Müminlere Nidalar -Muhammed Sadık Türkmen / 2022 Eylül / 118. Sayı
“Ey iman edenler! İnkâr edenler toplu halde size doğru ilerlerken onlarla karşılaştığınız zaman sakın onlara arkanızı dönmeyin (kaçmayın). Savaş için bir taktik kullanan veya başka bir birliğe katılmak isteyen hariç. İçinizden o gün kim düşmana arkasını dönüp kaçarsa şüphesiz ki o, Allah’ın gazabına uğramış olur. Onun barınacağı yer cehennemdir. O ne kötü varılacak bir yerdir.”
(Enfal, 15-16)
İslam’a davetin çeşitli safhaları vardır. Müslümanların her safha için o safhanın durumu neyi gerektiriyorsa o şekilde hareket etmeleri gerekir. Başlangıç itibarıyla İslam’ı kabul eden bir topluluk oluşturulmalı, daha sonra bunlar bilgi, amel, davet etme ve davet yolunda sabretmeyle donatılmalıdır. Bu oluşum yapılmadan davetin başarıya ulaşması mümkün değildir. Zira ortada o daveti yapacak dava erleri yoktur. İslam insanlara davette hikmet yolunu tavsiye etmiştir. Bir davetçinin sahasından çekilmesi, dünyaya kapılması ve ardından İslam’ın muzaffer olmasını beklemesi nasıl kabul edilemezse, diğer aşamalarda da ihmal ve gevşeklik hüsrandan başka bir sonuç getirmeyecektir. Herkesin kabul ettiği bir hakikat vardır; ister mümin olsun ister kafir kim kendi dini veya davası için gayret gösterirse neticeye ulaşır.
Davalar, o davalara gönül veren insanların çalışması, fedakârlık yapması ve sebat etmesiyle hayata hâkim olur. Hak veya batıl bir dava ancak bu şekilde müntesiplere sahip olursa güzel neticeye ulaşır. Zafer günlerinin bazen hak bazen batıl ehlinin eline geçmesi, batılın halılığına ve hakkın batıllığına delalet etmez. Bilakis bu davalar uğruna yapılan fedakarlıklara işaret eder. Bu konuya dikkatimizi çeken bir ayette Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’tan başkasını ona denkler edinirler. Onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür…” (Bakara, 165)
İslam’a davet aşamalarından biri de canı ve malıyla Allah yolunda cihad etmektir. Bu, bir Müslümanın en değerli olan emaneti emanet sahibine teslim etmesi, en fazla üzerinde titrediği canını Allah’a teslim etmek anlamına gelir.
Ancak gerek işlenen günahlar gerekse de başka sebeplerden dolayı bazen de dünyalıkları kaybetmek, dünyayı ve içindekileri terk etme korkusu insanı bu yüce gayeden uzaklaştırabilir. İşte bunun en kötü tezahürü Müslümanların düşmanla karşılaştıkları zaman savaş meydanını terk etmeleri ve düşmanlarına sırt dönerek gerisin geriye kaçmalarıdır. İslam’ın izzetini ve Müslümanların Allah yolunda şecaatini sergileyecekleri böyle bir durumda mazeretsiz bir şekilde kaçmaları, ayeti kerimenin beyanı üzerine “Allah’ın gazabını” çekecek kadar büyük bir suçtur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmuştur: “Helak eden yedi şeyden kaçınınız!”. “Onlar nedir ya Rasûlallah?” diye sorulunca şöyle buyurdu: “Allah’a şirk koşmak, sihir, haksız yere Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, habersizken iffetli mümin hanımlara zina iftirasında bulunmak.”
Hayatının her yönü bizim için en güzel örneklerle dolu olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bu konuda da insanlık tarihinde eşine rastlanamayacak bir örnek ortaya koymuş ve ümmetine nasıl davranması gerektiğini göstermiştir. Huneyn Savaşı’nda pusuya yatan düşman ordusu Müslümanlara saldırmış ve onları gafil avlamıştı. Savaşa çıkarken yolda kendi aralarında sayılarının çokluğuyla övünen Müslümanlar bu ani saldırı karşısında bocalamışlar ve panikleyerek geri kaçmaya başlamışlardı. Artık yenilginin mukadder olarak görüldüğü bu durumda İslam ordusu içinde bulunan, dine yeni girmiş bazı kişiler Müslümanların yenilmezlik sihrinin bozulduğunu dahi telaffuz etmişlerdi. İşte böyle nazik bir durumda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem öne atılmış, tek başına düşman ordusunun karşısına dikilerek Müslümanları yenilgiden zafere taşımıştır.
Bir adam Bera radıyallahu anh’a “Ey Ebu İmara! Siz Huneyn Savaşı’nda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i bırakıp kaçtınız mı?” diye sorunca Bera şöyle cevapladı: “Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem asla düşmandan kaçmadı. Hevazin kabilesi okçulukta meşhur idi. Biz onlarla karşı karşıya gelince üzerlerine hücum ettik ve dağılıp geri çekildiler. Bunun üzerine Müslümanlar ganimet toplamaya başladı. Hevazin kabilesinin okçuları da bu fırsatı değerlendirip üzerimize ok yağdırmaya başladı. Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in beyaz katırının üzerinde öylece durduğunu gördüm. Ebu Sufyan katırın yularını tutuyor, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle sesleniyordu: “Yalan yok ben Peygamberim! Ben Abdulmutalib’in oğlu Muhammedim!”
İbni Kesir rahimehullah şöyle der: “Bu, olabilecek mükemmel cesaretin zirvesidir. Zira savaşın olanca şiddetiyle devam ettiği ve ordusunun etrafından dağıldığı böyle bir günde, tüm bu olumsuzluklara rağmen hızlı koşamayan, ne geri çekilmek ne de saldırmak için elverişli olmayan katırının üzerinde duruyor. Buna rağmen onu kafirlerin üzerine sürüyor, tanımayanlar tanısın diye adını haykırıyor. Allah’ın salavatları ve selamı üzerine olsun.
Bunun sebebi onun Allah’a güven ve tevekkülünden, yardım edeceğine, onunla gönderdiği mesajını tamamlayacağına ve dinini başka dinlere üstün kılacağına dair esin bilgisinden başka bir şey değildir.”
Âlimlerin Ayet ile İlgili Görüşleri
İmam Kurtubi rahimehullah tefsirinde şöyle der: “Bu ayette Allah azze ve celle müminlerin kafirlerden sırt dönüp kaçmamasını emretmiştir. Ancak bu durum kafirlerin müminlerden iki kat fazla olması şartıyla sınırlıdır. Eğer müminlerden bir topluluk kendilerinden iki kat fazla olan müşrik topluluklardan biriyle karşılaşırsa kaçmamaları farz olur. İki kişiden kaçan bir kişi savaştan kaçmış sayılır. Üç kişiden kaçan bir kişi ise kaçmış sayılmaz ve söz konusu tehdit ona yönelmez. Kur’an’ın açık ifadesi ve âlimlerin ekserisinin icmasıyla savaştan kaçmak helak edici büyük günahlardandır.
Vadiha isimli kitapta İbni Macişun ve onunla birlikte bir grup âlim, düşmanın iki kat fazla olması, kuvvetin ve silah durumunun hesaba katılarak hüküm verileceğini söylediler. Bu duruma göre yüz Müslüman süvari kendilerinden eğitim ve silah olarak kat kat güçlü olan yüz kafir süvari ile karşılaşırsa kaçmalarının caiz olacağı ortaya çıkar. Cumhura göre ise yüz kişinin ancak iki yüzden fazla kişinin önünden kaçması caizdir. Bir Müslümana karşı ikiden fazla kişi varsa kaçmak caizdir. Ancak sabretmek daha evladır. Mute Savaşı’na katılan mümin ordusu üç bin kişi olduğu halde iki yüz bin kişinin önünde savaştı. O iki yüz binden, yüz bini roma askeri yüz bini de Lahm ve Cüzzam kabilelerinden Araplardı.
Ben de derim ki “Endülüs’ün fethi tarihinde de şöyle bir olay meydana gelmişti; Musa bin Nusayr’ın emriyle Tarık bin Ziyad Endülüs’e bin yedi yüz kişiyle ilerlemişti. Bu olay, hicri 93 yılında meydana gelmişti. Endülü kralı Lezrik ile karşılaştı. Onlar ise yetmiş bin kişi idi. Tarık ona doğru ilerledi ve savaşta sabretti. Allah da azgın Lezrik’i hezimete uğrattı ve fetih gerçekleşti…”
İbni Kasım der ki: “Savaştan kaçanın şahitliği geçersizdir, kabul edilmez. Komutan savaştan kaçsa dahi askerlerin kaçması caiz olmaz. Çünkü Allahu Teâlâ “O gün kim düşman arkasını dönüp kaçarsa” buyurmuştur. Kendilerinden iki kattan fazla olan düşmandan kaçmak caizdir. Tabi bu durum Müslümanların sayısı on iki bin kişiyi bulmamışsa geçerlidir. Müslümanların sayısı on iki bini bulursa kafirler onlardan kat kat fazla olsalar da savaştan kaçmaları caiz olmaz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘On iki bin kişi sayı azlığından dolayı yenilmez.’ İlim ehlinden çoğu bu hadise dayanarak bu sayının ayetin genel hükmünün dışında kaldığını söylediler…”
Eğer savaştan kaçarlarsa Allah azze ve celle’den bağışlanma dilerler. Tirmizî, bilal bin Yesar bin Zeyd’den şöyle aktardı: “Babam bana dedemin Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini rivayet etti: ‘Kim estağfurullahellezi la ilahe illa huvel hayyul kayyumu ve etubu ileyh derse savaştan kaçmış bile olsa Allah onun günahlarını affeder.”
Ayet ile İlgili Mülahazalar
Savaştan taktik gereği veya başka bir bölüğe katılma gayesiyle geri çekilmek caizdir. Çünkü savaş hiledir. Düşmanı daha büyük bir zarara uğratmak amacıyla böyle bir yola başvurmak da savaşın içindeki uygulamalarındandır.
Abdullah bin Ömer radıyallahu anhuma şöyle dedi: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderdiği seriyyelerin birindeydim. İnsanlar bazen bozguna uğradılar. Ben de bozguna uğrayanlardandım. Savaştan kaçmış ve gazapla dönmekte olan birileri olarak ne yapalım?” dedik. Sonra “Medine’ye gitsek de geceyi orada geçirsek. Sonra kendimizi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e arz ederiz. Eğer tevbe imkânımız varsa kalır, yoksa gideriz.” dedik.
Sabah namazından önce oraya vardık. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çıktı ve:
– Bunlar kim?
– Firar edenleriz.
– Hayır, bilakis siz tekrar saldırmak için başka bir Müslüman topluluğa katılmış kimselersiniz, ben de sizin katılmış olduğunuz bölüğüm. Ben bütün Müslümanların katılmış olduğu bölüğüyüm, buyurdu. Bunun üzerine hemen gidip elini öptük.
Beşir bin Ma’bed der ki:” Biat etmek için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gittim. Bana, Allah azze ve celle’den başka hiçbir ilah bulunmadığına ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslam haccını yapmamı, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihad etmemi şart koştu. Ben ‘Ya Rasûlallah! İki şey var ki onlara gücüm yetmez; biri cihaddır. Zira onlar, kim cihaddan kaçarsa Allah’ın gazabını hak etmiş olarak döneceğini söylüyorlar. Ben ise düşmanla karşılaştığımda beni hırs kaplamasından ve ölümü istememekten korkuyoruym. Diğeri ise zekattır. Valalhi benim küçük bir sürüyle on deveden başka malım yoktur. Onlar da ailemin sürüsü ve binekleridir.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem elini tuttu ve salladı. Sonra “Cihad da yok, zekât da yok. Peki sen cennete neyle gireceksin?” buyurdu. Ben de “Ya Rasûllallah! Sana biat ediyorum” dedim ona hepsi üzere biat ettim.