Şirk Kavramı-7

Kavramlar – Mahmut Varhan / 2022 Aralık / 121. sayı

Hani Lokman, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.”

(Lokman, 13)

6) HADİSLERDE ŞİRK İSMİ VERİLEN BAZI HUSUSLAR[1]

Şirk, insanın işlediği en büyük günah olduğu ve bu günahtan tevbe etmeden ölmesi durumunda ebedi cehennemde kalmakla cezalandırılacağı içindir ki şirke götüren bütün yollar yasaklanmış ve şirkin vesilesi sayılabilecek hususlar üzerinde ciddiyetle durulmuştur. İnsanı dinden çıkaran ve ebedi cehennemde kalmasına sebep olan büyük şirk olmadıkları halde pek çok husus şirk olarak isimlendirilmiş ve bunlardan sakınılması talep edilmiştir. 

Hadislerde afsunlama yapmak, muska, mavi boncuk ve benzeri şeyleri takmak, bir şeyi uğursuz görmek, Allah’tan başkasına yemin etmek, yağmurun yağmasında yıldızların etkisinin olduğuna inanmak gibi meselelerin şirk olarak isimlendirildiğine yer yer rastlanılmaktadır.

Bunlardan her biri “Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşanı affetmez. Bunun dışındakini dilediğinden affeder”[2] ayetinin ifade ettiği; “Kulu dinden çıkaran büyük şirk midir?”  Yoksa “ağır ifadelerle beyan edilen günahlar mı?” Ya da “şirk olmasalar da gerçek şirke benzetilerek şirk ismiyle anılan ameller mi?” olduğunu bilmek için bunları teker teker incelemek gerekmektedir. Konu ile ilgili olarak şu hususlara değinilecektir:

 1-Afsunlamak

Bundan maksat, kişinin şerlerden korunması veya şerlere düşmüşse onlardan kurtulması için üzerine bir şeyleri okuyup üflemektir. Afsunlamanın hükmü okunan şeyin meşru bir şey olup olmadığına, etkisinin kesinliğine inanılıp inanılmadığına göre farklıdır. Şöyle ki:

a. Eğer okunan şey Allah kelâmı veya isimleri yahut sıfatları ya da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen bir dua ise afsunlama caizdir. Hatta bazen müstehap da olabilir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen duaları okumak bu kabildendir. 

b. Şayet okunanlar, yukarıda zikredilenlerden biri değilse veya manası anlaşılamayan tılsımlar şeklinde ise yahut afsunlamanın bizzat kendisinin kesin etkisi olduğuna, beklenen sonucu gerçekleştireceğine, Allah izin verse de vermese de neticenin tahakkuk edeceğine inanılırsa, işte böyle bir afsunlama caiz değildir. Bu, yerine göre haram olur. Bazen de şirke sürükleyebilir. Nitekim şeytanlar veya putlar adına yapılan afsunlamalar şirktir. 

Görüldüğü gibi afsunlamanın hükmü duruma göre değişeceğinden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hangisinin caiz olacağını, hangisinin olmayacağını yerine göre bizzat kendi icraatı ile bazen de sözleriyle beyan etmiştir. Şöyle ki: bazen bizzat kendisine rukye yapmış, bazen başkalarının kendisine yapmasını istemiş, bazen sahabilerin birbirlerine yapmalarına izin vermiş, yerine göre okunanın ne olduğunu görmeden yasakladığı halde gördükten sonra serbest bırakmıştır. Bazen de şirk olduğunu beyan ederek kaçınılmasını emretmiştir. Bu itibarla her afsunlamaya aynı hükmü vermek doğru değildir. Konu ile ilgili olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yaptıklarını ve sözlerini bilmek gerekmektedir. 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem okunup üflenen şeyin ne olduğunu gördükten sonra onunla rukye yapmaya izin vermiştir: Avf b. Mâlik el-Eşcaî radıyallahu anh diyor ki: Biz, cahiliye devrinde afsunlama (okuyup üfleme) yapardık. Bilâhare “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu hususta ne buyurursun?” dedik. “Bana okuduğunuz şeyi gösterin! İçerisinde şirk olmadıkça afsunlamada (okuyup üflemede) bir beis yoktur”buyurdu.”[3] Görüldüğü gibi afsunlamanın hükmü, okunan şeyin içeriğine göre farklılık arz etmektedir. Eğer okunan şeyin içinde şirke götüren hususlar varsa, bunu okumak haram olur ve şiddetle yasaklanır. Şayet böyle bir durum yoksa, afsunlamada bir sakınca bulunmaz. 

Bununla beraber rukye yapmayı terk etmek de caizdir. Afsunlamanın meşrû yollarla yapılması, daha önce de beyan edildiği gibi caizdir. Ancak herkesin rukye yapmaya başvurma mecburiyeti yoktur. Zira Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah’a tevekkülün zirvesinde olan kulların, okuyup üfleme ile tedavi edilmeye ihtiyaç hissetmeyebileceklerini beyan etmiş ve rukye yapmayı terk etmenin de caiz olduğuna işarette bulunmuştur. 

Abdullah b. Abbas diyor ki: Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çıkıp yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: “Bana bütün ümmetler arz olunup gösterildi. Bir peygamber beraberinde bir kişiyle, bir peygamber yanında iki kişiyle, bir peygamber beraberinde bir toplulukla geçmeye başladı. Bir peygamber de yanında hiçbir kimse bulunmadan tek başına geçti. Ben uzakta ufku kapatmış kalabalık bir karaltı gördüm ve bunun benim ümmetim olmasını ümit ettim.” Bana “Bu, Mûsâ Peygamber ile kavmidir” denildi. Sonra bana “Şu tarafa bak” denildi. Ben orada da ufku kapatmış çok büyük bir karaltı gördüm. Bana yine “Şu tarafa ve şu tarafa bak” denildi. Ben o taraflarda da ufku kaplamış çok büyük bir karaltı gördüm. Bana “İşte bunlar senin ümmetindir. Bunların beraberinde yetmiş bin kişi vardır ki, bunlar hesaba çekilmeksizin cennete girerler” denildi. 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bunların vasıflarını beyan ederek şöyle buyurdu: “Hesapsız cennete girecek olanlar şu müminlerdir ki onlar eşyada uğursuzluk olduğunu kabul etmezler, dağlama ile tedavi olmazlar, rukye yapmazlar ve sadece Rablerine tevekkül ederler.”[4]

İbni Manzûr bu hadisin izahında diyor ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in zikrettiği bu vasıflar, dünyevi sebeplerden yüz çeviren ve dünya ile ilgili herhangi bir şeye iltifat etmeyen velilerin sıfatıdır. Bu havass’ın (mertebesi üstün olanların) seviyesidir. Bunlardan olmayanlar bu mertebeye ulaşamazlar. Avam halka ise çeşitli hastalıklara karşı tedavi olmaları ve ilaç kullanmaları öngörülmüştür. Dileyen sabreder mükâfatını alır, dileyen de serbest bırakılan tedavi olma, ilaç kullanma, okuyarak dua etme gibi çarelere başvurur. Bu hususu açığa kavuşturmak için iki mertebeden olan şu iki sahabinin olaylarını zikretmek yerinde olur: Hz. Ebubekir radıyallahu anhu, savaş için yardım toplanırken malının tümünü tasadduk etmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buna karşı çıkmamıştır. Çünkü Ebubekir radıyallahu anh’ın tüm malını verdikten sonra pişman olup üzülmeyeceğini ve sabredeceğini bilmiştir. Diğer yandan çalışıp kazanarak elde ettiği güvercin yumurtası kadar bir altıntopunu getirip Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e veren ve “Benim bunun dışında hiçbir şeyim yok” diyen sahabiye, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemaltıntopunu atmıştır. Öyle ki bir yerine dokunacak olsaydı, orayı yaralamış olacaktı. Hz. Peygamber bu kişiye şöyle buyurmuştur: “Biriniz başka bir şeye sahip olmadığı halde elindeki mala yöneliyor, onu sadaka olarak veriyor sonra oturup insanlara el açıyor. Sadaka ancak ihtiyacın dışında olandandır. Sana ait olan bu şeyi al. Bizim buna ihtiyacımız yoktur.” Bunun üzerine o kişi de malını alıp gitmiştir.[5]

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem meşru olmayan afsunlamaları yasaklamış ve şirk diye vasıflandırmıştır. Eğer afsunlama, anlaşılmayan sözlerle veya bir kısım tılsımlarla yahut putların, şeytanların ve benzeri şeylerin adıyla yapılacak olursa caiz değildir. Çünkü bunların içine, bazen sihir, bazen küfür karışmış olabilir. Bu itibarla yerine göre şirke, yerine göre de günaha düşülmüş olur. Afsunlamanın şirke düşürebileceği hususunda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den şu hadis rivayet edilmiştir. Abdullah b. Mesud radıyallahu anh’ın hanımı Zeyneb radıyallahu anhâ anlatıyor: “Yaşlı bir kadın yanımıza girip vücutta kızarma yapan bir hastalığa karşı okuyup üflerdi. Bizim ayakları uzun bir divanımız vardı. (Eşim) Abdullah eve gireceği zaman öksürüp seslenirdi. Bir gün Abdullah eve girdi. Okuyucu yaşlı kadın onun sesini duyunca (divanın altına girip) saklandı. Abdullah da gelip yanıma oturdu ve eli bana dokununca bir ipliğe değdi. Sonra “Bu nedir?” dedi. Ben de “Vücutta kızarma yapan hastalığa karşı benim için kendisine okunan bir iplik” dedim. Bunun üzerine Abdullah ipliği çekip keserek attı ve şöyle dedi: Abdullah’ın ailesinin şirk olan bir şeye ihtiyacı yoktur. Ben, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Şüphesiz ki afsunlamak, göz boncuğu takmak, karıyı kocasına sevdirmek için büyü yapmak şirktir.” Ben de dedim ki: “Bir gün dışarı çıktım da falan adam beni gördü. Bunun üzerine onun tarafındaki gözüm yaşardı. O günden beri gözüme okutturduğum zaman gözümün yaşı duruyor ve okutmayı bıraktığım zaman gözüm yaşarıyor.” Abdullah ise şöyle dedi: “O, şeytandır. Sen ona itaat ettiğin zaman seni bırakıyor ve ona isyan ettiğin zaman parmağı ile senin gözüne dürtüyor. Lakin eğer sen, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yaptığı gibi yapsaydın, senin için hayırlı ve şifaya kavuşman için çok münasip olurdu: Gözüne su serpip şöyle dersin: “Ey insanların Rabbi! Bu sıkıntıyı gider, şifa ver. Ancak sen şifa verirsin. Senin şifandan başka hiçbir şifa yoktur. Öyle bir şifa ihsan et ki hiçbir hastalık bırakmasın.”[6]

Dikkat edilirse Abdullah bin Mes’ud radıyallahu anhu, başka bir kimsenin gözü ağrıyan hanımını afsunlamasını doğru bulmamış, fakat kadının, kendisinin zikrettiği duayı okuyarak gözünü afsunlamasını tavsiye etmiştir. Bu da gösteriyor ki afsunlamadan afsunlamaya fark vardır.

Şevkani diyor ki: Afsunlama üç kısma ayrılır:

Cahiliye döneminde manası anlaşılmayan sözlerle yapılan afsunlama. Bunlardan kaçınmak gerekir. Çünkü bunların içinde şirk bulunabilir veya bu tür afsunlamalar şirke sürükleyebilir.

Allahu Teâlâ’nın kelamı veya isimleri ile yahut Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen dualarla yapılan afsunlama. Bu caizdir. Hatta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen dualarla olursa müstehap olur.

Allahu Teâlâ’nın isimleriyle değil de arşın, meleklerin ve Kâbe’nin ismi ile afsunlama. Bu meşru değildir. Haram da değildir. Fakat evla olan bunları terk etmektir. Şayet bunlarla afsunlama, kendisi ile afsunlanan arş ve melek gibi şeylere tazim edilmesini icab ettirirse, bundan kaçınmak vacip olur. Çünkü tazim Allah’ a mahsustur.[7]

Bedreddin el-Aynî diyor ki: “Hasan el-Basrî, İbrâhim en-Nehaî, İbn Şihâb ez-Zührî, Sevrî, dört mezhep imamı ve diğer bazı âlimlere göre, meşrû afsunlamanın bir mahzuru yoktur. Çünkü buna ruhsat veren birçok hadis mevcuttur.”

Şa’bî, Katâde, Saîd b. Cübeyr ve diğer bazı âlimlere göre ise, rukye yapmak mutlak şekilde mekruhtur. Mümin kulun Allah’a sığınarak ve O’na tevekkül ederek bunu terk etmesi gerekir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Yeryüzüne ve kendinize inen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce Levh-i Mahfuz’da yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır.” (Hadid, 22). Evet, aynî afsunlamanın hükmü hususunda özetle bu iki görüşü nakletmiştir.[8]

2- Muska Takmak

Muskadan maksat, herhangi bir şey üzerine yazılan bir yazı boğaza, pazuya, bileğe ya da vücuttaki başka bir yere takmak veya herhangi bir yerde muhafaza etmektir. Muska kelimesi Arapçadaki “vuska” kelimesinin değiştirilmiş şeklidir. Lügat manası güvence demektir. 

Muska takmanın hükmü, yazılan yazıların meşrû olup olmadığına ve bizzat muskanın etkili olup olmayacağına inanmaya göre farklıdır. 

1. Eğer muskaya Kur’ân’dan ayet veya Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den nakledilen bir dua yazılır ve şifayı verenin Allah, muskanın ise sadece bir sebep olduğuna inanılacak olursa, âlimlerin bir kısmına göre böyle bir muska caiz, diğerlerine göre ise caiz değildir. 

a. Abdullah b. Amr b. el-Âs radıyallahu anh’tan, Hz. Aişe’den, Atâ’dan, Muhammed el-Bâkır’dan ve Ahmed b. Hanbel’den böyle bir muskanın caiz olacağına dair görüşler rivayet edilmiştir. 

Abdullah b. Amr b. el-Âs radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kendilerine korkuya karşı şu sözleri öğretirdi: “Allah’ın gazabından, kullarının şerrinden, şeytanların dürtüklemelerinden ve bana gelmelerinden, Allah’ın tam olan kelimelerine sığınırım.” (Abdullah’tan hadisi rivayet eden oğlu Şuayb sözlerine devam ederek dedi ki): “Abdullah b. Amr (b. el-Âs), bu sözleri çocuklarından aklı eren kimselere öğretir, aklı ermeyenlere de yazıp üzerlerine asardı.[9]

Yunus b. Hibban diyor ki: Ben, Ebu Ca’fer Muhammed b. Ali el- Bâkır’a muska takmanın hükmünü sordum. O da bana,” eğer muska Allah’ın kitabından veya Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen bir şeyden ise, gücün yettiği kadar onu as ve onunla şifa dile.” Dedi. Bunun üzerine ben de dedim ki:” Şu duayı, dördüncü günde geri dönen sıtma hastalığına karşı yazayım mı?” O da “evet” dedi. “(Dua şudur:) Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın adıyla, Allah’ın yardımıyla. Muhammed de Allah’ın peygamberdir. “Biz demiştik ki: “Ey ateş! İbrahime karşı soğuk ve selametli ol.” Onlar İbrahim’e karşı tuzak düşündüler fakat biz kendilerini en büyük hüsrana uğrayanlar kıldık.” (Enbiya, 69-70) Ey Cebrâil’in, Mikâil’in ve İsrafil’in Rabbi, sen bu yazının sahibine kendi çarenle kuvvetinle azametinle şifa ver. Sen Hak olan İlahsın. Âmin.”[10]

İbn Kayyim diyor ki: “Ahmed b. Hanbel, Âişe radıyallahu anhâ’nın ve başkalarının muska hakkında kolaylık tanıdıklarını söylemiştir. Harb demiştir ki: Muska hakkında Ahmed b. Hanbel sert bir tavır takınmamış, ancak Abdullah b. Mesud radıyallahu anh’ın onu çok çirkin gördüğünü söylemiştir. Ahmed b. Hanbel, bela geldikten sonra muska takılması sorulunca “Umarım ki bunda bir mahzur olmasın” demiştir. Hallâl demiştir ki: Abdullah b. Ahmed bize anlatarak dedi ki: “Ben babamın korkmuş ve sıtmaya yakalanmış kimse için muska yazdığını gördüm.” Mervezî diyor ki: “Ebû Abdullah’a benim sıtmaya yakalandığım haberi ulaşmış. O da benim için sıtmaya karşı Muhammed b. Bâkır’ın yukarıda izin verdiği duayı bir kâğıt parçasına yazıp gönderdi.”[11]

b. Abdullah b. Mesud radıyallahu anh’a ve onun gibi düşünen diğer âlimlere göre ise, bu türden olan muskalar dahi caiz değildir. 

2. Eğer muskaya ayet, hadis, dua yazılmaz, bir kısım tılsımlar yazılır veya asıl etkinin muskaya ait olduğuna inanılırsa caiz olmaz. Yerine göre haram ve şirk dâhi olabilir. Şifanın Allah’tan değil de muskadan olduğuna inanmak bu türdendir. Yukarıda geçen Abdullah b. Mesud radıyallahu anh’ın hanımı Zeynep’ten rivayet edilen hadis ve benzerleri bunun delilidir. 

3- Mavi Boncuk veya Nazar Boncuğu Takmak

Burada mavi boncuk veya nazar boncuğundan maksat, nazardan, cinlerden ve şerlerden korunmak için takılan boncuklardır. 

Bu maksatla boncuk takmak asla caiz değildir. Yerine göre haram veya şirk dâhi olabilir. Nitekim koruyucunun bizzat boncuk olduğuna inanan, Allah’a Hâfız (koruyucu olan) sıfatında ortak koşmuş olur. Cehaletinin kendisi için mazeret olup olmayacağı ise, âlimler arasında ihtilaf konusudur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu konuda oldukça sert ifadeler kullanmıştır. Bu nedenle Allah’ı birleyen bir mü’minin şirk kokan bu tür amellerden uzak durması gerekir. Konu ile ilgili olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den şu hadis rivayet edilmiştir: 

Ukbe b. Âmir el-Cuhenî diyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e bir topluluk geldi. Rasûlullah onlardan dokuz kişi ile biat etti, onuncu kişiden elini çekti. Dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Dokuz kişiyle biat ettin ve şu kişiden geri durdun!?” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellembuyurdu ki: “Onun üzerinde boncuk var” ve elini sokup boncuğu kopardı ve ondan bey’at aldı. Sonra buyurdu ki: “Kim boncuk takarsa şirk koşmuş olur.”[12]

Hadislerde geçen göz boncuğu veya mavi boncuk diye tercüme edilen “temime” kelimesinin muska anlamına geldiğini söyleyenler de vardır. Bu itibarla muskanın da yerine göre şirk olacağını söyleyenlerin dayandıkları delillerden biri de budur. 

4- Bir Şeyi Uğursuz Görmek:

Cahiliye Dönemi’nde bazı insanlar uğursuz saydıkları bir şeyi görünce, girişmiş oldukları işi bırakıyor ve atalete düşüyorlardı. Mesela; eğer bir kuş veya geyik yahut bunlar gibi kabul ettikleri bir hayvan, sağ taraflarından gelip sol taraflarına giderse, bunu uğursuzluk, soldan gelip sağa giderse bunu uğurlu sayıyor ve işlerine buna göre devam ediyor veya terk ediyorlardı. 

Bir şeyi uğursuz görüp yapılacak işi terk etmenin hükmüne gelince; bu konuda şunlara dikkat etmek gerekir:

a. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu gibi hurafe ve efsaneleri iptal etmiştir. Çünkü O, aklı selime hitap eden ve gerçekçi olan İslam dinini tebliğ edip yaymıştır. Elbette ki cahil halkın uydurdukları bir kısım efsaneleri ve içine düştükleri hurafeleri ortadan kaldırması gerekiyordu ve bunu yaptı. Nitekim konu ile ilgili olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den şunlar varid olmuştur: 

Ebû Hüreyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “İslam’da (her) hastalığın bulaşması, uğursuzluk, intikamının alınmasını isteyen hortlak, insan acıkınca harekete geçen ve karnında bulunduğu kişiyi öldüreceği zannedilen bağırsak kurdu diye bir şey yoktur.”[13]

Hadiste geçen “hortlak” diye tercüme edilen “hamme” kelimesi baykuş olarak da izah edilmiştir. Buna göre mana şöyledir: “Baykuşun ötmesi uğursuzluk getirir diye bir şey yoktur.” 

b. Bu gibi düşünce ve inançlardan Müslümanın kaçınması gerekir. Zira bu düşünceler yerine göre kulu günahkâr yapar, bazen de onu şirke düşürür, yapanı dinden çıkarır. Nitekim uğursuz gördüğü şeyin kesin etkisine inanır, ona bir şeyi meydana getirme sıfatı verirse şirke düşebilir. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den şu hadisler rivayet edilmiştir:

Abdullah b. Mesud radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: “Uğursuzluk şirktir, uğursuzluk şirktir.” Bunu üç defa tekrar etmiştir. “Bizden hiçbir kimse yoktur ki, ona bu his gelmesin. Fakat Allah kendisine tevekkülle bu duyguyu giderir.”[14];

 Katen b. Kabîsa, babası Kabîsa’nın “Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim” dediğini rivayet etmiştir: “Kuş uçurarak falcılık yapmak, uğursuzluk, falcılık için çizgi çizmek Allah’tan başkasına tapmadır.”[15]

Hadiste geçen “Allah’tan başkasına tapmak” diye tercüme edilen “cibt” kelimesine gelince; bu, Nisa Suresi’nde geçen ve tağutla birlikte zikredilen bir kelimedir. Ayette şöyle buyurulmuştur: “Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Onlar, cibte ve tağuta inanıyorlar…” (Nisa, 51). Âlimler buradaki “cibt”’ten maksadın Allah’tan başka kendisine tapılan her şey olduğunu söylemişlerdir. Bu itibarla puta, sihirbaza, gaybdan haber veren kâhine ve şeytana bu ismin verildiğini zikretmişlerdir. 

c. Bazen kulun hatırına bu gibi düşünceler gelebilir. Müslümana yakışan Allah’a tevekkül ederek ve uğursuzluğa vesile olan sebepleri ortadan kaldırarak kalbine gelen bu tür düşünceleri atması ve Rabbine tevbe etmesidir. Bu hususta da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den şu hadis rivayet edilmiştir:  

Muâviye b. el-Hakem es-Sülemî diyor ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bizler Cahiliye dönemi yeni olan insanlarız. Allah bizlere İslam’ı getirdi. Bizden bazı adamlar gaybdan haber veren kâhinlere gidiyorlar” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Gitmesinler” buyurdu. “Bizden bazı kişiler uğursuzluk yapıyorlar” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Bu, onların içlerinde hissettikleri bir duygudur. Bu onları işlerinden alıkoymasın” buyurdu.[16]

Abdullah b. Ömer radıyallahu anhuma’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Eğer bir şeyde uğursuzluk beklenirse; evde, kadında ve atta beklenir” buyurmuştur.[17]

Bu hadiste Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem uğursuzluk diye bir şey olmadığını, ancak insanın bazen devamlı beraber olduğu üç şeyden yer yer rahatsızlık hissedip onları uğursuz gibi görebileceğini beyan etmiş ve böyle bir duruma düşenin gereğini yaparak huzurlu yaşamaya devam etmesini emretmiştir. Burada insanın satın aldığı atın, içinde yaşadığı evin ve evlendiği kadının beklediği gibi çıkmaması durumunda bunu uğursuz gibi telakki edebileceği vurgulanmıştır. Yoksa bunların gerçek anlamda uğursuz oldukları ifade edilmiş değildir. 

d. Uğursuzluk inancına kapılan kişiye, “müşrik oldun” diye hemen hüküm verilmemelidir. Çünkü her uğursuzluk düşüncesine kapılma kişiyi şirke düşürmez. Yukarıda geçen hadislerden de anlaşıldığı gibi bazen insan bir şeyi uğursuz görme düşüncesine kapılabilir. Sonra Allah’a tevekkül ederek onu bırakır. Buna “müşrik oldun” demek oldukça riskli bir davranıştır. 

e. Bir şeyi hayırlı görmek caizdir. İslam’da uğursuz saymak yasaklanmıştır. Fakat bir şeyi iyi görmek, onun hakkında iyimser olmak, insanlara moral vermek caizdir. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den şu hadis rivayet edilmiştir:

Ebû Hüreyre radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Uğursuzluk diye bir şey yoktur. Bu konuda en hayırlısı iyimser olmak, uğurlu görmektir.”  “Ey Allah’ın Rasûlü! Uğurlu görmek nedir?” diye sormaları üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem“Sizden birinizin duyduğu (moral veren) güzel sözdür” buyurmuştur.[18]

5) Allah’tan Başkasına Yemin Etmek

Hadislerde şirk veya küfür diye vasıflandırılan meselelerden biri de Allah’tan başkasına yemin etmektir. Çünkü kendisine yemin edilen, yemin eden tarafından yüceltilir, tazim edilir. Hâlbuki yüceltilme sadece Allah Teâlâ’ya mahsustur. Bu nedenle hadisler yeminin yalnız Allah adına yapılmasını emretmiş, bunun dışındaki şeyler, İslam’da kutsal olsalar dahi, onlar adına yemin edilmesini yasaklamıştır. Velev ki bu şey Kâbe olsun yahut Kur’ân-ı Kerîm olsun veya yemin edenin anne-babası olsun. Nerede kaldı ki tağutlara, ölülere, şeytanlara, putlara yemin edilsin. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hususta çeşitli hadislerle konuya açıklık getirmiştir. 

a) Yemin yalnız Allah’a yapılır.

Allahu Teâlâ dışında herhangi bir şeye yemin etmek yasaklanmıştır. Konu ile ilgili olarak şu hadisler rivayet edilmiştir: 

Abdullah b. Ömer radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kim yemin edecek olursa, yalnız Allah’a yemin etsin.” Kureyşliler atalarının adına yemin ederlerdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Atalarınızın adına yemin etmeyin” buyurdu.[19]; Abdullah b. Ömer radıyallahu anh başka bir rivayetinde diyor ki: 

Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh bir kafilenin içinde yürüyüp babasının adına yemin ederken, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona yetişti ve şöyle buyurdu: “Dikkat edin! Allah sizlere atalarınızın adına yemin etmeyi yasakladı. Kim yemin edecek olursa, Allah’a yemin etsin veya sussun.”[20]

b)   Putlar ve tağutlar adına yemin edilmesi

Putlara ve tağutlara, kasıtsız olarak yemin etmek: Eğer bir kişi kasıtsız bir şekilde, dilin alışageldiğine göre, bir puta veya tağutlaştırılmış herhangi bir şeye yemin edecek olursa kasıt bulunmadığından bu yemin, onu yapanı dinden çıkarmaz. Fakat bunu yapanın Kelime-i Şehâdet getirip tevbe etmesi gerekir. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den şu hadis rivayet edilmiştir: 

Ebû Hureyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Kim yemin eder de yemininde ‘Lat, Uzza putlarına yemin olsun’ derse, Lâ ilâhe illallah, desin.”[21] Buhârî bu hadisin izahında şöyle demektedir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu tür yemin edene ‘Lâ ilâhe illallah, de’ diye emretmiş fakat buna kâfirlik isnat etmemiştir. Çünkü burada putlara yemin kasıtsız bir şekilde yapılmıştır. 

Putlara ve tağutlara kasıtlı olarak yemin etmek: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kasıtlı bir şekilde herhangi bir puta veya putlaştırılmış bir şeye yemin etmenin Allah’a ortak koşmak olduğunu, yemin edeni yerine göre dinden çıkarıp kâfir edeceğini beyan etmiştir. Bu hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den şu hadisler rivayet edilmiştir:

Sa’d b. Ubeyde diyor ki: Abdullah b. Ömer radıyallahu anh bir adamın “Kâbe’ye yemin olsun ki” dediğini duydu ve ona “Allah’tan başkasına yemin edilmez. Çünkü ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ‘Kim Allah’tan başkası adına yemin ederse, şüphesiz ki o kâfir veya müşrik olur’ buyurduğunu işittim” dedi.[22]

Bureyde el- Eslemi diyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kim emanete yemin ederse, bizden değildir.” [23]Buradaki “emanet”ten maksat, Allah’ın bize emanet ettiği ibadetler, itaatler, kulların bize bıraktıkları emanetler, bizden aldıkları sözler ve tüm emanetlerdir.

Hattâbi diyor ki: Çünkü Allahu Teâlâ kendisine veya sıfatlarından birine yemin edileceğini emretmiştir. Bize emanet ettiği şeyler ise, Allahu Teâlâ’nın sıfatlarından biri olmayıp, emirlerinden biridir. Allah ile emirlerini eşit tutmak yasaklanmıştır.

Kanaatimizce: Toprağa, vicdana yahut mukaddesata yemin etmek de bu hadiste yasaklanan “emanete yemin etmeye” benzemektedir. Bu itibarla bu tür yeminler meşru değildir. Bunu yapanlar ise, en azından günahkâr olurlar. Yemin ettikleri şeyi Allah gibi kutsarlarsa küfre düşerler. 

c) Tağutlar haricinde herhangi bir şeye yemin etmek

Kasıtsız bir şekilde, dillerin alışageldiğine göre, babalara veya kişilerin kendi hayatlarına yemin etmelerine, boşa yapılan yemin anlamına gelen “Yemin-i Lağv” adı verilmiş ve bunu yapanların sorumlu olmayacakları belirtilmiştir. Zira bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah sizi, kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat bile bile yaptığınız yeminlerinizden sizi sorumlu tutar…” (Maide, 89)

Şayet kişi, putlar ve tağutlar dışındaki herhangi bir şeye kasıtlı olarak yemin ederse günahkâr olur. Yerine göre şirke düşmüş de olabilir. Allah’tan başkasına kasıtlı olarak yemin eden, yemin ettiği şeye Allah Teâlâ gibi tazim ederse şirke düşer. Böyle bir tazim etmezse harama sürüklenmiş olur. 

Diğer yandan her Allah’tan başkasına kasıtlı olarak yemin edene “müşrik oldun” deme hususunda acele etmemek gerekir. Ancak bu tür yeminleri yapanların da büyük bir uçurumun kenarında oldukları açıktır. Bunu söylemekten geri durmak, din-i mübini tebliğ edenlere yakışmamaktadır.

Günümüzde insanların Allah’a yemin etmeleri yerine bir kısım yeminler uydurarak Allah’ın dışındaki şeylere kasıtlı olarak yemin ettikleri her zaman müşahede edilmektedir. Bunların Allah’tan korkmadıkları gibi kullardan da utanmadıkları görülmektedir. Şimdi bunlara hangi hüküm verilecektir. Kâfir mi oluyorlar? Yoksa isyankâr mı? Şayet meselenin vahametine vakıf değillerse, cehaletleri kendileri için mazeret olacak mı? Yoksa olmayacak mı? İşte bu konuda kesin karar vermek oldukça zor ve risklidir. Saflar netleşinceye kadar, bunlar hakkında çekimser kalmak daha ihtiyatlıdır. Ancak her halükârda günahkâr oldukları açıktır. Biz bu gibi yeminleri yapanlardan ve yapanları hoş görenlerden Allah’a sığınırız.

6) Yağmuru Yıldızların Yağdırdığına İnanmak

Şöyle ki: Ayın gökyüzünde her ay yirmi sekiz menzili (görünüş safhaları) vardır. Ayın menzillerinin sayısı kadar yirmi sekiz yıldız bulunmaktadır. Bunların yıl boyunca nereden doğacakları bellidir. İşte bu yirmi sekiz yıldızdan biri ayın on üçüncü gecesi fecrin doğmasıyla batıda kaybolur. Hemen onun karşısında yine bu yıldızlardan biri doğudan doğar. İşte cahiliye dönemindeki Araplar, eğer ayın menzillerinde bulunan bu yıldızlardan birinin kaybolup diğerinin doğduğu anda yağmur yağarsa, bu yağmuru kaybolan yıldızın yağdırdığına inanıyorlardı. Bazıları da doğan yıldızın yağdırdığını sanıyorlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem işte bu batıl inancı iptal etti ve kâinatı sevk ve idare edenin yalnız Allahu Teâlâ olduğunu, yağmuru onun yağdırdığını, aksine inanmanın küfür veya nankörlük olduğunu beyan etti. 

Eğer bir insan, yağmuru Allah’ın yağdırdığına ve bir kısım yıldızların da yağmurun yağacağını gösteren alametler olduğuna inanırsa, bunun bir mahzuru yoktur. 

Şayet yağmurun yıldızın etkisiyle yağdığına inanırsa, Allah’a sıfatlarında ortak koşmuş olur. Zeyd b. Hâlid el-Cühenî radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Hudeybiye’de geceleyin (yağan) bir yağmurdan sonra bize sabah namazını kıldırdı. (Namaz) bitince insanlara yönelerek “Rabbinizin ne dediğini biliyor musunuz?” dedi. Onlar “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dediler. (Bunun üzerine Rasûlullah şöyle) buyurdu: “(Rabbiniz buyuruyor ki:) “Kullarımdan bir kısmı bana iman ederek, bir kısmı da (beni) inkâr ederek sabahladı. ‘Allah’ın fazlı ve rahmeti ile (bu gece) bize yağmur yağdı’ diyenler bana inanmıştır. Yıldızların yağmur yağdırmalarını da inkâr etmiştir. Fakat ‘şu veya bu yıldızın kayması sayesinde bize yağmur yağdı’ diyenler ise beni inkâr etmiş, yıldızlara inanmıştır.”[24]

Bu meyanda burçlara inanmak da şirke götürebilecek bir batıl inanıştır. Tarih boyunca bazı müşrik insanlar bu âlemin durumlarının değişmesini yıldızların durumlarının değişmesine bağlı olduğuna inanmışlardır. Bu inançta olanlar yıldızların durumlarını gözetleyerek bu dünyada meydana gelen mutluluk ve mutsuzlukların yıldızlardaki talihlerine bağlı olduklarına inanmışlardır. Ve bu anlayış günümüzde de değişik bir biçimde hala kendisini sürdürmektedir. Günümüzde modern şekilde müneccimlik, yıldızlara ve gök cisimlerine tapma hala hükmünü sürdürmektedir. Müneccimlik tarihe karışmış değil aksine modernleşmiştir. Müneccim; yıldızların hareketinden ahkam çıkaran kimseye verilen bir ad idi. Şimdi bu iş ile uğraşana ise, astrolog veya medyum denmektedir. Astrolog, yıldız falına bakan kimse demektir. Açıkça kâfir olanların yanında, nice Müslümanım diyen insanlar da hala yıldızların, burçların insanların hayatlarına etki ettiğine inanmaktadırlar. Nice Müslümanım diyenler de burçlara, hangi burçta doğdu ise o burcun özelliğini taşıdığına hatta burç fallarından yola çıkarak başlarına şöyle işler geleceğine, gökteki yıldız kümesi anlamındaki burçların insan kaderine etki ettiğine inanmaktadırlar ki; Allah muhafaza bu bir şirk amelidir.


[1]Bu konu Hasan Karakaya Hocaefendi’nin İslam Akaidi adlı eserinden özetlenerek hazırlanmıştır.

[2]Nisâ, 48,116 

[3]Müslim, Selâm 64; Ebû Davud, Tıb 18 

[4]Buhârî, Tıb 42, 50; Müslim, Îmân 374

[5]Bkz. İbni Manzûr, Lisânu’l -Arab, 12/232

[6]İbn Mâce, Tıb 39; Ebû Dâvûd, Tıb 17, Bu hadisin isnadında zayıflık bulunsa da şahitleri sebebiyle metnin bir kısmı hasen bazı kısımları sahih kabul edilmiştir. Dolayısıyla merfu olan lafızlarıyla delil getirilebilir.

[7]Bkz. Şevkâni; Neylu’l – Evtâr,8/241

[8]Konu ile ilgili olarak bkz. Aynî, Umdetu’l-Kârî, c.12, s.101

[9]Ebû Davud, Tıb 19; Tirmizî, Daavât 94

[10]İbni Kayyım, Za’dul- Mead, 2/166

[11]İbn Kayyim, Zâdu’l-Meâd, c. 2, s. 166

[12]Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 156

[13]Buhârî, Tıb 45; Müslim, Selâm 113, 114 

[14]Ebû Dâvud, Tıb 24; Tirmizî, Siyer 47. Tirmizi diyor ki: Buhari şöyle dedi: Süleyman b. Harb’den hadisin sonundaki “Bizden hiçbir kimse yoktur ki, ona bu his gelmesin. Fakat Allah kendisine tevekkülle bu duyguyu giderir.” İfadesinin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözü olmayıp, Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh’ın sözü olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. (Tirmizi, Siyer 47, No: 1614)

[15]Ebû Dâvud, Tıb 23; Ahmed b. Hanbel, c.3, 477 

[16]Müslim, Mesâcid 33; Ebû Davud, Tıb 23 

[17]Buhari, Nikah 17; Müslim, Selam 115,118, No: 2225.

[18]Buhârî, Tıb 43, 44; Müslim, Selâm 110 

[19]Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 26, Tevhîd 13; Müslim, Eymân 4 

[20]Buhârî, Eymân 4; Müslim, Eymân 3 

[21]Buhârî, Eymân 5, Edeb 74; Müslim, Eymân 5 

[22]Tirmizî, Eymân 8; Ahmed b. Hanbel, c. 2, 125. Tirmizi bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.

[23]Ebu Davud, Eyman 6, No: 3253

[24]Buhârî, Ezân 156, İstiskâ 28; Müslim, Îmân 125