31 Mart Olayları Ve Çıkarılacak Dersler

Tarihin Puslu Olayları – Nedim Bal / 2024 Mart / 136. Sayı

Geçmişi bilmek, yapılan hataları ve doğruları tespit edebilmemiz açısından önemlidir. Tarih şuuru ve tecrübesine sahip olmayan balık hafızalı toplumlar her daim hataya, aldanmaya, aldatılmaya, sömürülmeye ve düşmanın elinde oyuncak olmaya mahkûmdur. Bu sebeple devletlerin veya sosyal toplulukların tarihçesini bilmek, incelemek ve dersler çıkarıp geleceği planlarken bu tecrübelerden istifade etmek pek mühimdir. Hatta Müslümanlar kendi içlerindeki çalışmalarda bile geçmişte meydana gelen hadiselerden ibret ve dersler çıkarmalı ve bu tecrübeye göre geleceklerini inşa etmeye çalışmalıdırlar.

Şanı yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de geçmişte yaşanan kavimlerin yaptıkları ameller ve başlarına gelenlerle ilgili pek çok bilgi vermiş ve bu hadiselerden dersler çıkarmamızı istemiştir. De ki: “Yeryüzünde dolaşın da önceki milletlerin sonlarının nasıl olduğuna bakın.” (Rum, 42)   

“Andolsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır.” (Yusuf, 111)

Bizlerde bu maksatla, Osmanlı Devleti için bir dönüm noktası olan ve özellikle İslam dünyası için (Filistin, Kudüs, Mescidi Aksa ve İsrail gibi) olumsuz etkileri günümüzde halen devam eden 31 Mart vakasını mümkün olduğunca geniş bir çerçeveden almaya çalıştık. Bu maksatla Osmanlı Devletinin kuruluşundaki idari yapısından, Osmanlı Devletinin yükseliş dönemindeki İdari sisteminden, Osmanlı idari sistemi içinde görevli kimselerin sorumluluk ve yetkilerinden, devletin yönetildiği idari meclisler ve bunların mahiyetinden, devletin durgunluk dönemine  girmesinden, bu dönemde idari sistemde değişim rüzgarlarının esmesinden, içerden ve dışardan Meşrutiyet taleplerinden, kurumsal olarak batı tarzı bir teşkilatlanma girişimlerinden, devletin kökü dışarıda olan derin güç odakları tarafından nasıl kuşatılıp yönetildiğinden, devleti ahtapot gibi kuşatan o derin güç sahiplerinin sultan Abdülhamid’i meşrutiyeti ilan etmesi şartı ile padişahlığa getirmesinden, Abdülhamid’in bu şartı kabul etmesi ve sonrasında ülkenin içinden geçtiği olağan üstü şartları bahane ederek meşrutiyeti kaldırmasından, kendisini iktidara getiren güçlerin zıddına bir devlet politikası gütmesinden, bunun üzerine özellikle ülke dışındaki Hristiyan haçlı devletler ve onların ülke içinden devşirdikleri satılmış piyonları tarafından  Abdülhamid’in devrilmesi için yoğun bir çaba içine girilmesinden bahsettik.

Bu konuyla ilgili son yazımızda ise Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilişine kadar yaşanan süreçlerden çıkaracağımız çok önemli dersler ve ibretler konusunu ele alarak bitirmeye çalışacağız inşallah.

Çıkarılacak Dersler 

Birinci Ders:

Şayet devletler, birlik ve dirliği sağlamak, etkin bir güce ulaşmak istiyorlarsa; kişilerin bölgeler üzerinde nüfuz edinip kendi kişisel çıkarlarına hizmet etmemeleri, zulüm ve yanlışlıklara sapmamaları ve devletin gücünü zayıflatmamaları için merkezi otoritenin hâkim olduğu bir idari sistem benimsenmelidir. Yani bölgelerin örf ve adetlerine de dikkat ederek mülki idareciler merkezden atanmalı veya görevden alınmalıdır. Ayrıca atanan kişilerin kendi başlarına buyruk hareket etmemeleri için bölgelerin yapacağı her türlü siyasi, iktisadi, askeri faaliyetler ile bu faaliyetlerin sınırları, ölçüleri, usulleri Merkez İdare tarafından belirlenmeli ve atanan mülki amirler sıkı bir şekilde denetlenmelidir.

İkinci Ders:

Devlet liderlerinin hak ve hakikatten ayrılmamaları, ali kıran baş kesen olmamaları, zulüm ve adaletsizliğe sapmamaları, keyfi hareketler içinde bulunup devletin bekasını tehlikeye atacak işler yapmamaları için tabi olacağı bir hukuk ve hesap vereceği bir makam olmalıdır. Osmanlı Devletinde liderlerin yani padişahların tabi oldukları hukuk İslam şeriatıydı. Padişahın devlet adına yaptığı tasarruflar ile idare meclisinin (Divan-ı Hümayun) aldığı kararların İslam şeriatı hukukuna uygun olup olmadığını denetleyen ise şeyhülislamlık makamıydı.

Üçüncü Ders:

Devlet liderlerinin liyakatli olması kadar etrafındaki istişare meclisinin yani Şuranın da liyakatli olması çok önemlidir. Çünkü devletler liderleriyle ve onların etrafındaki kaliteli yardımcılarıyla var olur veya yok olurlar. Devlet idaresinde Şura önemlidir. Çünkü devlet Şûra’dan yönetilir. Fakat tebaasından mesul olan emir (lider) kendi asli görevlerini aksatır, görev ve sorumluluklarını yerine getirmez, devletin yönetildiği şuralar değersiz, pasif ve işlevsiz hale getirilir ve devlet Şura ile değil de ikili ilişkilerle veya güvenilir insanlar (!) eliyle yönetilmeye başlarsa o devlette artık tek değil çok başlılık hâkim olur. Artık her bir yetkili kendini devletin sahibi gibi görüp kendince devlet yönetmeye çalışır. Devlet başkanlarının oluşturduğu otorite boşluğunu dolduran her bir yetkili kendine yakın olan insanlarla iş tutmaya başlar. Artık liyakate değil sadece kör bir sadakate bakılır. Devleti bir arabaya benzetecek olursak liderin komutuyla herkes arabayı arkadan itip hedefine doğru ilerletmesi gerekirken kendisini devletin en yetkilisi gören her bir kimse arabayı kendi istikametlerine doğru çekmeye çalışır. Bu durumda devlet ilerlemez yerinde sayar, zayıflar ve çöker. Dolayısıyla devlet idare edecek liderler emanet olarak üzerlerine aldıkları “yönetme görevini” hakkıyla yerine getirebilmek için yöneteceği insanlarını ve meziyetlerini yakından tanımak, Şurasını ehil insanlardan oluşturmak, hakkaniyetli ve liyakatli görev dağılımı yapmak, yardımcıları arasında adil olmak zorundadır. Zira emanetin sahibinin hesabı çetin olur.

Dördüncü Ders:

Devlet başkanları, emirler, liderler oluşan veya oluşabilecek idari ve toplumsal sıkıntıları zamanında tespit ederek ferasetle çözebilmeleri için vazife verdiği insanların görevlerini yerine getirilip getirmediklerini yakından takip etmek, halkın içinde olmak, onların istek ve şikayetlerini dinlemek zorundadırlar. Tüm bunları değerlendirirken yine adil olmalı talep ve şikayetlerin haklı olup olmadığını araştırmadan peşin hükümlü olmamalıdırlar.

Beşinci Ders:

Eğer bir devlet başkanı kendi Şurasını değersizleştirerek pasif bir hale getirmişse, halktan kopuksa, ağzından çıkan fermanın yönetimde ve tabanda doğurabileceği sıkıntıların farkında değilse ve hepsinden önemlisi emanet olarak aldığı “YÖNETME” vazifesini artık günü kurtarmak için “İDARE ETME” siyasetine çevirmişse o devletin ve toplumun geleceği büyük bir tehlike altındadır.

Altıncı Ders:

Eğer bir devlet başkanı toplumun ve devletin sağlam temeller üzere var olabilmesi için idari, ilmi, iktisadi, askeri konulara gece gündüz demeden kafa yormuyorsa, bu hususlarda çalışmıyor ve etrafını da çalıştırmıyorsa o devletin bekası ve toplumun geleceği yine büyük bir tehlike altındadır. Osmanlı devletinin başına gelenlerde budur.

Yedinci Ders:

Osmanlı Devleti’nin hantallaşıp çöküş yaşamasının en büyük sebebi idari sistemin ilk dönem de olduğu gibi güçlü ve merkeziyetçi olmayışıydı. Çöküşe çare arayanların ‘idari sistemde yenilikler yapılması gerekiyor’ talepleri aslında doğru bir teşhisti.

Fakat reçete yani tedavi yöntemi yanlıştı. Bu yanlış reçete yani tedavi yöntemi maksatlı bir şekilde gündeme getiriliyor ve kurtuluşun tek çaresi olarak Osmanlı padişahlarına sunuluyordu. Kimdi bu yanlış tedavi yöntemlerini padişahlara tek çözüm yolu diye yutturanlar? Bunlar devletin tüm kademelerini ahtapotun kolları gibi sarmış olan masonlar ki bunların iki hedefi vardı; Osmanlı’yı ve İslam’ı yok etmek. Diğerleri ise kendi dinine, milletine, örfüne yabancılaşmış batı hayranı mankurtlaşmış bürokrat, yazar ve çizerlerdi. Bunların da tek hedefi vardı. Osmanlı’yı yıkarak yeni bir rejim oluşturmak. İki kesiminde hedeflerine ulaşması için yapılacak ilk iş; padişahın mutlak egemenliğini zayıflatıp yönetimde çok başlılığı tesis etmek. Bunu başardıkları an gerisi zaten çorap söküğü gibi gelecekti. Her iki kesimin kullandığı dil ise aynı idi. Bunlar, dilleri hak konuşup kalpleri batıldan yana olanlardı. Bu sebeple meşrutiyeti gündeme getirirken bu fikre taraftar bulabilmek ve halk nezdinde itibar kazanabilmek için “devletin gücü, alemi İslam’ın sancaktarlığı, İ’la- yı Kelimetullah’ın hakimiyeti” gibi son derece duygulu, hamasi söylemler kullanmaktan da kaçınmıyorlardı. O yüzden bu kesimin dili zahiren hakkı konuşurken kalpleri batıldan yana idi. İşte Osmanlı’yı kurtuluşa ulaştıracak yeni idari sistemin ancak batı tarzı bir yönetim olması gerektiği fikrini kabullendirmeye çalışanlarda Mithat Paşa gibi masonlar ile batı hayranı mankurtlaşmış kişilerdi.

Şayet devletler tarihte uzun soluklu var olmak istiyorlarsa kendi eğitim kurumlarından veya ocaklarından yetiştirip süzdükleri, şahsiyet, sadakat ve liyakatini iyi bildikleri, elinden dilinden emin oldukları insanlara görev vermek zorundadırlar.

Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus müminlerin ferasetidir. Müminler meseleleri değerlendirirken ve bir işe karar verirken hamasi duygu ve konuşmalara aldanmamalıdırlar. Velev ki bu konuşmaları yapan kimseler samimi olsa dahi. Müslümanlar söylem ile teklif edilen eylem arasındaki ilişkiye bakmalı, bu dengeyi gözetmelidirler. Söylem ve eylem çağrısı kalbe ve kulağa ne kadar hoş gelse de o söyleme ulaşmak için sebep dairesinde şartların olgunlaşıp olgunlaşmadığına bakılması ve bunun için hazırlık yapılması gerekir. Hamasi söylemler karşısında etkilenip henüz olgunlaşmamış meyvelerin tez canlılıkla dalından koparmaya çalışmak o meyveyi de o güne kadar yapılan emekleri de heba edecektir. Tarihte birçok kez Müslümanlar hamasi konuşmalar ve söylemlerle hiç de hazır olmadıkları birçok meselenin içine dalmış sonunda en büyük zararı yine kendileri çekmiştir. Sultan Abdulhamid kendisini şartlı olarak padişahlığa getiren o derin gücün gücünü kırmak için derinden çalışmış ve sabırla şartların oluşmasını beklemiştir.

Sekizinci Ders:

Bir hatayı, eksikliği tespit etmek kadar hatta ondan daha önemlisi tedavi yöntemini de doğru tespit etmektir. Akıl sahipleri, devlet ve toplumun zaaf içine düştüğü konularda çareler üretirken bu çareleri iyi düşünüp hesap etmesi ve kaş yapayım derken göz çıkarmaması gerekir. Dolayısıyla devletler veya sosyal topluluklar sorunlarla karşılaştığında önce bu sorunları meydana getiren sebepleri duygusallıktan uzak, tarafsız ve doğru şekilde incelemeli sonra bu sorunları giderecek vasat çözümler ortaya koymalıdırlar. Sebebi doğru tespit edilmeyen sorunlar ancak yanlış tedavi yöntemleriyle giderilmeye çalışılır ki bu durumda sorun daha da büyüyerek ve katlanarak devam eder.

Dokuzuncu Ders:

Osmanlı devletindeki zayıflamanın en büyük sebebi padişahların idareden, halktan ve dünyadan kopmasıydı. İstisnalar hariç duraksama ve çöküş döneminde padişahlar devleti yönetiyor gibi gözüküyor ama aslında yönetmiyor sadece vaziyeti idare ediyorlardı. Yönetim sadrazamlara, vezirlere, ağalara, paşalara kalmıştı. Peki, buna karşın üretilen çare ne idi? Padişahın daha çok idareden ve halktan kopması, elini eteğini devlet işlerinden çekmesi ve yetkilerini bir meclise devretmesiydi. Böylece Padişah sadece sembolik olarak onama makamı olacaktı. İşte bu yanlış teşhis batının Osmanlı idaresine ve aydınlarına yutturduğu en büyük yalandı. Ve bu yalanlarına kılıf bulmak için dini kavramları dahi kullanmış ve maalesef Müslümanları da yaldızlı propagandalarının tesirinde bırakarak taraflarına çekmeyi başarmışlardı. Neticede yönetimde getirmeyi arzuladıkları çok başlılık sisteminin temellerini atmaya muvaffak oldular. Hâlbuki ki Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminde uyguladığı idari sistem temel alınarak aksayan, yozlaşan yönler ıslah edilip yola devam edilebilirdi.

Onuncu Ders:

Osmanlı Devleti’nin içinde padişahın birinci yardımcısı bir mason, rejim değişikliğine direndiği için öldürmeyi planladıkları sultan Abdülaziz’inden sonra gelecek olan padişahta yine mason. Üstelik tüm bu olup bitenleri ferasetle görmesi ve tavır alması gereken şeyhülislamlık makamı da kişisel hırs ve ikbal kaygısıyla mason darbecilerin yanında yer alarak sultan Abdülaziz’in hal fetvasını veriyor. Buradan çıkarılacak en büyük ders, Müslümanlar, sahip oldukları devleti çökertmek veya ele geçirmek isteyen güçlerin her türlü oyunlarını boşa çıkarabilmeleri için güçlü bir istihbaratları olması gerekir. Tâ ki kimin kiminle ne iş tuttuğu bilinsin ve şerlerinden emin olunsun.

On birinci  Ders:

Osmanlı Devleti’nin idari kurumlarını habis bir ur gibi saran masonlar ile batı hayranı gaflet ehli idari kadrolar, ilmiye, yazar çizer takımı bir an önce meşrutiyetin ilan edilmesini istiyorlardı. Avrupa devletlerinin meşruti bir rejimi istemelerinin en büyük sebebi, gayri müslimlerin ve Müslüman azınlıkların önünü açarak birtakım imtiyazlar/ayrıcalıklar elde etmelerini sağlamaktı. Böylece elde edilen bu imtiyazlar ile gayri müslimler ve diğer azınlıklar kışkırtılarak bağımsızlık/özerklik talep edebileceklerdi. Bu da Osmanlı Devleti’nin adım adım parçalanması anlamına geliyordu.

Dışardaki açık düşmanın nihai hedefi bu iken asıl darbe içerdeki gaflet ehli idareci kadro ve bunlara ayak uyduran ilmiye, askeriye ve aydın kesimden geliyordu. Bunlara göre meşrutiyet rejimi ilan edilince memlekete özgürlük (!) gelecek ve tüm ekonomik, içtimai, fenni, askeri sıkıntılar çözülecekti (!). Çünkü Avrupalı sözüm ona medeni dostlarımız (!) öyle diyordu.

Evet, bu sakat anlayışın uzantılarını günümüzde de görmek pek mümkün. O gün nasıl ki; Avrupa emperyalist devletlerinin “eşitlik, hürriyet, adalet, özgürlük, medeniyet” vaatlerine kanarak Osmanlı Devleti üzerinde ameliyat yapılmasına razı olan gaflet ehli Müslümanlar var olmuşsa maalesef bugün de büyük şeytan Amerika’nın “size özgürlük getireceğiz, size adalet getireceğiz, size demokrasi getireceğiz” vaatlerine aldanarak kendi öz vatanlarını kafir emperyalistlerin işgaline açmış ve onlarla iş birliği yapmaktan çekinmemiş gaflet ehli Müslümanlar (!) var olmuştur. Bu durumun en acı örneği Irak ve Afganistan’dır. Irak ve Afganistan’da gaflet ve dalalet ehli kimseler, büyük şeytan Amerika’nın “özgürlük(!) ve zenginlik” vaatlerine kanarak ülkelerinin baştan sona işgal edilmesine zulüm, işkence, tecavüz ve gözyaşlarına boğulmasına çoluk, çocuk, kadın, genç, yaşlı milyonlarca insanın katledilmesine sebep olmuşlardır.

Dolayısıyla Müslümanlar yaptıkları ve yapacakları işlerin, verecekleri kararların uzun vadede kimlerin işine yarayacağını çok iyi kestirmeli ve asla kafirlere güvenmemelidirler.

İşte siz (müminler) o kimselersiniz ki, kâfirleri seversiniz. Halbuki onlar sizi sevmezler… Tenhada baş başa kaldıkları vakit ise, size olan kinlerinden ötürü parmaklarının uçlarını ısırırlar. Rasûlüm, de ki: “-Kininizle ölün, mahvolun.” Gerçekten Allah kalplerin kin ve hasetlerini tamamıyla bilicidir. (Âl-i İmran, 119)

On ikinci Ders:

Özellikle devlet ve ilim adamlarının feraset ve hikmet sahibi olmalarıdır. Feraset ve hikmet sahibi olmayan kimseler ne kadar alim, fazıl kimseler olsalar da eğer feraset ve hikmetten yoksun iseler kafirin gemisine rüzgâr olup bir devleti ve hilafeti yıkacak kadar gaflete düşebilirler.

Maalesef; meşrutiyeti kaldırıp yavaş yavaş devletin dizginlerini eline geçirmeye başlayan Sultan Abdülhamid’e içerden ve dışardan hayli baskı yapılıyordu. Fakat o tüm bu baskılara rağmen devleti ayakta tutmanın yollarını arıyor kafirlerin ve yerli işbirlikçilerin algı ve komplolarına karşı direniyordu. Fakat mevsim kötü bir mevsimdi. Gaflet ve ihanet sarhoşluğu her yeri sarmıştı. Kurt, büyük çınarın içine çoktan girmiş ve 150 yıldır bu çınarı içten içe kemirerek zayıflatmıştı. Sultan Abdülhamid gerek yerli gerek kafir kurtlar tarafından kemirilen bu koca çınarı adeta yandan küçük bir destek ile ayakta tutmaya çalışıyordu. Ama nafile çünkü çınarın gövdesi çok büyük ona nispeten onu ayakta tutmaya çalışanların sayısı ve gücü ise oldukça azdı. Üstelik gaflet içinde olan devlet adamları, şeyhülislamlar, alimler, şairler, yazarlar bile Sultan Abdülhamid’in içi çürüyen bu koca çınarı tutmaya çalıştığının farkında olmadan o eli kırmak için mücadele ediyordu.

On üçüncü Ders:

Müslümanlar, öz evlatlarının kimlerin elinde büyüdüğüne çok dikkat etmelidirler. Muhakkak ki çocuklarımızı büyütenler onların inanç ve fikirlerine de yön vereceklerdir. Bu sebeple çocuklarımızın gerek mesleki gerek fenni gerekse ilmi eğitim alacakları kişi ve kurumları iyi tespit etmeli, sıkı takip etmeli, gaflete mahal vermemeli ve kendi elimizle kendimize düşman yetiştirmemeliyiz.

Maalesef; Sultan Abdulhamid, ülkeye sanayi ve teknoloji gelsin devlet ve ordu kuvvetlensin diye yurt dışına fenni ilimler öğrenmeleri amacıyla gönderdiği hemen hemen bütün öğrenciler yurt dışında Avrupalılar tarafından inançları, fikirleri, ahlakları değiştirilmiş mankurtlar olarak vatana döndüler ve Sultan Abdülhamid’in yıkılması için en büyük gayreti gösterdiler.

On dördüncü Ders:

Sultan Abdülhamid’in padişahlıktan ve halifelikten azledildiğine dair tebliği yapan heyet 4 kişilik bir heyetti. Bu heyette şu kimseler bulunuyordu: Gürcü asıllı Arif Hikmet Paşa, Masondur. Esad Paşa; Arnavut asıllıydı.Padişahın önüne çıktıklarında, heyetin önünde önce o konuşmuş, her türlü saygı kurallarını bir yana bırakarak: “Millet seni azletti!” demiştir. Heyetin üçüncü üyesi; Ermeni Katoliği Aram. Hemen hemen bütün Ermeni ayaklanmasında yer almış, her fırsatta Padişaha duyduğu nefretini dile getirmiş ama Abdülhamid Han ona el sürmemişti. Heyetin dördüncü üyesi ise Selanik Milletvekili, Yahudi Emmanuel Karasu idi. Tanınmış bir Musevi aileden gelen ve Selanik’in ünlü avukatlarından olan Emmanuel Karasu, 1904’te Zürih’te yapılan Siyonist Kongresinden sonra, Padişahı özel olarak ziyaret etmiş ve başta Kudüs olmak üzere Filistin topraklarından bir kısmını Yahudilere satması ve bunun karşılığında da Osmanlı Devleti’nin tüm borçlarının silinmesi teklifini yapmıştı. Sultan Abdülhamid bu teklif karşısında öfkelenmiş ve “ecdadımın kanla aldığı topraklar parayla satılamaz” diyerek huzurundan kovmuştu. Aslında Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesine sebep olan olayların başında bu mesele yatmaktadır.

Bu teşebbüs fayda vermeyince İngilizler Osmanlı Devleti’nin başında Abdülhamid Han olduğu müddetçe Yahudi devleti kurulamayacağını anladılar ve Abdülhamid Han’ın devrilmesi için tüm güçleriyle mücadele verdiler. Abdülhamid Han devrildikten sonra ilk kurulan hükümette üç Yahudi bakan görev aldı. (Maliye, ticaret ve ziraat ile nafia yani bayındırlık bakanlıkları) Abdülhamid’i deviren ittihatçıların ilk icraatlarından biri de azınlıkların da toprak satın alabileceğine dair kanun çıkarmak oldu. Böylece Yahudiler geniş topraklar alarak kendi üzerlerine tapuladılar.

Sultan Abdulhamid’in tahttan indirildiğini bildiren heyette bir Yahudi, bir Ermeni, bir Gürcü, bir Arnavut bulunması ve hepsinin ortak özelliğinin mason olması aslında Osmanlı Meclisi ve üst yönetiminin kimlerin elinde olduğunun da acı bir göstergesiydi. Bu durum bize Abdulhamid’in neden meclisi feshetmek istediğini de anlatmaktaydı.

Buradan çıkarılacak en büyük derslerden biri de devletler, yapılar, topluluklar büyüdükleri oranda o büyüklüğü yönetecek liyakat ve sadakat ehli kimseler (yöneticiler) de yetiştirmek zorundadırlar. Şayet büyüme hızlı ama o büyümeyi yönetecek idari akıl ve güç zayıf kalırsa maalesef idari boşluklar liyakat ve sadakatinden emin olunmayan insanlarla doldurulmaya başlar. Düşman ve menfaatperestler devletin içine sızar. Bu da yavaş yavaş bir devletin, bir topluluğun sonu olur. Bu nedenle devleti yöneten üst idareciler sebepler dairesinde devletlerinin gelecek planlamasını yaparken bu devleti yönetecek kişiler içinde özel bir çaba ve planlama içinde olmalıdırlar.

Devlet adamlığı sadece günü idare etmek değildir. Devlet adamlığı ferasetle geleceğe bakıp sıkıntı ve ihtiyaçları tespit ederek çözümler üretmek, devleti ve toplumunu ayakta tutmaya çalışmaktır. Aksi durumda devlet adamları üzerlerine aldıkları sorumluluk emanetini zayi etmiş bir müflis olarak Allah’ın huzuruna çıkarlar.

On beşinci Ders:

Sultan Abdülhamid Han bir darbe ile devletin başından ve hilafetten azledilip derdest edilirken şu sözü söylemişti: “Benden sonra bu devleti 10 yıl idare etsinler, 100 yıl idare etmiş sayacağım!”

Sultan II. Abdülhamid’in tahttan darbe yapılarak indirilmesiyle yönetimi ele geçiren mankurtlaşmış batı hayranı beyinsizler devleti Birinci Dünya Savaşı’na sokmuş Kudüs, Medine ve Mekke gibi Müslümanlar tarafından kutsal sayılan yerler de elden çıkmıştır. Bunun yanında Balkanlar, Afrika, Mısır, Hicaz, Ortadoğu’daki topraklar da kaybedilmiştir.

Abdülhamid tahttan indirildiğinde takriben 7 milyon metrekare toprağa sahip olan Osmanlı Devleti bu süreçlerin sonunda 783 bin metrekarelik yeni bir devlete dönüşmüştür.

Kaybedilen sadece toprak değildir. Bu gelişmelerin sonucunda İslam coğrafyası on parçaya bölünerek emperyalistlerin sömürü ve işgaline açılmış ve Müslümanlar ehli küfrün karşısında himayesiz kalmıştır. Âlemi İslam’ın 600 yıl sancaktarlığını yaparak dini İslam’ı yeryüzüne yayma mücadelesi vermiş olan devletin yüzü bir anda doğudan batıya çevrilmiş, şanı yüce Allah’ın hükümleri terk edilerek İslam hukukundan vazgeçilmiş, işgalci Avrupa’nın kanun ve yasaları esas alınarak yeni bir rejim kurulmuştur.

Yeni kurulan rejimin muktedirleri, başta halifelik olmak üzere İslam ile alakalı ne varsa ortadan kaldırma çabası içine girmiştir. Kurulan yeni devleti “la dini” yani “din dışı” bir yönetim felsefesi üzerine inşa etmişlerdir.

Abdülhamid dönemine istibdat, baskı, diktatörlük diyenler, topluma eşitlik, hürriyet, özgürlük, adalet vaat edenler iktidarı ele geçirince Abdülhamid dönemini mumla aratacak zulüm ve zorbalıklara imza atmışlardır. Yeni rejimin muktedirleri, ülkenin birçok yerinde darağaçları kurarak kendi düşünce ve inançlarına katılmayan, Avrupai yaşam tarzına karşı direnen on binlerce masum insanı ulu orta darağaçlarında asarak yapılan devrimleri halka zorla kabul ettirmeye çalışmışlardır.

Tüm bu hadiseler 31 Mart Vakası bahane edilerek Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra 14 yıl gibi kısa bir süre içerisinde gerçekleşmiştir. Bu sebeple 31 Mart olayları Osmanlı devleti ve İslam dünyası açısından bir dönüm noktası sayılmıştır.

Sultan Abdülhamid kendi döneminde sadece içteki ve dıştaki düşmanlarla boğuşmamıştır. Aslında Abdülhamid’ i ve Osmanlıyı yıkan düşmandan daha ziyade gaflet ehli olan Müslümanların tutum ve davranışlarıdır. Batının etki ve algısı altında kalan Müslüman siyasetçiler, askerler, alimler, bürokratlar, yazarlar, şairler, çizerler hep birlikte Abdülhamid’in tahtan indirilmesi için var güçleriyle çalışmışlardır. Peki sebep? Devlet yıkılsın, şeriat kalksın, İslam yasaklansın ve iyice gavurlaşalım diye mi? Haşa… Olayların gidişatını kestiremeyip kimin gemisine bindiklerinin farkında olmayan o dönemin gaflet ehli Müslümanlarının elbette böyle bir niyetleri asla yoktu. Fakat Avrupa’nın estirdiği ve yerli işbirlikçilerinin yaydığı “kızıl sultan, diktatör padişah, istibdatçı padişah, o giderse her şey daha güzel olacak” propagandasının esiri olarak maalesef Müslümanlarda Abdülhamid’i diktatör, istibdatçı olarak görmüşler, eğer o giderse memlekette her şeyin düzeleceğine inanmışlar ve ondan kurtulmak için kafirlerin değirmenine su taşımaktan geri durmamışlardır.

Şanı yüce Rabbimiz kafirlerin bu planlarına bilmeden alet olan Müslüman büyüklerimizi bağışlasın.

Bu yaşananlardan çıkarılacak dersler şunlardır; devleti yönetenlerin çok büyük mesuliyetleri olduğu gibi yönetilenlerinde büyük mesuliyetleri vardır. Maalesef yönetilenler çoğu zaman oluşturulan dedikodu ve fitne rüzgarlarına çok çabuk kapılıp yanlış eğilimlerin içine düşebiliyorlar. Böylece hiç de arzu etmedikleri ve sonradan pişman olacakları sonuçların yaşanmasının baş sorumlusu olabiliyorlar. Günün sonunda devlette, hilafette, İslam’da elden çıkabiliyor. Bu nedenle idari fitnelerin olduğu zamanlarda Müslümanlar birlik ve dirliğin safında yer almalı, vahdet için çabalamalı, olumsuz düşünce ve eylemlere girişmemeli, günün sonunda kaybedilecekler ile kazanılacakları iyi hesap etmeli ve yaptıkları işlerin uzun vadede kimlerin işine yaradığını iyi düşünmeliler.

Şunu da asla unutmamak gerekir; Savaşanlarla savaştıranların niyetleri farklı olabilir. Eğer Müslümanlar bir savaşın içine girecekse kendilerini savaşın içine sokan ellerin kim olduğunun farkında olmaları lazım. Hamasetle hareket etmemeleri lazım. Hele ki Allah’ın, Rasûlünün ve İslam’ın düşmanları seninle bir olup senden olanı devirmek, yok etmek istiyor ve bu uğurda sana açıkça yardım ediyor, seni himaye ediyorsa o zaman bin defa düşünmek lazım. Ben acaba kime hizmet ediyorum diye? Son pişmanlık fayda vermiyor…

Son pişmanlık fayda vermez diyebileceğimiz ibretlik örneklerden bir tanesi de meşrutiyet yanlısı ve Abdülhamid Han aleyhtarı bir şeyhülislam hazretlerinin pişmanlık ifade eden sözleri: “Sultan Abdülhamid Han’ın hal edilmesi (tahtan indirilmesi) kararını destekledim. Ancak altı ay sonra anladım ki Abdülhamid’in siyasetteki ağırlığı bütün meclise denk ve hatta bu meclisten fazla idi”

Abdulhamid döneminde ona en ağır hakaretler içeren şiirler yazıp onun devrilmesi için çalışanlar cumhuriyet rejiminde yaşananları görünce feryadı figan eylediler ama nafile… İşte o azgın Abdülhamid düşmanı şairlerden bir tanesinin pişmanlık ifade eden şiiri:

“Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?

Feryâdım varır mı bârigâhına?

Ölüm uykusundan bir lâhza uyan

Şu nankör milletin bak günâhına.
Târihler ismini andığı zaman

Sana hak verecek, ey koca sultan.Bizdik utanmadan iftira atan

Asrın en siyâsî padişâhına.
Pâdişah hem zâlim, hem deli’ dedik

İhtilâle kıyam etmeli dedik.

Şeytan ne dediyse, biz belî’ dedik;

Çalıştık fitnenin intibahına.
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz

Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.

Sade deli değil, edepsizmişiz

Tükürdük atalar kıblegâhına.
Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena

Bir sürü türedi girdi meydana,

Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?

Yuh olsun bunların ham ervâhına!
Bunlar halkı didik didik ettiler

Katliâma kadar sürüp gittiler.

Saçak öpmeyenler, secde ettiler

Bir asi zabitin pis külâhına.
Hoş oldu cilvesi Cumhuriyetin

Tadı kalmamıştı Meşrutiyetin

Deccal’a dil çalan böyle milletin

Bundan gayri çare yok ıslahına.”

Takdiri ilahi o ki; halifenin devletin başından haksız yere indirilmesini destekleyen tüm gaflet ehli İslamcı alim, bürokrat, asker, şair ve yazarlar kurulan yeni rejimin muktedirleri tarafından büyük zulümlerine maruz kalmışlardır. Allah’tan temennimiz gördükleri zulümler işledikleri günahlarının kefareti olur.

Selam ve dua ile …