Zamâna Yenik Düşen Müslümânlar!

Serbest Köşe – Said Özdemir / 2015 Ocak / 26. Sayı

Es-selâm diyorum O günlerin hasretini çekenlere…

Sonbahar da yaprakların birer birer düşüp yerleri süslemesiyle buz kütlesini andıran ömürlerimiz de bu seyrî tâkip etti. Daha dün gençliğin baharındayken şimdi ‘gençlikte gümledi gitti’. Kardeşim! Can dostum! Gaflet yumakları bir türlü etrafımızdan çekilmiyor ki biraz mâziye dalalım, asr-ı saadete gidip, onun pınarından kana kana içelim. Yeryüzünde yürürken gönüllerimizi Süreyya’ya takalım, uzaklardan gelen o nebevî atmosferi soluyarak ‘acziyet’le yoğrulmuş bedenimizi bir Ammar’ın, bir Ali’nin, bir Suheyb’in duyduğu özlemle birleştirelim.

Zamân çok değişti. Nerede o 50-55 derece sıcaklığın altında, kumların, açlığın ve susuzluğun içerisinde imân kokan sahra çölleri. Nerede bilgisayarlı, tabletli, akıllı telefonlu teknoloji yumağı içerisinde cehennem dehlizleri.

Onlar saadetli bir asrın umut yolcularıydı. Onlar Muhammed aleyhisselam’ın en güzîde ashâbıydı. Zamân onların umrunda bile değildi. İmânlarını asla değişkenliğe terketmiyor, gözlerini cennetten ayırmıyorlardı. Nesi vardı ki Mekke’nin!? Herkesin bildiği o meşhur yılların insanı olarak yaşadılar. İklimleri sert ve kuru, sıcaklığı etrafı yakıp kavuruyordu. Karınlarını doyuracak kadar yemek asla bulamıyorlardı.  Günümüzde Osmanlı’nın su çeşmeleri onların görmediği bir şeydi. Yandan cepli pantolonları hiç mi hiç yoktu. Marka takılmıyor ve taşımıyorlardı. Kimisinin teni zenci, kimisi esmer, bir kumaş parçasını alır vücudunu sarar iple bağlardı. İslâma girmenin, Allah’a kul olmanın, İmân etmenin ağırlığının ne olduğunu biliyorlardı. İşkence, hicret, eşinden, çocuğundan ayrılma, kıtlık, cihâd, şehid olmak ve bu uğurda sakat kalmayı göze alıyorlardı.

Sayıları az, imkânları kısıtlı, görevleri vakitlerinden çok, karşılarında duran düşmanları ise kaviydi. (1) Bir tane ilim öğrenecekleri mekân vardı, dardı. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den bir hadis dinlediklerinde yazacak kalemleri, sayfaları, hokka divitleri yoktu. Bir hadis duysalar, diğerini unutabiliyorlardı. Müzâkere edecek ortamları bile olmuyordu. Onlardan kimileri ezberledikleri kur’an’ı kitap olarak göremeden bu dünyadan gittiler. Amellerini iyi niyet gemisine bindirirsen gemi rotasını şaşırsa bile kazançlarında eksilme olmayacağını müjdelediler.

Onlar da zamânı 24 saat olan bir dönemde yaşadılar. Ne değişmişti ki? O şartlarda imân edip Mü’min olarak yaşayan nesil; zorlukları, sıkıntıları ve ilk nesil olmanın eksikliği yanında mükemmel bir imân tablosu oluşturup gittiler. Daha dünyadayken cennetlik olarak adım atıyorlardı. Yokluğun içerisinde var olmanın en güzel isbâtı oldular. Ortamın bozukluğundan şikâyet edip de bir yerlere kaçmadılar. Bir sona yürüdüler, kendilerini hazırladılar. Rablerinin râzı olacağı, öldüklerinde meleklerin düğün alayı gibi onları karşılayacakları bir sondu bu… Sahâbeden Abdullah b. Sâbit radiyallahu anh vefat ettiğinde kızı, babasına hitâben: “Allah’a yemin ederim ki ben senin şehid olacağını umuyordum. Sen bunun için hazırlığını da yapmıştın (fakat olmadı.)” diye seslenmişti. Bunu duyan Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem de: “Şüphesiz ki Allah, onun mükâfatını niyeti ölçüsünde gerçekleştirecektir (yani niyeti şehid olmaksa şehidlik mükâfatı alacaktır)…” (2) buyurmuşlardı.  Bir gün Abdurrahman bin Avf’a bir yerde güzel bir yemek ikrâm edilmişti. O gün de kendisi oruçlu idi. Tam iftâr edeceği zamân, gözleri yaşlar içerisinde: 
“Benden çok hayırlı olan Mus’ab bin Ümeyr şehîd olduğunda, onu bir kumaş parçası ile kefenledik. Başını örttüğümüz zaman, ayakları açık kalıyor, ayaklarını örttüğümüz zaman başı açık kalıyordu. 
Sonra Hazret-i Hamza şehîd oldu. O da benden çok üstündü. Onu da zor şartlar altında defnettik. Onlar benden çok hayırlı olduğu hâlde, dünyayı bırakıp gittiler. Sonra bize dünya kapısı açıldı. Türlü türlü ni’metlere kavuştuk. Bunların hesâbını nasıl vereceğiz” deyip ağlamaya başladı. 
Oruçlu olduğunu unutup, iftâr yemeğini bile yemedi. Zaten o günleri hatırlayınca yemek yiyecek hâli de kalmıyordu. Hepsi de böyle bir hâl üzere dünyayı bırakıp gittiler.

Aradan yüzyıllar geçti. Asırlar birbirini izledi. Zamânın içinde yer alan düşmanlar gaflet ağlarına müslümanları takmayı başarmışlardı. Şöyle etrafımıza bir bakalım; Dünya bir köy olmuştu teknoloji sayesinde. İstediğimiz her bilginin bir tuşla önümüze geldiği, hiçbir yolculuğa çıkmadan dünyanın öbür ucunda ki âlime, kitaplarına ulaşabileceğimiz bir zamân geldi. Ulaşım araçları gâyet hızlı, imkânlarımız çoktu. Namaz kılmak istediğimiz de bile klimalar çalışıyor, sıcaklık nedir hissetmiyor, adım başı camilerimiz, ilim yuvalarımız, mescidlerimiz vardı. Evlerimiz gâyet konforlu, televizyonlarımız plazma, her şey desen desen duvardaki boyayla uygun bir âhenk içerisinde dekorunu koruyordu. Pencerelerimizde perdelerimiz bile vardı. En ufak bir uyumsuzlukta milyarlar harcayıp değiştirebiliyorduk. Hac etmek istediğimizde uçaklara biniyor, lüks otellerimiz klimalarıyla hemen yakında emre âmâde duruyordu. Bedir’e savaşa gitme ve Uhud meydanına inme sıkıntımız da yoktu. Ramazân ayı geldiğinde en ufak bir şeyden dolayı oruç tutmuyorduk. Sahâbenin bulup da şükrederek yediği birkaç hurmayı sadece tadımlık/özlemli olsun diye soframızda bulunduruyor, çeşit çeşit yemeklerden onları düşünmüyorduk. Sa’d bin ebi vakkas bir gün boykot günlerinde yemek için deri parçası bulduğunda çok sevinmişti. Biz ise sofralarda önümüze gelen yemekleri beğenmez olduk, hep daha güzel hep daha özel istedik. Rasûlullah’ın çamur kokan evine nazaran göklere uzanan binaları kendimize mesken edinip aşağıları inmeyi aşağı saydık. Nimetler içerisinde kendini kaybedenlerden olduk.

Sahâbenin o dönemlerde gözleri yaşlarla peygambere bakarken tek sıkıntıları; bu dünyadan imânlı bir şekilde, Allah’ın râzı olduğu kullar arasına girerek gitmekti. Bizim de kendimize göre sıkıntılarımız vardı; tabiatın bozulması, gıdaların doğal olmayışı, meyve-sebze de hormon tehlikesi, mânevî olarak çöküntülerin olması, ailelerin sarsılması, cemaatlerin dağılması, hilâfetin yıkılması, faizin, içkinin, zinanın çoğalması daha neler neler. İşte bu zamânın kod adları oldu bunlar.

Zamânın getirdiği yeniliklere maalesef yenik düştü müslümanlar. Ömür frekanslarımız bir türlü asr-ı saadet yaşamını bulamaz oldu. Her geçen zamân bir öncekini özletir hale geldi. 95-2000’li yıllarda yapılan evlilikleri, dâvetleri bize anlatırlardı; Erkek olsun bayan olsun, tüm kardeşler ihlâs ile kuşanmış ve dünyalık bir dertleri yoktu. Erkeği ile bayanı vızır vızır çalışıyor, şu faaliyet bu çalışma, camide, mahallede ders vb. etkinlikler derken, gündüz yoğun bir mesai, yorucu ama müthiş bir mânevi depo, beyinsel olarak yarına odaklanmış bir bilinç ve azîm, bir şeyler yapmanın verdiği lezzet ve mânevi huzurla evlerine varırlardı.

Hatta evlenirken bile, eşinden mehir olarak sadece Fîzilâl takımını isteyen bacılar olduğu gibi eşinin çilekeş olmasını ve İslam için sıkıntılar çeken biri olmasını isteyen nice bayan kardeşlerimiz de vardı! Erkekler, güzellik değil takvâyı esas alırlardı. Şimdiler de Erkek manken mücâhide, bayan ise, hem mücâhid, hem yakışıklı, hem de zengin bir eş istiyor.

Bunun sonucunda ise evlerimizdeki gündemler; Güzel ahlâk, İslam’a hizmet aşkı, tevhid, cihâd, şehâdet, ilim, zikir olması gerekirken gündemimiz filmler, diziler, magazin, evlilik programları, araba, ev, iş, para-pul, elbiseler, evin dekoru, halısı oldu.

O yıllarda kardeşler haftalıklarını, harçlıklarını biriktirir, bir tane buhâri almak için mücâdele ederlerdi. Değişim furyası burayı da sarmıştı. Şimdilerde buhâriler, müslimler ve onların adı altında tefsirler, hadisler, ciltli eserler rafların arasında tozlanmaya yüz tuttu. Harf inkılâbını eleştirirken dönüp kütüphanelere bakmaz olduk. Birçok eserleri çürümeye mahkûm ettik. Söyler misin kardeşim! Moğollardan ne farkımız kaldı!?

Ey kardeşim! Bu nasihatim hepimize. Yüreğinde ne varsa sonsuzda o yankılanacak. O gün iyilik iyilikle, kötülük kötülükle karşılık bulacak. (3) Bir gün ki ne mallar, ne oğullar yarar sağlayacak. Ancak kalb-i selimle gelenler fayda bulacak. (4) O gün yürek pusulası nereyi gösterirse amel gemisi oraya demir atacak. Herkes gönlündeki niyetine göre yerini bulacak. Kimisi cennet bahçelerinde mesut kimisi cehennem çukurlarında bedbaht olacak. Öyleyse gelin, o gün gelmeden önce topyekûn içimize dönelim. Kalbimizin maddi sağlığını nasıl önemsiyorsak manevî sağlığını da öylece gözetelim. Evimizi kirden çöpten arındırdığımızdan daha fazla gönül evimizi temizleyelim. Zamânın değişmesine inât, biz hep mü’min kalalım.

Son olarak;

Özlüyorum mehri için Ebu Talha’ya Müslüman olmayı şartı koşan Ümmü Süleymi

Elbise bulamayıp şehadete talip olan siyahi Cüleybibi

Bir âbâya sığınıp da soğuklarda donan kütükte doğranır gibi doğranarak cennete kanat çırpan Mus’ab’ı

Özlüyorum sobasında kuru ekmeği kızdırıp yiyerek kendisini mücâleye hazırlayan kemalleri

Kardeşlerinin acısını hissetmek için kara kışın soğuğunda balkonda bir örtüye sarılarak uyuyanları, her gün mezara gidip kendini ölüme hazırlayan bilâlleri

Özlüyorum tebliğ için fırsat kollayan, servis aracında gidiş-gelişlerde islâmı anlatan hikmetleri

Bize şehâdetin gelmemesi günahlarımızdan dolayıdır diyen Fehmileri

Bu değişimlere dur diyecek zamânı umursamayan müslümanları

Özlüyorum…Özlüyorum..!

————————–

1. Güçlü

2. Ahmed, Müsned V,446.

3. Rahmân Sûresi: 60. Âyet; Yunus Sûresi: 27. Âyet; Zilzâl Sûresi: 7. ve 8. Âyetler.

4.  Şuârâ Sûresi: 88 ve 89. Âyetler