araf, 172-173)

“Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 40)

Bunun yanı sıra Allah azze ve celle’nin göndermiş olduğu elçilere Nebi ve Rasûllere tabi olmamak için onların insan olma vasfını öne çıkararak “Allah bize bir melek göndermeli değil miydi ya” diye konuşan kişiler Allah’ı temsil makamında olacak bir kişinin mutlaka insanüstü bir varlık olmasını da arzu etmişlerdir.

“Onlar ayrıca “O’na bizim de görebileceğimiz bir melek gönderilmeli değil miydi?” dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik, her şeyin hükmü verilip yeryüzünde yok edilmeleri gerçekleşmiş olurdu da onların tevbe etmeleri de beklenmez, hiçbir fırsat da tanınmazdı.” (En’am, 8)

 “Dediler ki: “O’na Rabbi tarafından bambaşka bir delil (mucize) indirilseydi ya!” (Onlara) de ki: “Şüphesiz Allah başka bir delil (mucize) indirmeye kâdirdir.” Fakat onların çoğu (inanmayınca başlarına gelecekleri) bilmezler.” (En’am, 37)

“Muhakkak ki biz bu Kur’an’da insanlara (gerçekleri anlatmak için) her türlü misali denedik. Yine de insanların çoğu inkârcılıkta direndikçe direndiler. Dediler ki: “Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe yahut altından bir evin olmadıkça ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz. İnsanlara doğruluk rehberi geldiği zaman, inanmalarına engel olan, sadece: “Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi?” demiş olmalarıdır.” (İsra, 89-94)

Böyle garip taleplerde bulunan ve inkârda direten bu cahiliye zihniyeti ne gariptir ki kendilerini yönetmek için seçtikleri kendi cinslerinden bir varlıktan her nedense buna benzer taleplerde bulunmayı akıllarına getirmemişler, onları yönetici olarak seçerken insanüstü şeyleri onlardan talep etmemişlerdir. Oysa Rasûllere iman etmemelerinin gerekçesi olarak onların kendileri gibi bir beşer olmasını ve kendilerine denk olan bir beşere tabi olanları akıbetlerinin hiçbir zaman hayır olmayacağını da altını çizerek vurguluyorlardı.

“Kavminden inkâr eden, ahiret buluşmasını yalanlayan ve kendilerine dünya hayatında bolluk, refah vermiş olduğumuz ileri gelenler dediler ki: “Bu sizin gibi bir insandan başka bir şey değil. Sizin yediğinizden yiyor ve sizin içtiğinizden içiyor. “Andolsun, kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz mutlaka ziyana uğrarsınız.” (Muminun, 33-34)

“Hayat, bu dünya hayatından ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Biz tekrar diriltilecek değiliz. “Bu, sadece Allah’a karşı yalan uyduranın biridir. Biz ona inanmayız.” (Muminun, 37-38)

Nebilerden ve Rasûllerden risâlete dair türlü türlü deliller isteyen, onlardan mucizeler göstermelerini talep eden hatta Allah azze ve celle’den bizzat bunu işitmek isteyen bu garip mahlûklar beşerî sistemlere talip olan ve kendileri gibi beşer olan insanlardan üstünlüklerini ispat edecek delilleri ne hikmetse hiçbir zaman talep etmemişlerdir. İmana karşı kör ve sağır kesilenler küfre kucak açarak süratle ona koşmakta bir beis görmemişlerdir.

İslam’ın Toplumsal Olaylara Çözüm Sunması

Oysa insan hakikatte İslam’ın ne kadar büyük bir nimet olduğunu farkedebilseydi!.. Onun sadece dünyasına değil ahiretine dahi fayda verdiğini bir anlayabilseydi bu yüce nimeti kaybetmemek için varını yoğunu feda etmekten bir an olsun bile çekinmezdi. Çünkü Allahu Teâlâ’nın kendisinden razı olacağı tek din İslam’dır.

“…Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım; sizin için din olarak İslam’dan razı oldum…” (Maide, 3) 

İslam, insanoğlunun her iki âlemde de tek kurtuluş yoludur. Ahirete inanan bir kimse için müslüman olmaktan ve İslam’a teslim olmaktan başka bir çare yoktur. Allah’ın dinine uygun bir hayat yaşamanın maddi ve manevi faydaları her açıdan çok net olarak ferd ve toplum üzerinde görülür. Tarihin sayfalarına göz attığımızda vahyin nazil olduğu ve İslam’ın uygulandığı ilk dönemde yani saadet asrı dediğimiz o mübarek dönemde Allah’ın hükümlerinin tatbik edildiği yerlere rahmetinin sağanak sağanak indiğini, izzet ve zaferin peş peşe geldiğini çok net bir şekilde görmekteyiz. İslam’ın hâkim olduğu yerlerde medeniyetin zirvesi yaşanırken, İslam’ın bulunmadığı yerlerde halklarının fakir, zayıf, mazlum, çaresiz olduklarını medeniyet, sosyal yaşam, gelişim, refah ve benzeri her açıdan en alt seviyelerde bulunduklarını müşahede ederiz. İslam’dan önce hiçbir adâlet esası bulunmayan toplumların İslam’la zirve noktalara ulaştıklarını, emniyet ve istikrarın sağlandığını, dünyada refah ve mutluluğu elde ettiklerini görürüz. Nitekim bu Rabbimizin hükümlerine tabi olanlara olan bir vaadidir.

“Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur’an’ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yerlerdi (yeraltı ve yerüstü servetlerinden istifade ederek refah içinde yaşarlardı).” (Maide, 66) 

İslam’ın hâkim olduğu yerlerdeki suç oranlarının diğer yerlere nazaran daha az oluşu, İlahi hüküm ve kuralların insanı suç işlemeye karşı frenlediğini, suça giden yolları gereği gibi tıkadığını da gözler önüne sermektedir. Diğer taraftan İslam’ın olduğu yerlerde zamanla eğitilen ve şer’i hususlara vakıf olan toplumlar suç ve yasaklardan zoraki ve ceza korkusuyla değil de imani ve itikadi inanışları sebebiyle canı gönülden uzak durmuşlar, hiçbir kimsenin kendilerini görmediği yerlerde bile “Allah görür” düsturuyla günahlardan uzak durmuşlar “Allahu yera” (Allah görür) düsturunu da gerek yüzüklerine nakşederek gerekse de hat şeklinde yazarak devamlı görecekleri yerlere asmak suretiyle gündemlerinde tutmuşlardır.

İslam’ın hâkim olduğu yerlerdeki huzur ve istikrar ortamı hiçbir yerde bulunmaz. Sebebi ise en başta oranın Allah’ın rızasına uygun bir yer olmasıdır. Allah’ın rızasına uygun olan her bir işin akıbeti ise her zaman hayırdır. Oradan asla şer umulmaz. Şerri arzu edenlere karşı İslam her zaman yolları tıkamış ve onların bu gayrı meşru isteklerini gerçekleştirmelerine hiçbir zaman fırsat vermemiştir. İşte bu sebeple de bu türden kişiler ya hallerini ıslah ederek düzelmişler veya toplum içinde tazir ve tedip edilmişler ya da orası ile alakalarını gerek cezalandırılarak sürgün edilmek veya buralarda suç işleme fırsatı bulamadıkları için başka diyarlara göçüp gitmek suretiyle İslam toplumundan uzaklaşmak mecburiyetinde kalmışlardır. Bu seçeneklerden birini tercih etmeyenler ve toplumu ifsat etmekte direnenlere ise hak ettikleri cezalar tatbik edilmek suretiyle şerleri defedilmiştir.

İnsanlığın bugün muhtaç olduğu huzur ve saadet ortamı ancak İslam ile mümkündür. İslam’dan başka hiçbir yerde bu aranan istikrar ve huzur ortamı bulunamayacaktır. İslam’ın yeryüzünden kaldırılmak istendiği 16. asırdan itibaren insanlık hangi sistemi denese de bir türlü aradığı huzur ve refahı bulamamıştır. Türlü türlü “İzm”lerin hiçbiri ihtiyacı giderememiştir. İnsanlara huzur ve emniyeti tesis edememiştir. Onların refah ve istikrarına bir fayda sağlamamıştır. Buna mukabil gün geçtikçe insanlığa daha büyük zararlar vermiştir. Beşerî sistemlerin hangisi denense, hiçbiri yaraya merhem olamamıştır. Şifa vermek bir yana acıyı bir süre olsa dahi dindirememiştir. Yarayı azdırdıkça azdırmış ve neticede kangrene çevirmiştir. Şimdi ise insanlık bu uzuvlarını birer birer feda ederek kalan parçalarıyla bir yaşam savaşı içinde bulunmaktadır. Kurtuluş ve çözüm yolunun ne olduğunu bilseler de, nefislerinde taşıdıkları Hak nizamın, Allah’ın dininden başkası olamayacağı gerçeğini bir türlü dilleri ile ikrar edemiyorlar. Zaman zaman bunu idrak etseler bile tıpkı Mekke dönemindeki kâfirlerin İslam’ın hakikatini bildikleri gibi, onun ahengine yer yer kendilerini kaptırmalarına rağmen gerek çıkarları gerek kendilerini diğer kişilere karşı üstün görmeleri gerek makam ve mevkileri gerek dünyevi diğer maslahatları sebebiyle bir türlü ikrar etmeye yanaşmıyorlar. 

Şunu unutmamalıyız ki, hayatta huzur ve refahın kaynağı onu var edenin izni ve iradesi iledir. Bu da ancak İslam’a teslim olup Hak olan yaratıcıya boyun eğmek ve O’nun nizamını tatbik etmekle mümkündür. Bunun dışında başka yollarla huzur ve refah arayanlar beyhude bir uğraşın içinde çabalamakta, neticesi asla gerçekleşmeyecek boş hayallerin peşinde yorulmaktadırlar. Bugün beşeriyet şayet huzur ve istikrar, emniyet ve barış, refah ve mutluluk ve daha nice güzel şeyler istiyorsa, bu takdirde İslam’a dönmekten ve kendisinden istenilen kulluğa göre yaşamaktan başka hiçbir çaresi yoktur. Çünkü kalpleri teskin edip mutmain kılacak olan Allah’ın zikri ve O’na yapılan kulluktur.

“Onlar inanmışlar, kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur.” (Ra’d, 28)  

Selam ve dua ile…