Küfür Kavramı-5

Kavramlar – Mahmut Varhan / 2024 Kasım / 144. Sayı

c) Şeriatı İnkar Etmek

İnsanoğlunun yeryüzündeki saadet ve huzuru, onu yaratıp yeryüzüne gönderen rabbine kulluk etmesine bağlıdır. Allah azze ve celle’ye kulluk etmenin keyfiyetini beyan eden şeriattır. Yüce Mevla, Hz. Adem’i halife olarak seçip yeryüzüne gönderdiğinde onunla birlikte şeriatı da gönderme lütfunda bulunmuştur. Adem aleyhisselam’ı yeryüzüne  indirdiği ilk günde şu fermanını da onunla birlikte indirmiştir:

“Onlara şöyle dedik: ’Oradan hepiniz inin! Benden size muhakkak bir rehber gelecektir.’ Kim benim gönderdiğim rehbere uyarsa artık onlara ne korku vardır ne de üzüleceklerdir. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalan sayanlara gelince onlar cehennemliklerdir ve orada devamlı kalıcıdırlar.” (Bakara, 38-39)  

Allah azze ve celle’nin bu açık uyarısına rağmen tarihi süreç içerisinde insanların çoğunluğu O’na kulluk etmeyi ve saaadet-i dareyn meyvesi veren şeriatına ittiba etmeyi terkederek, en azılı düşmanları olan iblise tabi olmuşlardır. iblis, Allah’a isyan ederek Adem’e secde etmeyi reddettiği esnada Adem’in soyunu saptırma vazifesini yüklenmiştir. Nitekim bu husus şu ayet-i kerimelerde veciz bir şekilde ifade edilmiştir:

“Onlar, Allah’ı bırakırlar da yalnız dişilere taparlar. Böylece ancak inatçı şeytana tapmış olurlar. Allah o şeytana lanet etti. Ve o da: “Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah’ın yaratışını değiştirecekler” dedi. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur” (Nisâ, 117-119)

“Şeytan dedi ki: ’(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım. Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın, Allah: ’Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!’ buyurdu.” (A’râf, 16-18)

İşte Allah’a kulluk etmeyi terk edip, yerilmiş ve kovulmuş şeytana kulluk etmeyi tercih eden insanlar ahiret saadeti ile birlikte dünyevi huzuru da kaybederek büyük bir ziyana uğramışlardır. Yeryüzü, fıtratları bozulmuş bu müfsidlerin işledikleri yüzünden fesadla dolup taşmıştır. Nitekim yüce Mevlâ, şeriata tabi olmayıp hevalarına uyan bu insanların sebep oldukları fesadı şöyle beyan etmiştir:

“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” (Rûm, 41)

İnsanoğlunun yeryüzünde huzurlu olması ve ahiret saadetini kazanması için şeriata iman/ittiba etmesi zorunludur. Zira şeriatın özeti, “Beş Temel Zaruret” olarak ifade edilen dinin, canın, ırzın, malın ve aklın korunmasıdır. Şeriata tabi olmayan, hevalarına göre hareket eden toplumlarda bu temel hakların hiçbiri güvence altında olmamıştır. Nitekim “Hürriyet, Eşitlik, Adalet” çağı olduğu iddia edilen şu modern çağda bu temel hakların hepsi zedelenmiş ve insanlık ateş çukurunun kenarına yuvarlanmıştır. İnsanlığın bu büyük felaketten kurtulmasının tek yolu, yukarıdaki ayette ifade edildiği gibi bu bozuk yoldan dönüş yapmaları ve hevalarına tabi olmayı terkedip ilahi şeriata iman/ittiba etmeleridir.

Allah azze ve celle insanlık tarihi boyunca her ümmete bir şeriat indirdiğini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “(Resûlüm!) Sana da kendisinden önceki kitapları tasdik edici ve onları denetleyici olarak bu kitabı hak ile indirdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen bu gerçeği bırakıp da onların isteklerine uyma. Her birinize bir şeriat ve bir yol yöntem verdik. Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat size verdikleriyle sizi denemek istedi. Öyleyse hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Allah size hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.” (Maide, 48)

Yine Allah azze ve celle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem vasıtasıyla bu ümmete de bir şeriat indirdiğini beyan ederek şöyle buyurmuştur: “Sonra da seni o emir hakkında (din husûsunda) bir şeriat (bir yol ve usûl) üzerinde kıldık. Artık (sen) ona tâbi’ ol ve bilmeyenlerin (nefsânî) arzularına uyma!”(Casiye, 18) Bu iki ayet-i kerimeden açıkça anlaşıldığı üzere şeriat, Allah tarafından indirilen dinin adıdır. Dolayısıyla Kur’an’ı Kerim’in her bir ayeti ve sünnet-i seniyye’de sabit olan her bir hadis şeriatın bir bölümüdür. Şeriata iman etmek, Hz. Peygamber’den sadır olduğu bilinen/sabit olan bütün dini hükümleri tasdik/kabul etmekle gerçekleşir. Rasûlullah’tan sabit olan herhangi bir şeyi inkâr etmek, onu tekzib etmek manasına geldiği için küfürdür. Bu, Şeriatı inkâr etmek konusunda genel kaidedir.       

Bu girişten sonra şeriata iman esasını bozan ve küfre sokan birtakım sebepleri maddeler halinde arzedelim:

1) Şeriatın Tümünü İnkâr Etmek:

Allah’ın şeriatını inkâr ederek beşerî sistemlere tabi olanların küfre saptıklarında şüphe yoktur. Günümüzde komünizm, kapitalizm, laiklik, demokrasi, ateizm ve deizm gibi beşerî sistem ve fikir akımlarını kabul edenlerin, şeriatı inkâr ederek kafir oldukları muhakkaktır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de sayısız ayet-i kerimelerde açık bir şekilde ifade edilmiştir. Bu ayetlerden birkaçının meali şöyledir:  

“Yoksa Cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği kesin olarak bilip kabul eden kimseler için Allah’tan daha güzel hüküm sahibi kim olabilir?” (Maide, 50)

“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, derin bir sapıklığa düşmüş olur” (Nisa, 136)

“Hâlbuki onlara (o müşriklere): ’Allah’ın indirdiğine tâbi’ olun!’ denildiği zaman: ’Hayır! (Biz) atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey (ler)e tâbi’ oluruz!’ dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdirmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler idiyseler! (Yine de onlara mı tâbi’ olacaklar?)” (Bakara, 170)

2) Şeriatın Bir Kısmını İnkâr Etmek:

Bazı insanlar da dinin bir kısmını kabul etmekle birlikte sadece bazı bölümlerini reddetmektedirler. Bunlar dinin inanç, ibadet ve ahlak bölümlerini kabul ettiklerini iddia etmekle birlikte dinin kamu hayatını ilgilendiren hukuk sistemini inkâr etmektedirler. Bunun küfür olduğunda şüphe yoktur; zira Allah’ın şeriatından olduğu zarureten/kesin olarak sabit olan herhangi bir şeyi inkâr etmek, şeriatın tümünü inkâr etmek gibi olup küfürdür. Allah azze ve celle bunun küfür olduğunu şu ayet-i kerimede açık bir şekilde bildirmiştir:   

“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bu şekilde davranan birinin dünya hayatındaki cezası ancak rezil rüsvâ olmaktır; kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine itilirler. Allah sizin yapmakta olduğunuzdan habersiz değildir. İşte onlar, âhiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.”(Bakara, 85-86)

Yine Allah Teâlâ, peygamberler arasında ayrım gözetip bir kısmına inanarak diğerlerini inkâr edenlerin gerçek kafirler olduklarını beyan ederek şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz ki Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak (Allah’a inanıp, peygamberlerini inkâr etmek)isteyenler ve: ’(Biz, peygamberlerden) bir kısmına îmân eder, bir kısmını inkâr ederiz’ diyenler ve bunun (îmân ile küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu, işte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Kâfirler için ise (pek) aşağılayıcı bir azab hazırladık!” (Nisa, 150-151)burada asıl vurgulanmak istenen şey, dinin bir bütün olduğudur. Dinin bir kısmını inkâr ederek bir bölümünü kabul etmeye kalkışmak, tıpkı Allah’ı kabul etmekle birlikte peygamberleri inkâr etmek veya peygamberlerden bazılarını kabul etmekle birlikte diğer bazılarını inkâr etmek gibi olup küfür olduğunda şüphe yoktur.

3) Şeriatı Yürürlükten kaldırıp, Onun Yerine Başka Bir Hukuk Sistemini Uygulamak

Günümüzde İslam aleminin çoğunluğunda ilâhi nizam olan şeriat hukuku ya bütün olarak veya kısmen yürürlükten kaldırılmış olup, onun yerine batıdan ithal edilen veya parlamenterlerin heveslerine uyarak koydukları kanunlar uygulanmaktadır. Bu vakıanın da küfür olduğunda şüphe yoktur.  Hâfız İbni Kesir, Müslüman olduklarını iddia etmekle birlikte ataları Cengiz Han’ın koymuş olduğu yasayı uygulamaktan vazgeçemeyen Moğolların küfründe icma olduğunu söylemiştir.

İbni Kesir, “Yoksa Cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği kesin olarak bilip kabul eden kimseler için Allah’tan daha güzel hüküm sahibi kim olabilir?” (Maide, 50)ayet-i kerimesinin tefsirinde şöyle demiştir:

Bütün hayırları ihtiva eden, bütün kötülükleri yasaklayan, uydurma heves ve arzulara meyilden alıkoyan Allah’ın hükmünün dışına çıkanları Hak Teâlâ reddediyor. Kulların, sapıklık ve cehaletlerine dayanarak kendi elleriyle koydukları ve Allah’ın şeriatına dayanmayan câhiliyye hükümlerini reddediyor. Bu dalaletleri; kendi görüş ve hevesleri sonucu ortaya çıkardıklarını bildiriyor. Söz gelimi Tatarların, Cengiz Han diye bilinen krallarından alınma krallık buyrukları vardır ve bununla hüküm verirler. Nitekim bu yasayı onlara kral koymuştur. Bu yasalar Yahûdî, Hıristiyan ve İslâm dinine mensûb muhtelif milletlerden iktibas yoluyla tanzim edilmiş kanunlar bütünüdür. Ancak bu yasalar içerisinden birçoğu, Cengiz Han’ın mücerred görüş ve heveslerinden ibarettir. O bunu, çocukları için izlenen bir hüküm haline getirmiştir ki; onlar, Allah’ın kitabından ve Rasûlullah’ın sünnetinden önce bu yasaya uyarlar. Onlardan böyle davrananlar kâfirdir, öldürülmeleri vâcibtir. Az veya çok hiçbir konuda Allah’tan başkasının hükmüne müracaat edilemez. Allah’ın şeriatına inanıp yakîn ve bilgi sahibi olanlar; Allah’ın hüküm verenlerin en iyisi olduğunu, mahlûkatına karşı annenin çocuğuna merhametinden daha merhametli davrandığını bilirler. Zîrâ Allah Teâlâ; her şeyi bilendir, her şeye kadir olandır, her şeyde âdil olandır.[1]

İslam alemindeki bu felaketi müşahede eden Hasan Karakaya Hoca da İslam hukukunu yürürlükten kaldırıp batı hukukunu yürürlüğe koyanlar hakkında yazdığı uzun makalesinin başında şöyle demektedir: “Egemenlik ile kanun koyma yetkisi arasında güçlü bir bağlantı vardır. Herhangi bir ülke veya bölgeye hâkim olduğu kabul edilen güç, o bölgenin hayat sistemini belirler ve bu sistem de yasa olarak kabul edilir. Cahilî toplumlarda, hâkimiyetin insanlara ait olduğu düşüncesi egemen olduğundan, kişilerin yaşam sistemlerini belirleyen kanunları ya bir diktatör tağut ya da halkın temsilcileri sayılan parlamenter tağutlar tayin ederler.

İslâm’da ise kanun koyma yetkisi sadece Allah Teâlâ’ya aittir. Çünkü İslâm hukuku, dinî bir hukuktur ve ilahî vahye dayanır. Bu dine göre, hâkimiyet (egemenlik) kayıtsız şartsız Allah’ındır. Egemenlik Allah’ın dışında herhangi bir yaratığa ne tümüyle ne de kısmen devredilebilir. Bu husus İslâm’da ittifak konusudur. Bütün Müslümanlar, gerçekte hâkimiyetin yalnız Allah’a ait olduğu ve Allah’ın dışında herhangi aciz bir yaratığın Allah’a has olan bu sıfata sahip olmadığı, bu itibarla kanun koyma yetkisinin de yalnız Allah’a ait olduğu hususunda icma etmişlerdir. Bu mesele Kur’ân’da açık ve net bir şekilde zikredilmektedir. Konuları veciz bir şekilde ifade eden Kur’ân, bu meselenin önemine binaen üç âyetinde “Hüküm, ancak Allah’ındır”(En’âm, 57; Yusuf, 40-67) buyurmuştur. İki âyetinde de“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların heva ve heveslerine uyma. Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. Eğer Allah’ın hükmünden yüz çevirirlerse, bil ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak ister. Muhakkak ki, insanların çoğu fasıktır. Yoksa onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak bilen bir topluluk için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim vardır?” (Mâide, 49-50) buyurmuştur. Ayrıca üç âyette de “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”(Mâide, 44) “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Mâide, 45) “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fasıkların ta kendileridir”[2]buyurulmuştur.

Zaten İslâm hukukunda hükümler tarif edilirken egemenliğin ve dolayısıyla hüküm (kanun) koyma yetkisinin yalnız Allah’a ait olduğu vurgulanarak, şer’î hükümler şöyle tarif edilmektedir: “Şer’î hükümler, Allah Teâlâ’nın, yükümlünün fiil ve davranışlarını, yapılması veya terk edilmesi gerekli olan fiilleri, yapılıp yapılmaması serbest bırakılan fiilleri, sebep veya şart ya da engelle irtibatlandırılan fiilleri vasıflandırmasıdır.”

Evet, yükümlü olan kullar, kendileri için neyin gerekli, neyin gereksiz, neyin serbest ve neyin yasak olduğuna karar veremezler. Buna karar verecek merci, onları yaratan, denetimi altında bulunduran, bütün ihtiyaçlarını karşılayan, annelerinden daha merhametli davranan ve kendilerine şah damarlarından daha yakın olan yüce Allah’tır. Kulların hayat sistemlerini belirlemek Allah’a aittir. Bu, akşam verdiği karardan sabahleyin dönebilecek kadar tutarsız olan, beşerî hırs, kin ve arzularından uzak olamayan aciz insanın hakkı ve yetkisi değildir. İslâm’ın simgesi olan “La ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah” kelime-i tevhidinin “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” kısmı, hüküm koymanın Allah’a ait olduğunu, kulluğun yalnız Allah’a yapılacağını, boyun eğmenin sadece ona olacağını ifade etmektedir. “Muhammed O’nun peygamberidir” bölümü ise, Allah’a kulluğun yapılma şeklinin Peygamber’den öğrenilmesi gerektiğini beyan etmektedir. Bu nedenle, İslâmî bir topluluk “egemenliğin yalnız Allah’a ait olduğunu ve her hususta Allah’a boyun eğileceğini” baştan kabullenen topluluktur. Zaten “İslâm” kelimesi, teslim olmak ve verilen ilahî emre boyun eğmek anlamına gelmektedir. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” vecizesi de bunu ifade etmektedir.

Görüldüğü gibi kişi itikadında, ibadetinde ve hayat sisteminde Allah’ın mutlak hâkimiyetini ve yalnız O’na boyun eğileceğini kabul etmek zorundadır. Binaenaleyh;

a. İnancında Allah’ın tek ilah olduğuna inanmayan, başka bir kısım eşya veya zatların da uluhiyette payları bulunduğuna inanan bir insan, “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” ifadesini dolaylı da olsa reddettiği için Müslüman değildir. O ya bir kâfir ya da bir müşriktir. “Şüphesiz ’Allah üç ilahın üçüncüsüdür’ diyenler kâfir oldular. Hâlbuki tek bir ilahtan başka ilah yoktur.” (Mâide, 73) “Allah dedi ki: İki ilah edinmeyin. Şüphesiz ki O, bir tek ilahtır.”(Nahl, 51) “Sizin ilahınız tek bir ilahtır, O’ndan başka ilah yoktur.”(Bakara, 163) “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, her ikisi de fesada uğrarlardı. Arş’ın Rabbi olan Allah onların sıfatlandırmalarından uzaktır.”(Enbiyâ, 11)

b. Yine ibadetini yalnız Allah’a yapmayan, ibadette herhangi bir şeye veya zata pay vermeye çalışan kişi, Allah’a ortak koşma durumuna düştüğü için Müslümanlık dairesinin dışına çıkar. O ya bir müşrik ya da bir münafıktır. En hafifiyle gösteriş yapan ve yaptığı ibadetten hiçbir fayda göremeyen bir riyakârdır. “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim.”[3]

c. Hayat sistemini, Allah’ın bizlere Peygamberi aracılığıyla öğrettiği ilahî nizamdan (İslâm Şeriatından) almayan kişi, Allah’a boyun eğmiş ve Müslüman olmuş sayılmaz. Böyle bir insan ya cahilî bir hayat yaşayan kâfir ve zalimdir ya da en hafifinden Allah’ın nizamından ayrılan bir fasık ve asidir. “Yoksa onların Allah’ın kendilerine izin vermediği bir dini kendilerine meşru kılan ortakları mı var?”(Şûrâ, 21)

Ne yazık ki günümüzde, nüfus sayımlarına ve hüviyet kayıtlarına göre Müslüman sayılan milletlerin oluşturdukları topluluklar, ilahî nizam olan İslâm’dan hayat sistemi olarak tamamen kopmuşlardır. Bu gibi topluluklar, İslâmî değil, cahilî topluluklardır. Bunların İslâmî topluluk sayılmamaları, inançlarında Allah’tan başka ilah olduğuna inanmalarından veya ibadetlerini Allah’la birlikte başka ilahlara yapmalarından ziyade, İslâm’ı hayat sistemi olarak kabul etmemelerindendir. Çünkü bunlar, ulûhiyetin en özgün sıfatlarından biri olan “egemenliği” Allah’tan koparıp kanun koyan parlamenterlere ve onları seçen avam halka verirler. Bunların hukuk sistemlerini, kanunlarını, değer ölçülerini, davranış biçimlerini ve bütün yaşantı sistemlerini, seçip millet meclisine gönderdikleri aciz kullar belirlerler.

Bu cahilî topluluklardan bazıları o kadar ileri gitmiştir ki, açıkça laik olduklarını ve dinin kendilerini bağlamadığını söyleme ve tescil etme cesaretini kendilerinde bulmuşlardır. Müslüman olanları aldatmak için de yeri geldiğinde Müslüman kesilmiş, “ezan, bayrak” sloganları atmış ve mitinglerde Kur’ân-ı Kerîm’i temiz olmayan elleriyle tutmaya ve necis ağızlarıyla öpmeye kalkışmışlardır.

İslâmî görünümlü bu cahilî topluluklardan bazıları ise, “devletin resmî dininin İslâm olduğunu” anayasalarının ilk maddesi olarak yazmışlar ve dine saygılı olduklarını iddia etmişlerdir. Fakat fiiliyatta İslâm nizamını yürürlükten kaldırmışlar, yerine ya heva ve heveslerinden kaynaklanan düşüncelerini ya da Frenklerin hukukunu koymuşlardır. Artık bunların İslâm’la ne alakaları vardır?

İslâm bu gibi toplulukların Müslüman toplum olmalarını reddeder ve bunlara “cahilî topluluklar” damgasını vurur. Bu gibi toplulukları yönetenlere “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” (Mâide, 44) diye seslenir. Bu yöneticilere kendi iradeleriyle boyun eğenlere de “Sana indirilene ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Onlar tağutun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Hâlbuki o tağutu inkâr etmekle emrolunmuşlardı.” (Nisâ, 60) “Rabbine yemin olsun ki, aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan, tamamen boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar” (Nisâ, 65) diye seslenmektedir.

Bu naslar karşısında İslâm’da egemenliğin kime ait olduğunu anlamamak mümkün değildir. Hangi aklıselim sahibi kabul eder ki, Allah Teâlâ, bütün kâinatın yaratıcısı, sahip ve idare edeni olsun, insanları yeryüzünü imar ettirmek için orada halifeler olarak yaratsın ve onlara sadece kendisinin emirlerine uymalarını, başka varlıkları dinlememelerini emretsin; bununla birlikte egemenlik, halife olarak gönderdiği insanlara ait olsun. Böyle çarpık bir mantığı, ancak Allah’ın varlığına, kâinatı yarattığına ve bütün yaratıkları sevk ve idare ettiğine inanmayan kâfirler kabullenebilir. Allah’ın varlığına, birliğine, mülkün sahibi olduğuna ve bu mülkü sevk ve idare eden tek güç olduğuna inanan aklıselim sahibi insanlar ise, yoktan var etmede, kâinatı sevk ve idarede egemenlik ve hâkimiyetin sadece Allah’a ait olmasında olduğu gibi; yeryüzünde halifeler olarak yarattığı insanların hayat sistemlerinin nasıl olacağını belirtmede de egemenliğin yalnızca Allah’a ait olduğuna iman ederler ve O’nun gönderdiği ilahî nizamla sevk ve idare edilmek isterler. Nitekim Kur’ân bu gerçeği haykırmakta ve “Rabbin tarafından sana vahyolunana tabi ol. O’ndan başka ilah yoktur. Allah’a ortak koşanlardan yüz çevir.” (En’âm, 106)  “Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başkalarını dost edinip de kendilerine uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz”(A’râf, 3) diyerek, Müslümanların dinî kurallara bağlanmalarını emretmektedir. Bununla birlikte bazı insanlar, “Biz Allah’ın indirdiği Kur’ân’a da parlamenterlerin koydukları kanunlara da uyarız. Hangisi işimize gelirse, onu alırız” tavrını takınmaktadırlar. İşte bu, hakkı bâtıla karıştıran bir düşüncedir. Aslında hak başka, bâtıl başkadır. Bunlardan herhangi birinin diğerine karışması mümkün değildir. Fakat bazı şaşkınlar bunları karıştırır ve kendilerinin de filozof olduklarını zannederler. Aslında onlar cahiliye bataklığına gömülmüş gafillerdir.

Kur’ân-ı Kerîm “Doğrusu biz seni, bir müjdeci ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik.(Bakara, 119) “Ey Muhammed! Allah sana geçmiş kitapları tasdik eden hak bir kitap indirdi.” (Âl-i İmran, 3) “Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır?” (Yunus, 32) buyurmaktadır. İlahî nizamın dışındaki rejim ve sistemler kulların heva ve heveslerine dayandıkları için bâtıldan başka bir şey değildir. “Eğer onlar senin davetini kabul etmezlerse, bil ki onlar heva ve heveslerine uymaktadırlar. Allah tarafından bir yol gösterme olmaksızın heva ve hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?” (Kasas, 50)

Evet, hâkimiyet sıfatı yalnız kendisine ait olan Allah Teâlâ, bize hayat sistemi ve hukuk nizamı olarak Hz. Muhammed’eindirdiği Kur’ân’ı göndermiştir. Bundan başka bir sistem aramak cehalettir, gaflettir ve İslâm’ın dışına çıkmaktır. Bu konuda suskun kalmak veya tavizkârane konuşmak ya da kulları ilah edinenlere yaranmak için gerçekleri saptırmak Müslümana yakışmayan hâllerdir.

Özetle; istenilse de istenilmese de İslâm’da egemenlik Allah’ındır. Hiçbir zaman milletin veya belirli bir ferdin veya kitlenin değildir. Otorite kaynağı yüce Mevla olduğu için kanun koyma hakkı da O’na aittir. Kullar, ancak O’nun koyduğu kurallar ışığında fikir beyan edebilir, O’nun serbest bıraktığı sahalarda ictihad yapabilirler. Zira “Nas varken ictihada yol yoktur.”

DEVAM EDECEK….


[1]. İbni Kesir Tefsiri 3/416

[2]. Mâide: 47. Bazı müfessirler, son iki âyette geçen “zalim” ve “fasık” ifadelerinin de “kâfir” anlamında olduğunu, kâfirlerin yaptıkları davranışlara göre kâfir, zalim ve fasık olarak vasfedildiklerini beyan ederlerken; diğer bazı müfessirler, Allah’ın indirdiği İslâm’ı bırakıp başka kanunlarla insanları idare edenlerin inançlarına göre vasfedildiklerini söylemişlerdir. Bu izaha göre, Allah’ın nizamıyla hüküm vermeyen ve aynı zamanda bunun hak olduğuna da inanmayan kişi kâfirdir. Şayet hak olduğuna inandığı hâlde ona göre hükmetmiyorsa yerine göre zalim veya fasık olur. Bu da tehdit altında kalma neticesinde mümkündür. Yoksa ilahî nizamı keyfî bir şekilde bırakan kişinin dinle alakası zedelenmiştir.

[3]. En’âm, 162, 163.