Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2020 Ocak / 86. Sayı
Sözlükte; “Allah azze ve celle’ye güvenmek” anlamındaki vekl kökünden türeyen tevekkül “birinin işini üstüne alma, birine güvence verme; birine işini havale etme, ona güvenme” manalarına gelir.
Tevekkül dini bir terim olarak “bir kimsenin kendini Allah azze ve celle’ye teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece O’na güvenmesi” şeklinde tanımlanmaktadır.[1]
Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde defalarca zikredilen tevekkül, İslam’ın en temel değerlerinden birisidir. Bu nedenledir ki tevekkül kulun tercihine bırakılmamış, Rabbin bir emri olarak çoğunlukla “Müminler ancak Allah’a tevekkül etsinler; sen, o ölümsüz ve daima diri olana tevekkül et…” şeklinde emir kalıplarıyla zikredilmiştir.
Tevekkül, iman etmiş olmanın tabii bir gereğidir. Tevekkül, imanın sağlamasının yapıldığı mühim bir noktadır. İman tek seferlik bir durum değildir. Zayıflayıp güçlenmesi ya da tamamen yok olması mümkündür. İman soyut ve değişken oluşu itibariyle kati olarak ölçülemez. Ancak tevekkül sayesinde kişi imanını bir nebze olsun hissetme imkanına kavuşur. Çünkü hakiki tevekkül sadece imandan beslenir.
Tevekkül, kişinin sırtını en güçlü olana yaslamasıdır. Müslüman, hayatın tüm debdebesine karşın arkasında dağ gibi duran, daima kendisiyle beraber olan yüceler yücesi Rabbini hisseder ve onun varlığından güç alır. Dağ gibi sorunların karşısında dağlar kadar metin yiğitlerin varlığı işte bu sayededir.
Tevekkül, Müslümanın işlerini kolaylaştırırken, ona düşmanlık eden şeytanın işlerini de zorlaştırmaktadır. Allah azze ve celle’ye tam bir teslimiyet ile bağlanmış, her işinde Allah azze ve celle’yi vekil kabul etmiş bir kimseyi şeytanın alt etmesi öyle kolay değildir. Şeytan bu hakikati çok iyi bildiğinden dolayı gözünü mütevekkil insanlara dikmiş ve onlarla olan mücadelesini, tevekküllerini yok etme gayesiyle devam ettirmiştir.
Şeytan tek bir şeyi arzulamaktadır. Rabbiyle bağını kesmiş ve gücünü kaybederek yalnızlaşmış insanlar… Bu insanları kendi tuzağına çekmek, onları rüzgar önündeki yaprak misali bir o yana bir bu yana savurmak şeytan için zor olmasa gerek… Bu nedenle, Müslüman kimse hem Rabbine yakın olmak hem hayatın bela ve musibetlerine göğüs germek hem de kendisini avlamak için gece gündüz pusuda bekleyen düşmanına galebe çalmak için elindeki bu kıymetli hazineye sahip çıkmak zorundadır.
Tevekkül, insanların çoğunun sahip olamadığı kıymetli bir hazinedir. Bela ve musibetle imtihan olunup da isyan eden, bağırıp çağıran, azgınlaşan nice insan vardır ki tevekkülden zerre nasipleri yoktur. Böyle insanlar, sebeplere sarılıp sonucunu ne olursa olsun Allah azze ve celle’ye bırakmayı bilmezler. Hele bir de Rabbin takdiri böyle kulların arzusuna tevafuk etmemişse o zaman durum çok daha vahimdir. Feryat figanlar, sızlanmalar, verdiği tüm nimetlere rağmen Allah azze ve celle’ye duyulan sitemler… Peki bu insanlar sabredip mükafatını Allah azze ve celle’den beklemek varken neden isyan etmektedirler? Tevekkül ile acıların üstesinden gelmek dururken niçin isyan ateşiyle acılarını dağlamayı seçmektedirler?
Tevekkül eden insanlar bu makama nasıl iki günde gelmedilerse, nasıl ki bunun ardında çeşitli manevi etkiler varsa bu durum tevekkülsüz insanlar için de geçerlidir. İnsanlar şeytanın tuzağına öyle iki günde düşmüyorlar. Bu sürecin de arkasında insanı adım adım Rabbinden uzaklaştırmaya sebep olan etkenler vardır. Şimdi bunları irdeleyelim.
1- İmani Zayıflık
Tevekkülsüzlüğün en büyük sebebi imansızlık ya da imanda gösterilen zaafiyettir. Tevekkül ve iman birbirinden ayrılmaz iki parçadır. Tevekkül tüm varlığını imana borçludur. Allah azze ve celle’ye karşı hüsnü zannı olmayan bir kimse ona niye itimad etsin ki? Sahte ilahları varken niye ona iltica etsin ki?
Tevekkülün Kur’an-ı Kerim’de kullanılışına bakıldığında iki şey dikkatimizi çeker. Birincisi daima müminlere ait bir vasıf olarak kullanılması, ikincisi ise Allah azze ve celle’nin rububiyet ve uluhiyetiyle yakın ilişki içinde zikredilmesi. Şu ayetlere göz atalım.
“Eğer müminler iseniz yalnızca Allah’a tevekkül edin.” (Maide, 23)
“Musa, “Ey kavmim! Eğer siz gerçekten Allah’a iman etmişseniz, eğer O’na teslim olmuş kimseler iseniz, artık sadece O’na tevekkül edin” dedi. (Yunus, 84)
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, “İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun” dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” dediler. (Ali İmran, 173)
“Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal, 2)
Bu ayet-i kerîmelerde tevekkül etme ancak müminlere yakışır bir vasıf olarak zikredilmiştir. Tevekkül, Allah azze ve celle’nin gücünü kuvvetini ikrar etmenin bir şekli olduğundan dolayı bunun hakkını ancak iman etmiş olanlar verebilir. Çünkü inkarcıların dayandıkları, kendilerini nisbet ettikleri bir Allahları yoktur. Onlar sahte ilahların çevrelediği aciz kimselerdir. Sahte ilahlarına dayanıp güvenecek olsalar da sonları hüsrandan başka bir şey olmayacaktır. Oysa müminler öyle değildir. Onlar iman ettikleri andan itibaren o yüce yaratıcının gücünü, kuvvetini tüm bedenlerinde hisseder ve güvenirler. Bu yüce güce kulluk yapmak, sırtını ona yaslamak, yetişemediği yerde “Yetiş Ya Rabbi!” demek mümine eşsiz bir haz verir. Bunun en somut, en canlı örneğini sihirbazların iman etmesi olayında görürüz.
“(Firavun dedi ki:)Mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da (ibret olsun diye) sizin tümünüzü elbette asacağım”. (Sihirbazlar) Dediler ki: “Biz mutlaka Rabbimize döneceğiz”. “Sen sırf, Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde iman ettiğimiz için bize hınç duyuyorsun. Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak bizim canımızı al.” (Araf, 124-126)
Düşünebiliyor musunuz? Daha az önce firavunun hizmetinde bulunmuşlardı, makam ve mevki istiyorlardı. Dünyaya tamah etmişlerdi. Ama şimdi… Şimdi hakikat ile tamamen değiştiler. Rablerinden aldıkları güç ile sahte Rab olma iddiasındaki Firavuna meydan okuyorlardı. Korkacakları bir şeyleri yoktu. İman ederek ve geri dönmeyerek üzerlerine düşeni yapmışlar, gerisini de Allah azze ve celle’ye bırakıvermişlerdi. Onlardaki bu değişim imanın ve ondan doğan tevekkülün gücüydü.
Sihirbazlar, belki bir kaç saatlik bir iman ile bu makama ulaşmışlardı. Bu, Musa aleyhisselam için müjdeli bir haberdi. Ama Musa aleyhisselam’ı bekleyen başka imtihanlar vardı. Yanındaki herkes, sihirbazlar kadar mütevekkil değildi. İsrailoğulları, Allah azze ve celle tarafından gönderilen onca lütfa şahit olmalarına rağmen yine de sihirbazlar kadar olamamışlardı. Başları her sıkıştığında “Allah” demeleri gerekirken onlar “eyvah!” demekten bir türlü kurtulamadılar. Allah azze ve celle’ye bir türlü teslimiyet gösteremediler. Biz emredileni yapalım, Rabbim vekilimizdir, bizi yardımsız bırakmaz diyemediler. İsyan üstüne isyan ettiler ve en sonunda Firavundan daha beter kaybettiler.
“Firavun ve adamları gün doğarken onları takibe koyuldular. İki topluluk birbirini görünce Musa’nın arkadaşları, “Eyvah yakalandık” dediler. Musa, “Hayır! Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir” dedi. Bunun üzerine Musa’ya, “Asan ile denize vur” diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi. Ötekileri de oraya yaklaştırdık. Musa’yı ve beraberindekilerin hepsini kurtardık. Sonra ötekileri suda boğduk.” (Şuara, 60-66)
2- Marifetullah Hakkında Cahillik
Kur’an-ı Kerim’de tevekkülün zikredildiği yerlere baktığımızda Rabbimizin şanına, güç ve kudretine atıfta bulunulduğunu fark ederiz. Şu ayetleri inceleyelim;
“Sen, o ölümsüz ve daima diri olana (Allah’a) tevekkül et….” (Furkan,58)
Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Vekil olarak Allah yeter. (Nisa, 132. ayet)
Rabbimiz, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah’a tevekkül ettik. (Araf, 89)
Oysa kim Allah’a tevekkül ederse, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal, 49)
Tevekkül eksikliği bazen kişinin Allah azze ve celle’yi hakkıyla tanıyamamasından ileri gelir. Kişi, kendisini ne kadar zorlasa da böyle durumlarda tam teslimiyeti bir türlü başaramaz. Bu ise tevekkül etmeye çalıştığı zamanlarda onu yorar. İnsanlar tevekkül konusunda bebeklerin anneleriyle olan ilişkilerine ibretle bakmalıdır. Çünkü bir bebek annesini kokusundan, kıyafetinden, yüzünden tanımış ve kendisini koruyacağına dair tam bir itimad içine girmiştir. Annesinin kendisini yardımsız bırakacağını asla düşünmez. Bunun için annesi yanındayken kendisini güvende hisseder ve cesur davranır. Mütevekkil insanların durumları da böyledir. Rablerine karşı sonsuz güven içinde ve rahattırlar. İbrahim aleyhisselam’ın ateşe atılırkenki hali, İsmail aleyhisselam’ın bıçak altına girerkenki cesareti bu tevekkülün bir sonucudur. Onlar Allah azze ve celle için çıktıkları yolda Allah azze ve celle tarafından yalnız bırakılmayacaklarının bilinciyle hareket ettiler. Bu bilinç ile putları yıktılar, Firavunlara Nemrutlara meydan okudular. Kızıldenizle, ateşle burun buruna geldiklerinde dahi “acaba mı?” demediler. Teslim oldular ve kazandılar.
3- Şeytanın Tahakkümü
“Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hakimiyeti yoktur.” (Nahl, 99)
“Benim kullarım; senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün (hakimiyetin) yoktur.” Vekil olarak Rabbin yeter. (İsra, 65)
Şeytan, Allah azze ve celle ile kulu birbirine bağlayan tüm rabıtalardan nefret eder. Bu yakınlığı yok etmek ve yerine kendisiyle kuracağı bir bağ tesis etmek ister. Tevekkül ise bu noktada şeytanın önünde duran kocaman bir engeldir. Şeytan Rabbine hakkıyla güvenmiş kimseler için tuzaklar kursa da onlara nüfuz edemez. Şeytanın etki alanına girecek kimseler bellidir. İmani zaafiyete uğramış, Rabbinden uzaklaşmış, yalnız kimseler… Şeytan onlara kancayı kolayca atmış, benliklerini ele geçirmiştir. Onlar, farkında olmasalar da şeytanın emir eri olmuş ve kendi iradelerini kaybetmişlerdir. Artık, bu kimseler için birçok meziyetin geride kalması gibi tevekkül duygusu da çoktan kaybedilmiştir. Şeytanın sancağını diktiği bu kalpte Allah azze ve celle’ye güvenmek, işlerine vekil tayin etmek imkânsız gibi bir şeydir. Kul tevbe edip Rabbine yönelmediği sürece kalbindeki istiladan kurtulabilmesi mümkün olmayacaktır.
4- Kendini Müstağni Görme
(Ey Peygamber!) Heva ve hevesini (kötü duygularını ve nefsânî ihtiraslarını) kendisine ilâh edineni gördün mü?..” (Furkan, 43)
Kişinin kendisini olduğundan büyük kabul etmesi ve kendi kendine yeteceğini düşünerek Allah’tan yüz çevirmesi felaketlerin en büyüğüdür. Böyle bir kimseden tevekkül sahibi olmasını beklemekten ziyade imanını tazelemesi istenmelidir. Kendisini her şeyden üstün gören, gücünün ve servetinin her şeye yeteceğini düşünen bir kimse Allah azze ve celle’ye niçin dayanıp güvensin ki?
Bu durumda olan kimselerin akıbetleri Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde zikredilmiştir. İbret olması açısından Kehf Suresi’nde anlatılan bahçe sahibi iki kimsenin kıssasını paylaşmakta fayda var.
﴾32﴿ Onlara, misal olarak şu iki adamı anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekin bitirmiştik.
﴾33﴿ Bağların ikisi de yemişlerini verip hiçbir ürünü eksik bırakmamışlardı. İki bağın arasından bir de ırmak akıtmıştık.
﴾34﴿ Böylece adamın bol ürünü oluyordu. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: “Ben, servetçe senden daha zenginim; nüfusça da senden daha güçlüyüm.”
﴾35﴿ Böyle bir böbürlenme içinde kendine kötülük ederek bağına girdi ve şöyle dedi: “Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam.
﴾36﴿ Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Rabbimin huzuruna götürülürsem bile, hiç şüphem yok ki, orada bunun yerine daha iyisini bulurum.”
………
﴾42﴿ Çok geçmeden adamın ürünleri (felâketlerle) kuşatıldı. Sahibi, çardakları yere çökmüş haldeki bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü çırpınmaya başladı. “Ah” diyordu, “Keşke ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmamış olsaydım!”
﴾43﴿ Ona Allah’tan başka yardım edecek yandaşları da yoktu; kendisi de (bu felâkete) engel olamadı.
﴾44﴿ İşte burada yardım ve dostluk, Hak olan Allah’a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel âkıbeti veren yine O’dur. (Kehf, 32-44)
[1]. DİA, Tevekkül mad.