Ali Ulvi Kurucu

Önderlerimiz – Cihan Malay / 2015 Ocak / 26. Sayı

50 Yıl Rasulullah’ın Komşusu Olmuş Kişi: Ali Ulvi Kurucu (1922-2002)

Hayatı

3 mart 1922 yılında Konya’da doğdu. Kendisine Ali Ulvi kurucu denmesini şu şekilde anlatır: “Babaannem adımı Ali diye koymuştu. Konya’da Ali Ulvi diye bir mağaza vardı. Ben de adıma Ulvi ismini de ekleyerek on altı yaşından sonra ismimi “Ali Ulvi” diye yazmaya başladım. Soyadı Kanunu çıkınca önce amcam ”Korucu” olsun “din korucusu” manasına demişler ama “Korucu” soyadını başka aile alınca öyleyse “kurucu deyin, tesis eden manasına olsun” demişler.

Babam Konya’nın meşhur alimi Hoca Veyis’in oğlu olup, askerliğini I. Dünya Savaşı’ndan sonra Milli Mücadele döneminde yapmış, imam olduğundan askere tekrar almamışlar.

İlkokulu kendi memleketimde okudum. Okula iki ay gittikten sonra 1928 yılında “Harf inkılabı” oldu ve latince okumaya başladık. Hatta o sene yazın bile okuma gönderme zorunluluğu getirdiler.

Dedem Beni Okuldan Alıyor

Dedem bir gün okulumuzun önünden geçerken bahçedeki çocuklara bakmış. Kız-erkek, beşinci sınıf öğrencileri kadın-erkek karışık öğretmenleriyle voleybol oynuyorlar…

Eve geldiğimde dedem okulda hangi dersleri aldığımızı sordu, ben de ona saydım. Dedem, dersleriniz arasında “Kur’an dersi yok mu?” diye sorunca, ben “olmadığını” söyledim. Bunun üzerine dedem babama gördüğü ve duyduklarını anlattı. Babam beni okuldan alarak “hafızlığa” yazdırdı.

Babamın İnsanlara Kur’an Öğretmedeki Gayreti

Babam sabah namazından sonra Kur’an öğrenmek isteyen çocuklara Kur’an dersi verirdi. Cami cemaatine de şöyle derdi: “Madem okullarda din dersi verilmiyor, Kur’an öğrenmiyorlar. Sabahları çocuklarınızı gönderin, okul saatine kadar onları okutayım. Kur’an, iman bu yaşta öğrenilir.” derdi.

Baskılar artınca sabah namazından önce ders vermeye başlamıştı.

Yine böyle baskının olduğu bir gün sabah namazından önce devriye gezen jandarma babamın ders okuttuğu öğrencilerin ellerinde Kur’an görünce hemen babamı tutuklamıştı. Babam ne yaptıysa ellerinden kurtulamadı. Babamın aleyhine zabıt tuttu…

Babamın Medresesi Basılıyor

Babam mederesede ders verirken bir gün jandarma baskın yapar ve ihbar olduğunu söyler. Babam da ona şu güzel cevabı verir: “Yahu köylerde fahişe kadınları getirip oynatırlar, buna şikayet yok da memleketin çocuklarını okutuyorum, suçlu gibi medresemi basıyorsunuz.” dedi.

Menemen Olayından Sonra

Menemen olayından sonra “kendilerinden şüphe edilen hocaların evleri aranacak” diye bir şayia çıktı. Bunun üzerine babam ve amcam “hangi kitapları saklayalım?” diye konuşunca dedem onlara şu sözü söyledi: “Kur’an-ı Kerim, Allah’ın zikrinin yasaklandığı bir zamanda kütüphanede hangi kitap kalır!”

Babamın Kızgınlığı

Babam bir gün şöyle dedi: “Biz savaştan galip çıktık, bağımsızlığımızı ilan ettik. Bu millet Yunan ile ne için savaştı? Belki dinimizi, ezanımızı, kıyafetimizi değiştirir diye savaşmadık mı? Bunun hepsini sen yaptıktan sonra sen daha gavursun yahu!”

Türkçe Ezan ve Kamet

Ezan 1932 Temmuz ayından itibaren Türkçe okunmaya başlandı.

“Tanrı uludur, tanrı uludur. Şüphesiz bilirim bildiririm, Tanrıdan başka yoktur tapacak. Şüphesiz bilirim bildiririm, Tanrının elçisidir Muhammed… Haydin namaza, haydin namaza; haydin felaha, haydin felaha. Tanrı uludur, tanrı uludur. Tanrıdan başka yoktur tapacak.”

Kametteki “Kad kameti’s salah” yerine “namaz başladı” , Sabah namazındaki “Es Salatu hayrun mine’n nevm” kısmını “namaz uykudan hayırlıdır” diye okutuluyordu.

Bu yüzden dedemin camisinde mecburen öğle ve ikindi ezanları cami içinde okunurdu.

Müslümanların Bir Eksiği: Danışarak İş Yapmamak

Dedem, amcam ve babam birbirleriyle istişare etmeye çok dikkat ve riayet ederdi.  Babam en küçük kardeş olmasına rağmen görüşleri dinlenirdi.

Ama bugün bakıyorum da İslam’a hizmet çalışmalarında istişare hususundaki ihmallerin çok büyük hata ve zararlara yol açtığını büyük üzüntü ile görüyorum.

Dedem ve Amcamın Misali: ”Peygamber Varisleri”

Dedem ve amcamı şuna benzetiyorum: “… Kitap okunmak ve amel edilmek, bir reçete ise uygulanmak için yazılır. Kütüphaneler dolusu kitap veya dolaplar dolusu reçete olsa, kullanılmadıktan, verip faydalanmadıktan sonra neye yarar? Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem “Alimler, peygamberlerin varisleridir, mirasçılarıdır” buyurmuştur. Burada alimlere; “Ey alimler! Sizden beklenen peygamberlerin yaptığı gibi halkı ikaz ve irşad etmeniz, onlarla yakından; gayret ve samimiyetle meşgul olmanızdır.”

Dedem, amcam ve babamda bunu açıkca gördüm.

Babam; ”Hicret, Hicret…” Diyor

Babam böyle olayların devam etmesi üzerine 1935 yılından 1939 yılına kadar devamlı olarak: “Hicret, hicret… Ben sizi okutacağım. İnsan evladına(dini ilimleri) okutamazmış… Medreseleri kapatanların kapıları kapansın…” derdi.

Hocam, Sırat Köprüsünü Şeriata Benzetiyor

Hocamız bir gün akaid dersi anlatırken bize sırat köprüsünü anlattı ve şöyle dedi: “Çocuklar! Sırat köprüsünün aynısı dünyada vardır. Kıldan ince, kılıçtan keskin… O, “şeriattır” dedi. Dünyada şeriatın ahkamını hakkıyla yaşamak, kıldan ince kılıçtan keskin bir iştir. Şeriatte nefse değil, hakka teslim olmak vardır. Hayatta en zor şey benliğini, şehvetini, arzu ve isteklerini hakka teslim edebilmek; her işini hakka uygun işlemektir. Peygamber bunun için gelmiş, kitaplar ve şeriatler bunun için inmiştir. Şeriat, hakka teslim olmak demektir. İnsanı insan eden şeriattır…”

Fatih Camii Zincire Vurulmuş

Hicret için İstanbul’da pasaport beklerken bir sıkıntı oldu. O günü İstanbul’da geçirdik. Dedem ile Fatih Camii’ni ziyaret için geldiğimizde kilitli olduğunu görünce dedem çok hüzünlendi ve şöyle dedi: “Yahu zincir suçlulara, canilere vurulur. Acaba Fatih’in suçu nedir? İstanbul gibi bir beldeyi aldı ve şimdi yaptırdığı camiiye zincir nasıl vurulur? Acaba böyle bir felaket hangi milletin başına gelmiştir?

İlk Hicret: İstanbul’dan Mekke’ye, Mekke’den Kahire’deki Ezher’e

Yıl 1937… Bir gün babamın arkadaşı Vanlı Murad Hoca, babama şöyle dedi: “Bu memlekette insan evladını dahi okutamıyorsa, bunun için mahkum ediliyorsa civar memleketlere gitmeli”... dedi ve sonrasında şu sözleri söyledi: “Melekler gelecekler. Yahu! Yeryüzü geniş değil miydi de, böyle oturup kaldınız, bir yere yapışıp kaldınız; niye muhacir olmadınız! Allah’ın arzı geniş değil miydi? “ diye soracaklar, o zaman ne cevap vereceksiniz?”

Yıl 1939…  İlk hicrete çıkıyoruz. İlk hicret yerimiz Mekke oldu. Uzunca bir yolculuktan sonra Mekke’ye varıyoruz. Burada haccımızı yaptık. Babam, annem ve kardeşlerimle Mekke’de hac ettikten sonra ailem Medine’ye gitti. Ben ilim okumak için Kahire’ye gittim.

Genç Yaşında Muhacirlik Madalyası

Biz Mekke’de iken Medine’de bulunan Zekai Hoca bana mektup yazmıştı ve hitap ederken “genç yaşında muhacirlik madalyasını göğsüne takmak şerefine eren” diye bir hitapla başladı. Bunu hiç unutamam.

Ezher Yolunda

Medine’de bulunduğum sıralarda Ali Rıza Efendi’nin oğlu Mustafa Runyun Medine’ye geldi. Kendisi iki senedir Ezher’de okuyordu. Yanımda Mısır’ı ve Ezher’i övmeye başladı. Ben o gün meseleyi babama açtım. 1940 yılı Şubat ayında Ezher’e yazılmak için yola çıktım.

Polis Merkezinde

O dönem savaş dolayısıyla Mısır’a vize alınamıyordu. Ben de bir tanıdığım yoluyla yola çıktım. Süveyş’te yakalandım ve Polis merkezinde bir gün tutuldum. Bu duruma çok üzüldüm ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Mustafa Runyun elinde izin kağıdı ile geldi ve serbest bıraktılar.

Balkanlarda Ezherli Alimler Asıldı

Ezher’de okuduğum sıralarda Ali Yakup Bey bir gün bana şunları anlattı: “Balkanlar ve Avrupa’da Hristiyanlar, Osmanlı’nın uyguladığı İslami uygulamalardan aşırı rahatsız oldular. Osmanlı’nın yıkılışından sonrada ellerine geçecek fırsat kolladılar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Yugoslavya’da 500 bin Müslüman kılıçtan geçirildi.  Almanlar Üsküp bölgesinden çekildikten sonra Yugoslavya lideri Komünist Tito, Ezher’den gelen arkadaşlarımızı idam etti. Naaşlarını yedi gün caddede dar ağacında bıraktı. Bunlardan birisi de Şuayb diye bir arkadaşımızdı…”

Mustafa Sabri: “Sen Şair Olacaksın”

Kahire Üniversitesi’nde Türkçe divan kitapları vardı. Yaz tatillerinde erkenden kalkar, 5 km’lik yolu yürüyerek oraya giderdim.  Divanları okurdum. Mustafa Runyun beni Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’ye şikayet etti. Ben de yazdığım bir şiiri ona gösterdiğimde şiirimi beğendi bana; “Bu davaya şiirlerinle hizmet edeceksin. Sen şair olacaksın.” dedi.  Allah razı olsun çok müsamahakar bir insandı.

Hac Hakkında Bir Gerçek: Şeytan Hicaz’da Ölmemiştir

Babam hac hakkında şöyle derdi:“Ey oğlum! Hac farizasını eda etmek için yola çıkan kimse için cidal, mücadele, münakaşa, kavga, döğüş yasak kılınmıştır. Şimdi sen hem ihrama girmiş, kefenlenmiş, ahiret yolculuğuna çıkmış insanın bir de kavgası, dövüşü mü olur dersen, cevabı şudur ki; Şeytan Hicaz da ne ölmüş ne de emekliye ayrılmıştır. Dolayısıyla hacının bu gerçeği böyle bilmesi ve ona göre hareket etmesi gerekir.

Vaktiyle hacca kervanlarla altı ayda gidilip gelinen devirlerde, öyle şeyler duyardık ki, şaşırırdık. Pilav yerlerken, kaşığın büyüğünü sen aldın diye birbiriyle kavga edenler olurmuş. Binaenaleyh oralara gitmek iyidir ama sabredip nefsine hakim olmak zordur.”

Ama Burada Diriler Bekliyor

Bir keresinde Eğinli Hacı Hafız Efendi Kur’an merasimine davet olunmuş. O gece sabaha karşı Hocaefendi’nin altı yaşındaki küçük oğlu vefat etmiş. İcazet merasimi öğleden önce yapılacak. Hoca hanımına ”Çocuğun üzerini örtün, ben geleceğim inşallah” diyerek evden çıkmış.

Hoca merasimi bitirip dua ettikten sonra müsade ister. Ev sahibi yemek yeneceğini söylese de hoca izin ister. Çok ısrar edince “Çocuğunun vefat ettiğini” söyler. Bu durum karşısında hocaya şaşırırlar. Bunun üzerine şöyle der: “Cenaze benim oğlumdur, bekler. Bir kişidir. Ama burada diriler bekliyor… Bunca sene Medine-i Münevvere’de, Peygamber-i Zişan’a komşuluk yapmış Eğinli Hafız’da sözünde durmasa, kimler sözünde durur? …”

En Büyük Nimet İslam’dır

Bir gün Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi ile yemek yerken bana şöyle dedi:  “Hangi nimete şükretsek bilmem. Şükredecek o kadar çok nimet var ki. Ama bütün nimetlerin üzerinde, bence nimetlerin nimeti İslam nimetidir. Bu nimetin bereketi, kuvveti ile bakın sizler üç, beş, on senedir ana babanızdan, memleketinizden uzak yaşıyorsunuz. Bir günden bir güne halinizden şikayet ettiğinizi görmedim…”

Kadınların İsteyecekleri En Mühim Hak Kaldı

Yine bir gün el Ahram Gazetesi’nde kadınların hürriyet istedikleri haberini okudum.O zamanlar her tarafta kadın özgürlüğü diye bir şey tutturulmuş konuşuluyordu. Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’ye bu meseleyi sorduğumda şöyle dedi:  “Kadınların isteyecekleri en mühim bir hak kaldı, onu muhakkak istemeliler… O da kadınların şunu söylemesidir: “Biz artık çocuk doğurmayacağız! Bundan sonra o işi erkekler yapsın! Bir insan dinden, ilahi hakikatlerden uzaklaşırsa tabiata, fıtrata, yaratılışa da hepsine de karşı gelir…”

Bir Bektaşi’ye Cevabım

Mısır’ın “Kal’a” tepesinde bir “Bektaşi Tekkesi” vardı. Bektaşiler, Mevlid ve hatim için toplandığımız zamanlar yanımızda durur, namaz vakti girince kaybolup giderlerdi. Hem de içki içiyorlardı. Ben de onlara şöyle dedim: “Yahu Bektaşi Efendi! Senin içinde bulunduğunu iddia ettiğin dinin peygamberi, hayranı olduğunu iddia ettiğin Hz.Ali’nin kayınpederi şöyle buyurmuştur: “İçki günahların anasıdır.”

“Ehl-i Beyt’i sevin gerisi kolay. Onların şefaati her şeyi halleder. Onların himmeti olunca namaz, oruç kişinin üzerinden kalkar mı? Ne âla, Ehl-i Beyt’in mensupları, o mübarek insanlar, hayatları boyu namaz, oruç, hac ibadetlerine sımsıkı riayet ediyorlar da, onları seçtiğini iddia edenler yan gelip yatıyor…”

Burada yatan Kaygusuz Abdal’ın türbesine gidenler çocuğunun olmasını ondan isterlerdi.  Ben bunun batıl olduğunu, dine ters olduğunu söylediğimde bana şöyle dediler: “Rızkımıza engel olma!”

Filistin Müftüsü Emin el Hüseyni ile Üzücü Bir Çanakkale Anısı

Bir gün Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’nin evinde otururken Filistin Müftüsü Emin el Hüseyni’nin I.Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’nde yaşadığı şu üzücü olayı anlattı: “Yirmi yaşında, gönüllü olarak Osmanlı ordusuna katılıp, Çanakkale Cephesi’ne geldim. Yalnız Türk zabit(rütbeli asker)lerin laubali hareketleri, namaz kılmamaları, içki sofraları kurdurmaları bana çok dokundu. Benim gibi uzaktan Kırım’dan, Dağıstan’dan, Kafkasya’da gelen gönüllüler hep şikayetçi idiler:Ne niyetle geldik, nelere şahit oluyoruz.”

Zabitlerin onda sekizi böyle idi. Bunlar savaştan da ümitli değildi. Bazıları şöyle diyorlardı: ”Bu işin içinden çıkılmaz. Kaybedersek kaybedelim. Düşmanın elindeki silah bizde yok; boş yere inat ediyoruz.”

Hasan el Benna ile Hatıralarım

İlk Tanışma

Yıl 1942, yirmi yaşındayım. Kahire’de bir gün dersten çıkmış, yurda doğru giderken yanımızdan sakallı ve sarıklı biri geçti. Mustafa Runyun, bu İhvan-ı Müslimin’in mürşidi Hasan el Benna dedi. Hasan el BennaAllahondan razı olsunbunu duyunca hemen geri döndü ve bizimle tanıştı ve sohbetine davet etti.

Hasan el Benna’nın Sohbetinde

Arkasında akşam namazı kıldım. O zamana kadar duymadığım bir huzurla namaz kıldım. Ardından minbere çıkıp ayakta konuşmaya başladı. Onun Kur’an’a vakıf oluşuna, hafız olmama rağmen hayret ettim. Sohbet esnasında dört sarıklı Ezher hocası içeride konuşulanları merak edip içeriye girince, Hasan el Benna şöyle dedi: “Kardeşlerim! Ben size senelerdir demiyor muyum ki bu mukaddes davaya Allah’tan yardım gelecek, Rabbim bizi yalnız bırakmayacak, gerek salih kullarla gerekse de melekleriyle… Bakın dualarımın birisi çıktı. Ezher ulemasından dört alim geldiler, aramıza katıldılar…”

Sohbet bittikten sonra Hasan el Benna’nın gözü bana ilişti. Bana “Hoşgeldin Ali kardeş” dedi. Hasan el Benna, hitap ederken çoğu zaman “Ahi (kardeş)” derdi. Benimle daha bir kaç gün önce tanışmıştı ve ismim ile hitap etti. Daha sonra şöyle dedi: “Bu cevherler; analarından, babalarından, vatanlarından ayrılmışlar; çalışıyorlar; memleketlerine dönüp lamba değil, güneş olup aydınlatmak, nurlandırmak istiyorlar…”

Kur’an’a o kadar vakıftı ki, sohbet esnasında Kur’an önündeymiş gibi sohbet anlatırdı.

Hasan el Benna’ya Gelen Yasak

Hasan el Benna’nın  gençler üzerindeki tesirini gören İngilizler, Amerikalılar; 1944 yılında hükümete baskı kurup  Hasan el Benna’nın konferans ve toplu sohbet vermesini engelletti.

Hasan el Benna’nın İki Özelliği

Hasan el Benna’da gördüğüm hususiyetlerden biri,daima mütevazi ve mütebessimolmasıydı. Diğer özelliği ise, gösterdiği samimi alakaidi.

Rabbimize Karşı Bir Mazeretimiz Olsun

Son haccında akşam namazından sonra konuşmaya başladık. O sırada sarıklı, cübbeli yaşlı bir zat söz istedi. Adam konuşmaya başladı: “ Allah selamet versin. Bu Şeyh Hasan el Benna’yı çocukluğundan beri tanırım… İyimser biridir… Yahu İslam ümmetinin durumu bellidir. Ölmüş, ölmüş… Sen ölmüş topraktan medet bekliyorsun…”

Hasan el Benna, yaşlı adam sözünü bitirdikten sonra tekrar mikrofunu aldı ve şu ayet üzerinden mesajlar verdi:

“Hani içlerinden bir cemâatte: “Allah’ın kendilerini helâk edici olduğu veya şiddetli bir azâb ile onları cezâlandırıcı olduğu bir kavme ne diye nasîhat ediyorsunuz?” demişti. (Nasîhat edenler ise:) “Rabbinize bir ma’zeret (beyân etmek) için, bir de umulur ki(günah işlemekten) sakınırlar diye (nasîhat ediyoruz)!” dediler.” (A’raf, 164)

Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıktığımızda, beyan edeceğimiz bir özrümüz, bir mazeretimiz olsun diye bunu yapmaktayız. Yarın huzuru İlahi’de: “Allah’ım! Biz çalıştık, çabaladık, didindik, yorulduk; ne yaptıksa elimizden bir şey gelmedi, diyebilmek için bu yorgunluğa katlanıyor, bu çabayı gösteriyoruz.” deriz.

Kendisini İslam Davasına Adayan Adam

Hasan el Benna ile beraber davet çalışmalarında bulunan Ömer Bahaeddin Emiri anlatıyor: “Hasan el Benna ile Kardeşler teşkilatının köylerde kurulacak şubeleri için seyahat ettik. Bazı köyler vardı ki vasıta ile gidilemiyor, oralara ancak eşek sırtında gidilebiliyordu. Yine merkeplere binip bir köye gittik. Üstad sanki lüks bir arabadaymış gibi neşeliydi. Vardığımız yere geldiğimizde gece olmuştu. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem;”Bir yere geceleyin habersiz, ani olarak eve gelmeyin”buyuruyor. Köylerin ısrarına rağmen misafir olmadık ve mescitte geceledik.”

Son Görüşmemiz ve Şehid Edilişi

Üstad Hasan el Benna, 1948 yılında hacca geldi. Bu onun son haccı ve son görüşmemizdi. Büyük insan, büyük mücahid bu hacdan dört ay sonra Şubat ayında, Kahire’de İslam düşmanı yerli hainlerin ve yabancıların tertip ettikleri suikast sonucunda altı kurşunla vurularak şehid edildi. Aslında yara çok büyük değildi ama kan kaybediyordu. Hainler organize olmuş; elektrikler kesilmiş süsü verildi ve doktorlar bilerek müdahale etmediler. Üstad, kan kaybından hayatını kaybetti.

Ezher’de Geçen Beş Yıl

Ezher’de beş yılım geçti ve bu süre içinde Medine’ye ailemi görmeye gelemedim. Beşince sene sonunda yıl 1945, babam vefat etti. Yalnız kalan annem ve kardeşlerimin yanına dönmek zorunda kaldım. Maddi geçimimizi sağlamak için Medine hatıralı mendiller yapıp satmaya başladım.

On Beş Sene Hatimle Teheccüd

1947 yılının Ramazan ayının son on gününde Şeyh Abdulğafur Efendi ile itikafta kaldım. Şeyh ile beraber hatimle teheccüdlere başladık. 1963 yılına kadar, on beş sene, böyle devam etti.

Cihad Ruhu

Bir gün kendisiyle otururken Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük ilmihal’i” övülünce Osman Efendi şöyle dedi:“Cihad bahsi kaçıncı sayfada?”Merhum Mahmud Bayram Hoca:“Kitabı okudum fakat cihad bahsini göremedim”deyince şöyle dedi:“Bugün cihadtan bahsetmeyen bir kitabın eksik tarafı var demektir. Herhangi bir kitapta cihadın ruhu olmalı… Cihad ruhunu kaybeden kimseler esir olur. Cihad ruhu evvela insanın nefsiyle, sonra toplumdaki İslam dışı hallerle, hurafelerle, şeriat dışı batıl gelenek, görenek ve vurdumduymazlıklarla mücadele ruhu verir. Cihad ruhunu sahip insan, etrafını aydınlatır…”

Elimin Rahatsızlığı ve Artık Yazamıyorum

Hasan en Nedvi’nin “İslam Şairi Muhammed İkbal” diye eserini Türkçe’ye tercüme ettikten sonra Mısır’ın büyük edibi Abbas Mahmud Akkad’ın “20. Asır Mütefekkirlerinin İnançları” adlı eserini tercüme ettim. Zor bir kitaptı. Bu çalışma sırasında elime bir uyuşma gelmişti. O zamandan sonra yazı yazamama neden oldu.

Menkıbe Aşığı Milletimiz

Bir gün Erzurum Müftüsü Mustafa Necati Efendi ile konuşurken bana şöyle dedi:“Oğlum, milletimiz menakıb aşığı oldu. Ayet-i kerime, hadis-i şerif okusan, manalarını versen, uyurlar… Fakat bir menkıbe, uçmuş kaçmış hadiseden bahset, herkesin gözü açılır…”

Şeyh Şamil’in Torunu ile Kafkasya’da Yaşadıkları Zulümler

Büyük komutan Şeyh Şamil’in torunu Said Şamil Bey dedesinin Mekke’ye hicretini yaşlı gözlerle şöyle anlatırdı: “Ruslar bölgemizde haraç topluyorlardı. Haracı aldıktan bir süre sonra tekrar gelip; “kadınlarınızın zinetlerini getirin” derdi. Onları aldıktan bir süre sonra tekrar gelir para isterler, verecek paramız olmadığından içimizden bazılarını alır, kireç kuyularında yakarlardı. Önce milletin önde gelenlerini öldürmeye başladılar. Altı arkadaşımla bir gece kaçma planı yaptık. Yola çıktık. Geceleyin bir nehirden geçecektik. 1O kişiydi, üçümüz dışında diğerleri yüzme bilmiyordu. Yüzmeyi bilmeyen yedisi boğulup öldüler. Bizde ilk hicretimize böyle zorlukla çıktık.”

Şapka Giymek İçin Savaşmadım

Yıl 1955… Konya’da İstanbul’a gidiyorum. Otobüste iken ikindi namazı vaktinin çıkmasına az kaldı. Şoföre durmasını rica ettim. O da duramayacağını söyleyince oradan bir adam şoföre tepki göstererek “neden durmayacakmışsın?” diye tepki gösterdi. O sırada otobüs dağı dolaşıyordu. Dağdan bir kaya düşmüş ve yolu kapatmıştı. Ben de kısa süre mola istiyordum ancak iki üç saat orada kalmak zorunda kaldık. Şoföre tepki gösteren adam ile namaz kıldık. Daha sonra muhabbet esnasında Urfalı olduğunu söyledi ve bana şunları anlattı: “Babam anlatırdı: Urfa’da Hoca Hasan Efendi adında biri vardı. İstiklal Savaşı döneminde halka camide vaaz etmiş; erkekler paltolarını, kadınlar bileziklerini orduya vermişlerdi. Daha sonraları Hoca çocuklara Arapça ve Kur’an öğretme suçuyla valiye şikayet edildi. Bunların ardından gelen Şapka kanunu için şöyle demiş: ”Ben Fransızlarla onların şapkasını giymek için mi savaştım?” dedi ve Medine’ye hicret etti.” Babam hocanın gidişinden dolayı evde günlerce ağlamıştı.”

Arkadaşım Mustafa Runyun’un Bir İtirafı

27 Mayıs 1960 darbesinde Demokrat Parti milletvekilleri Yassıada’ya hapsedilmişti. O zaman o da önce Yassıada’ya daha sonra Kayseri Cezaevi’ne gönderildi. Onunla Kayseri Cezaevi’nde şöyle bir konuşmamız geçti: “Yassıada’da arkadaşlarla konuşurken aramızdan biri şöyle dedi: ”Yahu bizi Atatürk düşmanlığıyla itham ediyorlar. Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkaran biz değil miyiz? Biz nasıl düşman sayılırız, böyle bir gerekçe ile muhakeme oluruz?”

Ben de onlara şöyle dedim: “Hala neden konuşuyoruz. Eğer bir de Allah’a ve Rasulu’ne dil uzatılmasını, dine, mukaddesata sövülmesini yasaklayan bir kanun çıkarabilseydik. Bunlar başımıza gelmezdi… İlahi adalet tecelli ediyor. Biz daha büyük cezalara müstehakız…”

İmam Hatipler Nasıl Açıldı?

Merhum Celal Ökten Hoca anlatıyor: “Memlekette 1940’lı yıllarda, halkın ağzında dolaşan bir söz vardı: “Cenazelerimizi yıkayacak imam kalmayacak!” Ama bence asıl tehlike bundan daha büyüktü. Milletin imanını, ruhunu, aklını yıkayacak hoca kalmamıştı, kalmayacaktı… Memlekette iman gidiyordu. İmam Hatipler tekrar açılması için arkadaşlarla anlaştık. O zaman Milli Eğitim Bakanı talebem Tevfik İleri idi. Ona durumu izah ettim. Talim Terbiye Kurulu o zaman masonların elindeydi. Bir ay boyunca gittim, geldim. O soğuk havalarda prostatım olmasına rağmen bütün param bitene kadar bir ay boyunca böyle devam etti. Bir ay sonra Tevfik İleri durumu başbakan Adnan Menderes’e bildirdi. İmam Hatiplerin açılması kabul edildi. Ne evlendiğim gün ne de icazet aldığım gün bu kadar sevindim.”

Sizler Benim Gerçekleşen Rüyalarımsınız

Ali Ulvi Kurucu, Türkiye’yi ziyaret ettiği günlerde yetişen imanlı nesli gördükçe kendini, “Sizler benim gerçekleşen rüyalarım, kabul olunan dualarımsınız” demekten alıkoyamazdı.

Dava Adamı Katlanır, Tahammül Eder

Bir sohbetimde şöyle demiştim: “Büyük insanların ruhları ve büyük ruhların eserleri büyük oluyor. Bu insanların davaları için çektikleri çileler, ızdıraplar sayısız ve ölçüsüzdür. Onlar gelecekte davalarına hizmet edecek, yeni ve genç imanları yetiştirmek uğruna bir çok zahmetlere katlanmışlar, bir çok münafığı idare etmek, onlara tahammül etmek zorunda kalmışlardır… Yine bu insanlar davalarını zayıflatmak için aynı yolda hizmet veren dava arkadaşlarını incitmemek için onların kırıcı söz ve davranışlarını görmemezlikten gelmeye büyük dikkat göstermişlerdir.”

Vefatı

İbrahim ve Mustafa adlı iki oğlu ve Sare adlı bir kızı olan Ali Ulvi Bey 3 Şubat 2002’de Medine’de vefat etti. Ertesi gün Mescid-i Nebevî’de kılınan namaz dan sonra Cennetü’l-Baki’ye defnedildi.

Ali Ulvi Kurucu’nun eserleri

1. Nurdan Sesler: İlk şiir kitabıdır. 1958’de yayımlanmıştır.

2. Gümüş Tül: 1961’de Nedve Yayınları’nda neşredilen şiir kitabıdır.

3. Gümüş Tül ve Alevler: Dr. Ali Kemal Belviranlı’nın gayretiyle 1970’e kadar yazdığı şiirlerini bu isimle bir araya getirmiştir.

4. Gecenin Gündüzü: Ertuğrul Düzdağ tarafından yayına hazırlanmıştır. Yazı, mülakat ve sohbetlerinden oluşmaktadır.

5. İslam Şairi Muhammed İkbal: Tercüme bir eseridir.

6. Parlayan Nur: Tercüme bir eseridir.

7. Zulmeti Yıkan Nur: Tercüme bir eseridir.

8. Bir Ömürden Sayfalar: Ali Ulvi Kurucu’dan hatıralar. Kızı Sare Kurucu tarafından hazırlanmıştır.

9. Dört ciltlik Hatıralar: Ertuğrul Düzdağ hazırlamıştır.

10. Medine İkliminden Esintiler: Ali Ulvi Kurucu’nun sohbetlerinden derlenmiş bir çalışmadır. Derleyen ve hazırlayan Ahmet Yüter’dir.

(Yazı kaleme alınırken, Mustafa Düzdağ’ın hazırladığı 4 citlik “Hatıralar” eserinden faydalanılmıştır.)