Neyi Kaybettiğini Fark Et!

Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2024 Haziran / 139. Sayı

İslam; boyun eğmek, teslim olmak anlamlarına geldiği gibi barış ve esenlik manalarını da içermektedir. Bu mana sadece lügat olarak değil hakikat olarak da böyledir. İslam toplumları barışın, huzurun ve selametin hâkim olduğu, insanların birbirlerinin dillerinden ve ellerinden emniyette oldukları refah toplumlarıdır. Bu toplumun fertleri Allah celle celaluhu ile hukuklarına riayet ettikleri gibi kardeşleriyle olan hukuklarına da sadıktırlar. Aralarında sevgi, saygı, fedakârlık ve tahammül gibi hasletlere dayalı gıpta edilesi bir münasebet vardır. Bu durum tarih boyunca hep böyle olmuş, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir kardeşlik tablosu her daim Müslümanların elinden zuhur etmiştir.

Ne var ki; İslami bağların çözülmeye başladığı, İslam halkalarının teker teker kopmaya yüz tuttuğu, hassasiyetlerin minimum seviyeye indiği modern dönemde bu hukuk da derin yaralar aldı. İtikadı zayıflayan, rabbiyle olan münasebeti sekteye uğrayan Müslümanlar kardeşleriyle olan hukuklarını da ihmal eder oldular. Hatta ihmalin de ötesinde bu hukuka zarar vermeye başladılar. Bu sebeple İslam’ın tesis ettiği uhuvvet ortamı hızlı bir şekilde kaybolmaya, yerini kin ve nefrete bırakmaya mahkûm oldu. Artık Müslümanlar kalpleri birlikte atan tek bir ümmet olarak değil birbirleriyle çekişen, didişen, savaşan ayrışmış bir topluluk olarak anılmaya başladılar.

Bu süreçte Müslümanlar İslam kardeşliğini baltalayacak birçok hastalığa müptela oldular. İşin daha da vahimi içine düştükleri girdabın farkına dahi varamadılar. Bindiği dalı kesen gafiller gibi birbirlerine saldırdıkça saldırdılar. Diller olabildiğince keskinleşti, sabır ve tahammül alabildiğince uzaklaştı. Kardeş olmanın hukuku ayaklar altına alındı. Hal böyle olunca ümmetin birliği dirliği dağıldı, her şey tarumar oldu.

Şüphesiz İslam ümmetini bu hale düşüren birçok temel faktör var. Ancak bunların içinde Müslümanların belini kıran, işleri çok daha dönülmez noktalara getiren bir husus var ki diğerlerinden çok daha tehlikeli bir noktada duruyor. Cedel, tartışma ve ölçüsüz tenkit…

Evet, Müslümanları bu denli yıkan en vurucu darbe; kendilerini amelden alıkoyacak şekilde birbirleriyle uğraşmaları oldu. Zamanla kardeşini beğenmeyen, her fırsatta ağır eleştirilere tabi tutan ve cedelde haddi aşan bir Müslüman kitlesi peyda oldu. Bu kitle enerjisini İslam’a hizmet ve düşmanlarla mücadeleye sarf etmek yerine birbirleriyle çekişme yolunu tercih etti. Bu ise ümmeti kaçınılmaz olan şu acı sona sevk etmekten başka bir işe yaramadı:

“Dostlarıyla uğraşanlar düşmanlarıyla savaşmaya fırsat bulamazlar.”

CEDELE NE ZAMAN BAŞVURULUR?

Cedel ve tartışma esasen tamamen zemmedilmiş değildir. Müslümanın bu tavır içerisine gireceği anlar da vardır elbet. Hatta ve hatta Müslüman fert kimi zaman bununla memur dahi kılınmıştır. İslam düşmanları dinimize karşı haddi aştıklarında yapılması gereken ölçülü bir şekilde cedel yolunu tutmak ve güçlü bir mücadelenin içine girmektir. Bu her şeyden öte İslam’ın izzetinin bir gereğidir. Ancak bununla birlikte Müslümanın yine de dikkat etmesi gereken bazı noktalar vardır.

İmam Malik (rh.a) bu mühim noktalara şu sözleriyle işarette bulunmuştur:

Tartışmak dinden değildir ve din büyüklerinin hepsi bunu yasaklamışlardır. Fakat muhatapları bid’at ehli bir kimse ise, onu doğruya davet için inat, husumet ve uzatma olmaksızın, Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifleri delil göstererek konuşmuşlardır. Fayda vermeyince kendi haline bırakmışlardır.

Cedel, tartışma… Ama inat etmeden, husumet beslemeden ve meseleyi gereğinden fazla uzatmadan…

Bu hususta ayet-i kerimede de şöyle buyurulur:

“(Rasûlüm!) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde cedelleş/mücadele et! Doğrusu Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O doğru yolda olanları da en iyi bilir.” (Nahl, 125)

Bizler bu ayeti kerimenin tecellisini Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında pratize edilmiş şekilde müşahede ederiz. Yumuşak ve müsamahakâr bir ahlaka sahip olan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem söz konusu İslam olunca asla geri adım atmamış, diz çöktürünceye kadar müşriklerle mücadele etmiştir. Aynı tavrı Medine’de Yahudilere karşı da göstermiş gerek sözlü gerek fiili olarak gereken her türlü cevabı kendilerine vermiştir. Aksi halde hem Mekkeli müşriklerin hem de Medineli Yahudilerin Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in davetine müsaade etmeleri nasıl mümkün olsun!

Bu hususta dikkatleri celb eden bir başka sima da Hz. Nuh’tur. İnatçı ve azgın bir kavmin elçisi olan Nuh aleyhisselam uzun süren davetinde akla gelebilecek birçok yöntemi kullanmış ve muhatapları ile çetin bir mücadeleye girişmiştir. Bu serüvenin sonunda Nuh kavminin peygamberlerine şöyle dediklerini Allahu Teâlâ bizlere bildirmiştir:

“Ey Nuh! Bizimle cidden mücadele ettin; hem de çok cedelleştin.” (Hud, 32)

Görüldüğü üzere böylesi durumlarda Müslümanın cedelci bir tavra bürünmesinde hiçbir sakınca yoktur. Hatta sakınca bir yana gereklilikten bile bahsedilebilir. Çünkü burada hakkı desteklemek ve ortaya çıkarmak için yapılan şerefli bir mücadele vardır. Ancak şu var ki; cedel ve tartışmanın yer yer olması başka bir şey kişinin ahlak ve seciyesi haline gelmesi başka bir şeydir. Burada zemmedilen husus Müslümanın bu vasfı kendisiyle anılacak kadar çok taşımasıdır.

CEDEL NEDEN KÖTÜDÜR?

Cedelde amaç çoğu zaman hakkı ortaya çıkarmak değil karşı tarafı mağlup etmektir.

Bu ise Müslümana kendi egosunu tatmin etmekten başka hiçbir şey sağlamaz.

Bir keresinde İmam-ı Azam(rh.a), oğlu Hammad’ı itikadi bir konuda birileriyle tartışırken görür ve susturur. Orada bulunanlar sorar:

– Biz seni başkalarıyla bu tür konuşmalar yaparken görüyoruz. Bizi neden engelliyorsun?

İmam-ı Azam(rh.a) şu cevabı verir:

– Biz konuşurken arkadaşımız kayıp düşmesin, yanılmasın korkusuyla başımızda kuş taşır gibi dikkat ediyoruz. Siz ise arkadaşınızın yenik düşmesini istiyorsunuz. Arkadaşının düşmesini isteyen, (konu itikad olduğu için) onu tekfir etmek istiyor demektir. Arkadaşının dinden çıkmasını isteyen kişinin ise kendisi küfre girer.”

Bu sebeple ölçüsüz tartışma ve cedel Müslüman ahlakıyla asla bağdaşmaz. Müslüman, kendi selametini düşündüğü gibi kardeşinin selametini de düşünür. Kardeşini zora sokacak, küçük düşürecek işlerden kaçınır. Hele bir de karşı tarafın küfre düşme durumu varsa konuşmak artık onun için haram olmuştur.

Cedel İslam kardeşliğine zarar verir ve Müslümanlar arasında tefrika çıkarır.

Kardeşiyle cedelleşen kimse üstün gelmek için onun eksik ve kusurlarını araştıracak ve itibarına halel getirecektir. Bunun doğuracağı sonuç ise aradaki muhabbetin kaybolması ve kinleşmenin başlamasıdır. Sürekli birbiriyle didişen, tartışan, kin besleyen bireylerden kardeşlik nasıl sadır olabilir ki! Müslümana düşen, kardeşlik bağlarını zayıflatmak değil onu güçlendirmektir.

Ahmed b. Muhammed el-Mervezi (rh.a.) şöyle demiştir: “Birbiriyle söz yarışında bulunanlar felah bulmazlar. Aynı zamanda bid’ate düşmekten de kendilerini muhafaza edemezler.”

İbn Ebu Leyla da (rh.a.) “Ben arkadaşımla tartışmam. Çünkü tartışmada ya o beni yalancı çıkaracak ya da ben onu kızdırmış olacağım.” buyurarak cedelin zarardan başka bir şey doğurmayacağını ifade etmiştir.

Cedel hidayetten uzaklaştırır, imanın tadını kaçırır.

Tartışmak gerçeği inkara yol açar. Gerçeğin rakibin ağzından çıkmasından hiç hoşlanılmaz ki bu da kişinin hidayeti açısından bir felakettir. Sırf karşı taraf söylediği için hakka karşı duran kimsenin varacağı nokta dalalettir.

Bir seferinde ise Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “Bir kavim, içinde bulunduğu hidayetten sonra sapıttı ise, bu mutlaka tartıştıkları için olmuştur.” diye buyurmuş ve buna delil olarak da şu ayeti okumuştur:

“Onlar, ‘Bizim ilahlarımız mı hayırlı, yoksa o mu?’ dediler. Sana böyle söylemeleri sırf tartışmaya girişmek içindir. Doğrusu onlar münakaşacı bir millettir.” (Zuhruf, 58)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bazı hadislerinde de bizleri tartışmadan sakındırarak şöyle uyarmıştır:

“Allah Teâlâ bir kavmi hidayete erdirdikten sonra, mücadeleye girmedikleri sürece o kavim haktan sapmaz.”[1]

“Bir kul haklı bile olsa münakaşayı terk etmediği müddetçe imanın hakikatini tadamaz.”[2]

Cedel kişideki kibri arttırır.

Sürekli cedelleşen kişi her şeyin en doğrusunu kendisinin bildiğine inandığı için başkalarını küçümsemeye başlar. Onların görüşlerini önemsemez ve kendi düşüncelerini dayatmaya kalkışır. Bu ise bir kulun felaketidir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimsenin cennete giremeyeceğini bildirmiştir.

Netice olarak; Cedel ve tartışma Müslümandan uzak olması gereken hasletlerdir. Ümmetimizin dağıldığı ve zelil düştüğü şu zaman diliminde Müslümanların birbirleriyle tartışmaktan acilen vazgeçmesi ve enerjisini daha hayırlı yollarda sarf etmesi gerekmektedir. Bunun için de Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in şu mübarek sözleri kulağımıza küpe olmalı ve nefsimizin cedelleşmeye can attığı her anda imdadımıza yetişmelidir.

“Hatasını anlayıp tartışmayı terk eden kimseye Allah Teâlâ cennetin ortasında bir köşk ihsan eder. Haklı olduğu halde tartışmayı terk eden kimseye ise, cennetin en yükseğinde bir köşk ihsan eder.”[3]

“Dilini Müslümanları kötülemekten çeken ve hata edeni gücünün yettiği en güzel bir üslupla ikaz eden mümine Allah rahmet etsin.” Hişam b. Urve radıyallahu anh diyor ki: “Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu sözünü yedi defa tekrar etti.”[4]


[1]. Tirmizî, Tefsir, 44.

[2]. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/352, 353, 364; İbn Ebü’d-Dünya, Kitâbü’s-Samt, nr. 139, 666

[3]. Tirmizî, Birr, 58 (nr. 1994); Ebû Davud, Edeb, 8 (nr. 4800); İbn Mâce, Mukaddime, 7 (nr. 51)

[4]. İbn Ebü’d-Dünya, Kitâbü’s-Samt, nr. 137.