Kapak Dosya – Ömer Ergül / 2015 Mayıs / 30. Sayı
Şer’î naslar, farklı veçhelerden kategorize edilmektedir. Bu farklı yönleri dolayısıyla müsâvî olmaları imkân dâhilinde değildir. En basitinden naslar, itikâd, muâmelât ve ahlâka müteallik olmak üzere üç kısma ayrılabilir. Bunlar da kendi aralarında bölümlere ayrılırlar ve birbirlerinden farklı mülahaza edilirler. Kabir hayatına dair konumuz gereği, onun üst şemsiyesi olan itikâd kategorisi de kendi içerisinde -klasik eserler göz önüne alındığında usûlü’s-selâse diye adlandırılan- üç kısma ayrıldığı görülecektir. Bunlar, ilâhiyyât, nübüvvât ve sem’iyyât bahisleri olarak adlandırılırlar. Bu tasnife göre kabir konusu da sem’iyyât bahislerinde ele alınan bir konudur. Çünkü sem’iyyât konuları tamamen sahih nakle dayanan bir alandır. Bu açıdan da baktığımızda itikâdî meseleleri, aklın müdâhil olduğu ya da sırf nakle dayalı ve aklın bir fonksiyonunun olmadığı iki alan olarak ele almış oluyoruz. Yani bu alan daha çok gayba dair bilgilerin işlendiği bir alandır. Dolayısıyla itikâd alanı, aklın bir nas olmaksızın şu veya bu şekilde olmalı ya da olmamalı diye kendiliğinden bir yargıda bulunamayacağı bir sahadır.
Böyle bir girişten sonra kabir meselesinin naslar içerisinde nerde durduğunu görmüş olduk. Şimdi de nasların karşısında ümmetin durumunu ele alırsak iki şekilde gruplandırma yapabiliriz. Naslar karşısında ümmet ya ittifak ya da ihtilâf halindedir. İttifak edilen mesele sayısı ihtilâf edilenlere nazaran oldukça azdır. Ancak kabir meselesi, açık Kur’ânî bir delile dayanmamasına rağmen Hâricîler, bir kısmı hariç Mûtezîle ve yine bir kısım Şiî anlayışın tersine Ehl-i Sünnet’in büyük oranda fikir birliği ettiği bir konudur.
Böylesine üzerinde uzlaşma sağlanmış bir meselenin son zamanlarda tartışmaya açıldığına, kitaplar yazıldığına ve imkânsızlığı konusunda konuşmalar yapıldığına şahit olmaktayız. Hiç de yabana atılamayacak argümanlara dayanan, yani ilk bakışta okuyucuyu veya dinleyiciyi haklı olduğu kanaatine sevk eden bu mesele aslında çok önemli bir kısım fikri inhiraflara dayanmaktadır.
Şimdi biz burada kabir hayatı ve ona müteallik olan inançlara dair olumsuz görüşlerin bir kısmına yer vereceğiz. Sonra da bu görüşler hakkında bir değerlendirmede bulunup, naslara bakış açımızla ilgili olarak bir iki noktayı vurgulayıp yazımızı sonlandıracağız.
Kabir hayatı diye bir hayatın Kur’ânî bir temele oturmaması, rivayet kaynaklı olması genel kabulü ekseninde kabir hayatı inancının tenkid edildiği iki eserden birisi Prof. Dr. Mehmet Okuyan’ın Kur’ân’a Göre Kabir Azabı ve diğeri de Prof. Dr. İbrahim Sarmış’ın Rivayetler ve Yorumlarla Akaid Oluşturmak ve Kabir Azabı ismini taşıyan eseridir. İki eserde de benzer gerekçeler ile konuya yaklaşılmıştır. Biz daha derli toplu olması hasebiyle Okuyan’ın eserinde yer alan gerekçelerden öne çıkanları burada inceleyeceğiz:
Okuyan, genel hatlarıyla ifade etmek gerekirse temelde şu delillere dayanarak kabir hayatının varlığını inkâr etmektedir: Öncelikle kabir hayatı beşerin bilgi sahasının dışında kalan bir alana aittir. Yani gaybî bir meseledir. Binaen aleyh Kur’an’ı incelediğimizde de gayba ait bilginin Allah’a münhâsır olduğu bildirilmektedir. Gaybına da kimseyi ortak etmediği buyrulmaktadır. Ancak Cin Sûresi 26 ve 27. ayetlerde ifade edilen istisnaya göre Allah Teâlâ, gayba dair ilmini dilediği elçilerine bildirmektedir. Okuyan’ın kanaatine göre burada bildirilen gayba dair bilgi Kur’an vahyinden ibarettir. Dolayısıyla Kur’an dışında gayba dair bilgiler kimden ve ne suretle gelirse gelsin üzerine i’tikâdın inşa edilemeyeceği bir takım rivayetlerdir.
Onun ikinci delili, Kur’an dikkatli bir şekilde okunduğunda karşımıza sadece iki âleme dair bilgi verildiği çıkmaktadır: Dünya ve Ahiret âlemi. Kabir hayatı veya berzah âlemi gibi bir üçüncü hayattan söz edilmemektedir. Şehitlerin durumu ise özel bir durum olarak vurgulanılmaktadır.
Üçüncüsü ise, her gün defalarca tekrarladığımız Fatiha Suresinde Allah Teâlâ’yı “Mâliki yevmi’d-dîn” olarak yani “Din gününün sahibi” olarak anarız. Eğer kabirde de bir sorgu ve hesap olsaydı “Din günlerinin sahibi” olarak adlandırmamız gerekecekti. Dolayısıyla hesabın görüleceği yer ahirettir, kabir değildir.
Dördüncüsü, asırlar önce ölen bir insana yapılan muâmele ile kıyamete yakın ölen bir insana yapılan muâmelenin zamansal uyumsuzluğu yani eşitsizliği dolayısıyla adaletsizliğin ortaya çıkacağı düşüncesi.
Diğer delilleri ise; Kur’ân’da ahiret sorgulamasına dair yer alan ifadelerdeki önderlerin hazır bulunması, şahitlerin yer alması, suçluların geri dönme talepleri gibi şeylerin mevcut olmaması, rivayetlerde yer alan bir takım akla ve Kur’ân nassına uygun düşmeyen ifadeler, Şeytan’ın ve büyük günah işleyenlerin ceza görmesine dair bir şey yer almamasına rağmen küçük günah sahiplerinin uyarılmış olmaları gibi gerekçelerden oluşmaktadır. (1)
Şimdi birinci meseleyi detaylıca ele almak gerektiğine inanıyoruz. Çünkü bugün tartışmalı birçok meselenin temelinde insanların zihinlerindeki peygamber imajının farklı farklı olması yatmaktadır. Bu meselede işin dayandığı nokta, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem gaybı bilebilir mi? Eğer Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem gayba dair bir bilgiye sahipse bu bilgi verilen bir bilgi mi yoksa onun kesbi ile mi olan bir şeydir? Ne kadar bir malumata sahiptir, yani Hz. Peygamber’in sallallahu aleyhi vesellem gayba ait bilgisinin çerçevesi nedir? İşte tüm bu sorulara verilen yanıtlar aslında bu ve buna benzer meselelerde nerede duracağımızı da netleştiren temel sorulardır.
Birçok âyet-i kerîmede bizzat Hz. Peygamber’in sallallahu aleyhi vesellem ağzından kendisinin de bir insan olduğu, gaybı bilmediği, kendisine zarar ve fayda sağlamakta sınırsız bir kudrete sahip olmadığı anlatılmaktadır. Ancak Cin Sûresi 26 ve 27. âyetlerde Allah Teâlâ tarafından, seçtiği elçilerine de gayba dair bilgilerin verildiği bildirilmektedir. Dolayısıyla gayba dair bilgi resullere Allah tarafından verilir, yani kesbî değil, vehbîdir. Birçok olayda vahiy indirilmesini bekleyen Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem, Allah’ın bildirdiği kadar bir mâlûmata sahiptir. Ancak Okuyan, O’na sallallahu aleyhi vesellem bildirilen haberleri Kur’ân ile sınırlı tutmaktadır. Dolayısıyla rivayetlerle bugüne ulaşan bilgilerin böyle bir meselede bir hükmünün olamayacağını vurgular. Rivayetlerin zan ifade ettiğini, sübût itibari ile daha kesin olan, mütevatir olarak nakledilmiş Kur’an’a arz ile bu rivayetlerin doğru olup olmayacağına karar verebileceğimizi söyler. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Kur’ân’a muhalif bir şey söylemez demektedir. Rivayetlerin en önemli mi’yârı Kur’ân’dır. Kur’ân’a baktığımızda ne üçüncü bir âlemden, ne münker ve nekirden, ne kabir sorgusu, azap ve nimeti ne de bunlara dair bir şeyden bahsedilir. Kur’ân’a hadislerin arzı meselesinde izini takip ettiği kişi olarak İmam Ebû Hanîfe’nin ismini ve uygulamasını zikretmektedir.(2) Şöyle ki İmam Ebû Hanîfe, “Zina eden müminin, başından gömleğinin çıkarılması gibi imanı da çıkarılır” (3) hadisini Kur’an’daki zina eden kadın ve erkekten imanın alınmadığını delil göstererek bu rivayeti sorunlu bulur. O böyle bir gerekçe ile bir rivayeti kabul etmemenin Hz. Peygamber’i sallallahu aleyhi vesellem yalanlamak/reddetmek olmadığını, bilakis reddedilenin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem değil bu sözü nakleden râvi olduğunu açıklar. Okuyan da rivayetleri değerlendirirken bu tavrı kendine örnek aldığını, meseleleri Kur’an’a arz ettiğini söylemektedir.
İmam Ebû Hanîfe’nin, daha henüz hadislerin toplanmasının gerçekleşmediği, hadislerin ayıklanmasının tamamlanmadığı bir zamanda bir yöntem olarak seçtiği bu tavrı benimseyebilir, kendi zamanının şartları gereği yerinde ve olması gereken bir uygulama olduğuna kanaat getirebiliriz. Ancak şunu da iyi bilmeliyiz ki böyle bir yöntemi kullanan Ebû Hanîfe’nin kabir hayatına dair düşünceleri gayet berraktır.
el-Fıkhu’l-Ekber isimli eserinde kabir hayatının ruh ve beden ortaklığında olacağını, (4) el-Vasiyye adlı eserinde de hakkında hadis olması hasebiyle Münker ve Nekir’in suallerinin hak ve vâki olduğunu söylemektedir. Kur’ân’dan kabir azabına dair getirdiği iki delilin de açık olduğunu, te’vîl ve tefsirinin de tenzîli gibi olduğu gerekçesiyle bir kimsenin “ben ayeti değil yapılan te’vili ve tefsirini kabul etmiyorum” şeklindeki yaklaşımının onu küfre sürükleyeceğini söyler. (5)
Ayrıca Ebû Hanîfe’nin bu uygulaması, hadislerin Kur’ân’a aykırı göründüğü her durumda onları red yoluna gittiği anlamına gelmez. Ebû Hanîfe’ye göre Sünnet müstakil bir kaynaktır ve bazı durumlarda Kur’an’ın mücmelini beyan edebilir. Kendisi, bu durum söz konusu olduğunda da o haberi kabul etmektedir6. Yalnız bugün kimilerine göre sünnetin fonksiyonu sadece Kur’an ile aynılığından ibarettir: Müstakil bir kaynak değildir.
Hz. Peygamber’in sallallahu aleyhi vesellem, Kur’an dışında da vahiy aldığı bir gerçektir. Bu gerçekliğin en önemli delili ise; temel ibadetler hususunda tevatüren gelen birçok uygulama var ki bunlar Kur’ân içerisinde yer almamasına rağmen bugüne kadar ulaşmıştır. Ve bu da bize göstermektedir ki Kur’an dışı vahiy de vardır. Ancak bu hususta da hadis ve sünnet ayrımı gibi bir ayrıma gidilmek suretiyle işin içerisinden çıkılmaya çalışıldığı göze çarpmaktadır. Sünnet, tarih boyunca tabakadan tabakaya aktarılarak gelmiş, toplumda yer etmiş, yerleşmiş genel uygulamalardır. Bunun dışında kalan ve kişilerin kendi şahit oldukları ya da duydukları şeyleri de kendi ifadeleri ve hatırlayabildikleri kadar aktardıkları rivayetlere de hadis denmektedir. Buna göre hadisler genellikle mütevatir olmaz. Mütevatir olma hususu kişi sayısı ile alakalı bir durum değildir. Dolayısıyla hadisler genel itibariyle ahad rivayetlerdir ve i’tikadda delil olamazlar. Ancak böyle bir yorum yeni bir takım söylemlerdendir. Hem aklî hem de naklî olarak şunu söyleyebiliriz: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Kur’ân dışında gayba dair bilgi almıştır. Aklî olarak denilebilir ki; Kur’ân dışında vahiy aldığı sabit olan bir elçinin bu bilgileri içerisinde gayb bilgisinin de olması mümkündür. Naklî delil olarak ise şunları belirtebiliriz; Bedir Savaşı öncesi Mekke’nin ileri gelen müşrik liderlerinin öldürüleceği bildirilmiş ve dediği gibi de olmuştur. Yine İstanbul’un fethi de böyle bir ahad hadis ile sabit olmuş gaybî bilgidir. Ümmet’in fırkalara ayrılacağı, Ammâr b. Yâsir’in şehid edileceğinin bildirilmesi de gayba dair Hz. Peygamber’den bize ahad olarak gelen rivayetlerine örnektir. (7)
Kur’ân’da dünya ve ahiret dışında üçüncü bir hayattan bahsedilmediğini söylemekle kabir hayatını yok saymak pek ucuz bir durum gibi gözükmektedir. Talha Hakan Alp’in şu ifadeleri “Kabir hayatı” dediğimizde üçüncü bir hayattan bahsetmediğimizi açıkça ortaya koymaktadır; “Ahiret hayatı dendiğinde biri umûmî diğeri husûsî olmak üzere iki âlem akla gelir. Umûmî anlamıyla ahiret hayatı bu dünya hayatına gözlerimizi yummakla başlar. Ruhun bedenden ayrılması ahirete atılan ilk adım olduğundan ardından dirilişe kadar sürecek olan kabir hayatı ahirete dâhildir. Buna göre başlıca iki hayat vardır; dünya hayatı ve ahiret hayatı…”(8)
Yine ileri sürülen üçüncü iddiayı da; kabir hayatının, ahiret hayatının ilk durağı olduğu, dolayısıyla aralarında bir ayrım kabul etmediğimizde birden fazla hesap günlerinden bahsedilmiş olması anlamına gelmeyeceği şeklinde düşünürsek bertaraf etmiş oluruz.
Eğer kabir hayatı diye bir hayattan söz edecek olursak farklı zaman dilimlerinde ölen insanların kıyamete kadar geçen sürede azap ve nimetlerinde bir eşitsizlik durumu ortaya çıkar ki bu da adaletsizliğin olduğu vehmine yol açar şeklindeki dördüncü iddia da çokça duyduğumuz bir inkâr sebebidir. Ancak unutulmamalı ki kabir dediğimiz yer artık bu dünya ile bağların koptuğu bir alandır. Dolayısıyla bu dünyaya ait olan zaman kavramı gibi şeylerin hükmünün de bir nevi rafa kalkabileceği bir alandır. Kalkabileceği diyoruz çünkü gaybî meselelerde her daim nassa dayanmak ve yorumlarda ise mutlak ifadelerden kaçınmak gerekir. Okuyan, her ne kadar böyle bir gerekçe ile kabir hayatına karşı çıksa da kendisi de ölümden sonra ruhların durumuna dair getirdiği izahta böyle bir çıkmaza sürüklenmiştir. Okuyan, ölüm esnasında ruhların melek tarafından alınırken müminlere hoşluk ile kafirler ve mücrimlere de sertlik ile muamele edileceğine dair ayetleri delil göstererek ruhların ya mutluluk ya da sıkıntı duyacağını söylemiştir. Ayrıca kıyamete kadar geçen sürede de iyilerin ruhlarının gidecekleri yerlere dair malumatları sebebiyle sevinçli bir bekleyiş içerisinde olacağı, şâkilerin ruhlarının da tam aksi bir halde olacağını da söylemiştir. (9) Böyle bir durumda da ölüm anları farklı zamanlara tekabül ettiği için ruhların kıyamete kadar duydukları sürûr ve sıkıntılar da eşit olmayacaktır. Tamamen ilâhî bilgiye dayalı bir alan olan kabir meselesi gibi konularda yapılabilecek açıklamalar da her dâim temkinli olmak gerekir.
Diğer meselelere de tek tek değinmek bu hacimde bir yazı için mümkün olmadığından iddialara cevaplarımızı burada bırakmak zorunda kalıyoruz. Ancak burada şunu da belirtmek gerekir ki, Ebû Hanîfe, Ebû’l-Hasan el-Eş’ari, Ömer Nesefî, Nûreddîn Sâbûni, Gazzâlî, Taftazânî, İbn Teymiyye, İbn Kayyım el-Cevziyye ve Suyûtî gibi birçok önemli âlim ruh meal ceset kabir hayatının gerçekleşeceğine dair ittifak halindedirler. İbn Hazm, sadece ruh ile ilişkilendirse de, Mutezile’den Kâdı Abdulcebbâr da sûra ilk üfürülme ile ikincisi arasında olacağına dair kanaatlere sahip olsalar da kabir hayatını kabul etmektedirler. (10)
Kabir hayatı hakkında böylesine bir fikir birliği içersinde olan âlimler sadece hadis rivayetlerine değil Ku’rân ayetine de dayanmaktadırlar. Bu ayetler her ne kadar zahiri olarak bir kabir hayatından söz etmeseler de zımmî olarak bir işaret taşırlar. Bir kısım rivayetlerde de bu ayetlerin de yer aldığı göze çarpmaktadır.
Şimdi hadis rivayetlerine yaklaşımda birkaç hususa dikkat çekip yazımıza son vermek istiyoruz. Ehl-i Sünnet’in naslara yaklaşımına dair Said Abdüllatif Fûde şunları söylemektedir;
“Nassın dindeki sübutu hususunda şüphe olmadığı ve aklen ya da naklen kesin olan bir hususa muhalif olmadığından emin olunduğu durumlarda mûteber özel bir delilin bulunması dışında- nassın zahirinden sarf etmek batıl, onunla amel etmek de vacip olur. Dinde varid olan husus, aklen caiz olup ne aklî ne de naklî verilere muhalif olmadığı sürece, aslolan onu olduğu gibi kabul etmektir. Ahiret ahvaline dair olan hususlar da böyledir.” (11)
Yazımızı tamamlarken eksik bir alan kalmaması adına şu meselelere değinilmesi yerinde olacaktır: İnanç ile alakalı meseleler sübutu kat’i naslara dayanmalıdır. Örneğin İbn Teymiyye ve Gazzâli’nin kabir ahvaline dair delil olarak sundukları “bir kısım insana malum olduğuna göre” gibi ifadelerle i’tikadi bir konu temellendirilmemelidir. Bu ehl-i keşf olarak adlandırılan insanların duyduğu, hissettiği şeyler üzerine i’tikad bina edilemez. Diğer bir mesele de; i’tikadi alanda ahad rivayetlere dayanmayı uygun görmeyen kimselerin, hadislerin Kur’ân’a arzı meselesinde yine bir ahad hadisi delil getirmeleri ki zayıf olma ihtimali yüksek olan bir rivayet- çok ciddi tutarsızlığın/çelişkinin göstergesidir.
Sonuç olarak ifade etmeliyiz ki Allah Teâlâ’nın sürekli gözetimi altında olan, vahiy aracılığı ile O’nunla her daim bağlantıda kalan bir Peygamber’in sallallahu aleyhi vesellem gayba dair bilgisini sadece Kur’an ile sınırlamak ki buna dair de elde tek bir delil bile yok- bir ön kabul sonucu varılan netice olarak görülmektedir. Sahih, sübutu kat’i nasları birbirleri ile çatıştırmak yerine uzlaştırmaya çalışmak icap eder. Aksi halde eğer naslar sabit ise Allah ile Peygamberi’nin sallallahu aleyhi vesellem arası açılmış ve karşı karşıya getirilmiş olunur.
————————-
1. Okuyan, Mehmet, Kur’an’a Göre Kabir Azabı, Düşün Yayıncılık, İstanbul 2014, s.422-472.
2. Ebû Hanifenin uygulaması için bkz. İmam A’zam Ebû Hanife, el-Âlim ve’l-Müteallim, tercüme: Mustafa Öz, İstanbul 2013, s.23-24.
3. Ebû Dâvûd, Sünne, 15; Tirmizî, İmân, 11.
4. el-Vasiyye
5.Beyazîzade Ahmed Efendi, İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin İtikadî Görüşleri, çeviri: İlyas Çelebi, İFAV, İstanbul 2010, s.150-151.
6. Heyet, Sünnet Karşıtlarına Kur’an-ı Kerim ve Hadisler Işığında Reddiyer, İrfan Vakfı yayınları, s.26-29.
7. Köktaş, Yavuz, Tüm yönleriyle Akaid Hadisleri, İFAV, İstanbul 2013, s.427-446.
8. Alp, Talha Hakan, “Ahiret Hayatının Mahiyeti Haşr-ı Cismanî Meselesi”, Rıhle Dergisi, İstanbul 2010, IX, 15.
9. Okuyan, Mehmet, a.g.e., s.114-115.
10. Okuyan, Mehmet, a.g.e., s.175-210.
11. Fûde, Said Abdüllatif, “Ahiret Ahvalinden Bahseden Hadisleri Nasıl Anlamalıyız?” Rıhle Dergisi, İstanbul 2010, IX, 83.