Kapak Dosya – Mahmut Varhan / 2014 Şubat / 15. Sayı
Alemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Mücâhidlerin rehberi olan son peygamber Hz. Muhammed Mustafa’ya, Allah yolunda cihad ederek onun getirdiği dini yücelten ve âfaka neşreden onun âline, ashabına ve bu mübarek yolda onların izinden giden tüm mü’minlere salât ve Selâm olsun.
Bilinmelidir ki; Müslümanların izzetli oldukları dönemlerde iman edenlerin imanlarını arttıran, onların kalplerini coşturan ve ruhlarının gıdası olan, iki kişi arasında bile asla tartışma konusu yapılmayan, hakkında tartışanların nifâk damgası yemelerine sebep olan ve samimi mü’minlerle yalancı münafıkları birbirinden ayırma özelliği bulunan Allah yolunda cihad etme farizası; İslam ümmetinin mahkûm ve mağlup olduğu, müslüman toplumların zillet bataklığında boğulmak üzere olduğu şu 20. ve 21. yüzyıllarda en fazla tartışma ve münakaşa mevzusu yapılmıştır. Cihad farizasının tarihsel olduğunu ve zaman tarafından neshedildiğini iddia edenlerden tutun da cihadı sadece “kalemle cihad”, “nefisle cihad” gibi bazı türleri ile sınırlı kabul edenlere kadar çok çeşitli açılardan bu mukaddes vazife itibarsızlaştırma operasyonlarına maruz kalmıştır. Bu münakaşa mevzularından birisi de cihadın hücûmî mi yoksa difâî mi olduğu, İslam’ın kılıçla mı yoksa sevgiyle mi dünyaya yayıldığı konusudur. Biz de Allah’ın izniyle bu makalemizde bu konuyu aydınlatmaya çalışacağız.
Öncelikle şunu ifade edelim ki Allah Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’de ve Rasûlullah aleyhisSelâm’ın sünnet’i seniyyesinde en fazla üzerinde durarak emrettikleri cihad farizasının sadece difâî/savunma amaçlı olduğunu iddia edenlerin hemen hepsi, cihad meydanlarından uzak olan ve İslamî hakikatleri ancak seminer ve konferans salonlarında ve masa başlarında tartışma ve münakaşa mevzusu yapan ilim ehlinden oluşmaktadır. Bunların arasında samimi ve ihlâslı kimseler bulunmakla birlikte; sû’i niyyet sahibi ve tahrifçi kişiler, “ulemâu’s-sû’” tabirine layık sultan uleması da bulunmaktadır. Bunlar dini tecdid iddiasında bulunan din tahripçileridir. Bunların pek çoğu batı uygarlığı ve çağdaş medeniyet(!) karşısında ruhen hezimete uğramış ve zilleti peşinen kabul etmişlerdir. Oryantalizm hareketinin mahkumları haline gelmiş, müsteşriklerin attıkları oltaya takılmışlardır. Birçokları da müsteşriklerin fikirlerini pazarlamakta ve âdeta müsteşrikâne düşünmektedirler. Bunlardan bazıları da oryantalistlerin bilinçli bir şekilde ve neticesini önceden planlayarak ortaya attıkları: “İslam’ın cihad emri, modern uygarlık ve çağdaş medeniyetimize terstir. Zaten İslam yeryüzüne sevgi ve barışla değil de kılıç zoruyla yayılmıştır” ithamlarına karşı; kendilerine göre İslam dinini bu ithamdan kurtarmak ve İslam’ı savunmak düşüncesiyle hemen harekete geçtiler ve oryantalistlerin dahice hazırladıkları tuzağa düştüler. İşte bu kimseler müsteşriklerin maksatlarını gerçekleştirerek, Allah Teâlâ’nın cihad emrini tahrif ve te’villerle çarpıttılar. Dediler ki: “Hayır, asla İslam dini kılıç zoruyla yayılmamıştır. Bilakis sevgi ve barış yoluyla yayılmıştır. Zaten İslam’ın cihad emri de sadece savunma amaçlı olup, saldırgan mütecavizlere karşı yapılır. Bize saldırmayan kâfir devletlere kılıç çekilmez…” Böylece asrı saâdette meydana gelen bütün savaşları bu ölçüye göre izah etmek için pek çok tekellüfatı irtikab ettiler ve cihadı emreden nasları zorlama te’villerle asıl mecrasından kaydırarak çarpıttılar. Neticede oryantalistlerin fitne ve hileleri başarılı oldu ve müslümanların nefislerinde cihad ruhu öldü. Bir taraftan müslüman ilim adamlarının elleriyle cihad ruhunu öldüren oryantalizm hareketi, diğer taraftan batılı yöneticilere ve onların ordularına İslam âlemini işgal ederek sömürmenin yollarını ve taktiklerini öğretiyorlardı. Batılı yöneticiler ve orduları da aciz bırakılmış ilim adamlarının liderlik edemediği, cihad ruhu öldürülmüş ve bunun sonucunda da cahil bırakılarak dünyevileşmiş müslüman toplumlardan ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan İslam âlemini baştan aşağıya işgal ettiler. Zâhiren çekilirken de saray uleması tarafından desteklenen ve en az kendileri kadar zalim olan, emirlerine âmade ve onların hizmetkârı olan korkuluk misali piyonlarını ve uşaklarını İslam ümmetinin başına musallat ederek çekildiler.
Batı uygarlığının karşısında şok olan ve batı medeniyetinin aldatıcı cazibesine kapılarak ruhen hezimete uğrayan bu saray uleması, daha da ileri giderek Kur’an-ı Kerim ve sünnet’i seniyyedeki sayısız nasları görmezden gelip, örümceğin evi misali indî te’villerle tahrif ettikleri bazı ayet’i kerimelere tutunmaya çalışmaktadırlar. Örneğin cihad hakkında ilk nazil olan ve savaşma iznini veren: “Kendilerine savaş açılan (müslümanlara, savaş konusunda) izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar. Şüphesiz Allah onları zafere ulaştırmaya kâdirdir” (Hacc: 39) ayet’i kerimesi ve: “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın, fakat haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez!” (Bakara: 190) ayet’i kerimesi gibi… Dediler ki: Bu ve benzeri bazı ayet’i kerimeler ifade etmektedir ki, müslümanlar ancak kendilerine savaş açan ve onlara zulmedenlere karşı savaşır ve kendilerini müdâfaa edebilirler. Yoksa müslümanlara savaş açmayan kâfir ve müşrik devletlere karşı kılıç çekemezler…
Biz de bunlara deriz ki: Endülüs İslam Devleti düştükten sonra müslümanlar sürekli toprak kaybetmiş, İslam ülkeleri tek tek işgal edilmiş, müslümanların izzet, namus ve şerefleri ayaklar altına alınarak çiğnenmiştir. Bu son asırda ise İslam hilafeti kaldırılmış, İslam şeriatı ilğa edilerek yürürlükten kaldırılmış ve müslümanlara her yönden savaş açılmıştır. Eğer sizler iddianızda samimi iseniz ve İslam’ın difâî/savunma savaşını emrettiğini kabul ediyorsanız, bütün bu işgallere ve mütecaviz kâfirlerin saldırılarına neden açıkça karşı çıkmıyor ve böyle bir durumda cihadın farz olduğu fetvasını veremiyorsunuz?! Neden bu savunma savaşında cihad meydanlarına çıkıp ilminizle müslümanlara liderlik yapmıyorsunuz? Bu da sizin gibi saray ulemasının niyetinin samimi ve ihlâslı olmadığını, aksine desteklediğiniz İslam düşmanlarının saltanatlarını takviye etmek ve devamını sağlamak için bu tür te’vil ve tahriflere başvurduğunuzu göstermektedir.
Diğer taraftan sizin delil olarak tutunmaya çalıştığınız naslar, cihadın nihâi hükmünü beyan etmekten ziyade cihadın belli merhaleleri ile ilgili naslardır. Burada özet olarak cihadın farz kılınma merhalelerini anlatmamız yerinde olacaktır:
1- Hicretten önceki merhale: Bu merhalede Allah Teâlâ savaşa izin vermemiş ve müslümanlara sabretmelerini emretmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: “Kendilerine: “Ellerinizi savaştan çekin, namaz kılın ve zekat verin!” denilen kimselere bakmaz mısın? Şimdi onlara savaş farz kılınınca onlardan bazıları insanlardan, Allah’tan korkarcasına veya daha fazla korkmaya başladılar…” (Nisâ: 77) Bu merhale tebliğ ve davet, fikren ve ruhen talim ve terbiye merhalesi olup; bu dönemin esası eziyetlere tahammül ve sabrederek yola devam etmektir. Bu merhalenin yapısı ve gereği hakkında Mekkî surelerde pek çok nass mevcuttur.
2- Cihada izin verme merhalesi: Hicret ile birlikte Allah Teâlâ Müslümanlara cihad izni verdi. Bu izinle Müslümanlar, kendilerine zulmeden ve onları yurtlarından çıkaran müşriklere karşı savaşma serbestliğini elde ettiler. Diledikleri takdirde ve maslahatlarının gerektirmesi halinde savaşmaları câiz görüldü. Bu bir emir ve farziyet değil, onların iradelerine bırakılmış, maslahatlarına uygun davranmaları serbestliği tanıyan bir izindi. Bu merhale hakkında şu ayet nazil oldu: “Kendilerine savaş açılan (müslümanlara, savaş konusunda) izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar. Şüphesiz Allah onları zafere ulaştırmaya kâdirdir” (Hacc: 39) İbni Abbas’ın belirttiğine göre savaş hakkında ilk nazil olan ayet bu ayet’i kerimedir.
3- Müslümanlara savaş açanlara karşı savaşılmasının emredilmesi merhalesi: Özellikle Bedir savaşından sonra Müslümanlar belli bir güç haline gelince, Allah Teâlâ onlara, kendileriyle savaşanlarla savaşmalarını emrederek cihadı farz kıldı. Bu dönemde Müslümanlar, kendilerine savaş açmayanlara saldırmıyor ve onları kendi hallerinde bırakıyorlardı. Bütün enerji ve kuvvetleriyle başta Kureyş olmak üzere kendilerine saldıranlara karşı savaşıyorlardı. Bu dönem de takriben Hendek savaşına kadar sürdü. İşte bu dönemde Müslümanlar savunma savaşı yapıyor, kendilerini müdâfaa ediyorlardı. Bu merhaleyle ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle ferman etmektedir: “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın, fakat haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez!” (Bakara: 190)
4- Son olarak Tevbe suresinin nazil olmasıyla cihadın nihâi hükmünün belirlendiği merhale: Bu merhalede Allah Teâlâ, Ehli Kitab da dâhil olmak üzere bütün müşriklerle savaşmayı Müslümanlara farz kıldı. İşte Allah Teâlâ’nın yolunda cihadın nihâi hükmü budur. Müşriklerle savaşmak hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Müşrikler sizinle topluca savaştıkları gibi, siz de onlarla topluca savaşın. Ve bilin ki; muhakkak Allah, muttakilerle beraberdir.” (Tevbe: 36) Ehli Kitaba karşı savaşmak hususunda da şöyle buyurdu: “Kitab verilmiş olanlardan; Allah’a da, ahiret gününe de iman etmeyen, Allah ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe: 29) Güçleri zirveye çıkan Müslümanlar da bu ilahi emre uyarak, hem müşriklere ve hem de Ehli Kitaba karşı savaşarak ülkeleri fethettiler ve diğer toplumların İslam’a girmeleri için tevbe ve rahmet kapısını ardına kadar açtılar.
Bu merhalelerle ilgili nasları en güzel bir şekilde değerlendiren şehid Seyyid Kutub şöyle demektedir:
“Muhakkak ki merhalelerle ilgili şu hükümler, Tevbe suresindeki son hükümler nazil olduktan sonra İslam ümmetinin herhangi bir durumunda kendisiyle amel etmesinin câiz olmayacağı şekilde neshedilmiş değildir. Zira farklı şartlar, mekânlar ve zamanlarda İslami hareketin içerisinde bulunduğu durum ve vâkıa; mutlak ictihad yoluyla o şart, zaman ve mekân için bu hükümlerden hangisinin daha münasip olduğunu belirler. Bununla birlikte -İslam ümmetinin bu nihâi hükümleri uygulama imkânını elde edeceği durum ve güce ulaştığı zamanlarda esas alınması gereken- bu en son inen hükümleri de asla unutmamak ve gözardı etmemek gerekir. Aynı Tevbe suresi nazil olduğu esnada ve daha sonraki İslamî fetihler döneminde olduğu gibi… Zira bu fetihler, ister müşriklerle muâmelede olsun ister de Ehli Kitabla muâmelede olsun bu en son nazil olan nihâi hükümler temelinin üzerine kurulmuştu.” (1)
“Eğer müslümanlar bugün vakıâları gereği bu nihâi hükümleri gerçekleştirmeye güç yetiremiyorlarsa, bu durumda onlar geçici olarak bu hükümleri uygulamakla mükellef olmazlar. Çünkü Allah hiç kimseyi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef tutmaz. Onlar için ilk merhalelerle ilgili hükümlerde genişlik bulunur ve bu hükümleri uygularlar. Tedricen ilerleyerek son inen nihâi hükümleri tatbik etme safhasına varıncaya kadar yollarına devam ederler. Bununla beraber bu nihâi hükümleri ifade eden nasları eğip bükerek, merhalelerin hükmünü ifade eden naslara uydurmaya çalışmamaları gerekir. Günümüzdeki zayıf durumlarını, güç ve kuvvet sahibi olan Allah Teâlâ’nın dinine mal etmemeleri gerekir. Allah’tan korkmaları ve “barış ve esenlik dini olduğu” iddiasıyla bu dini zayıf gibi göstermekten ve bozmaktan şiddetle sakınmaları gerekir. Evet, gerçekten bu din barış ve esenlik dinidir, fakat bütün insanlığı Allah’tan başkasına ibadet etmekten kurtararak, bütün beşeriyeti Allah’ın barış ve esenlik dini olan İslam’a girmelerini sağlamak temeli üzerine binâ edilmiştir. İşte insanların kendisine yükselmesi ve hayırlarından istifade etmesi istenen bu menhec, Allah’ın yöntemi ve yoludur. Bu herhangi bir kulun menheci ve insanlardan herhangi bir mütefekkirin mezhebi değildir ki, bu dine davet edenler nihâi hedeflerinin: “Bu dinin yolunda engel olarak duran bütün güçleri yok ederek ve ortadan kaldırarak, ferd ferd insanların bu dini seçip seçmemekte onlara tam anlamıyla hürriyet vermek” olduğunu ilan etmekten utansınlar.” (2)
Allah yolunda cihad farizasını, savunma savaşı gibi dar bir çerçeve ile sınırlı kılanlara deriz ki: Sizin bu iddianız, Allah ve Rasûlü’nün belirlemiş oldukları cihadın gayesine, farz kılınma hikmetine ve hedefine tamamen aykırıdır. Kurân-ı Kerim’i ve sünnet’i seniyyeyi dikkatle incelediğimiz zaman cihadın emredilmesinin pek çok hikmet ve sebeplerinden bazılarının şunlar olduğunu görürüz:
1- Müslümanların vaktiyle maruz kaldıkları zulme ve hâli hazırda devam eden tehlikelere karşı cihad meşru kılınmıştır. Burada gaye, İslam devletinin sınırları içerisinde yaşayan müslümanları ve onlara tâbi olan zımmîleri korumak ve İslam’ın hâkim olduğu topraklara yönelen her türlü tehlikeyi defetmektir. Bu gayeye şu ayet’i kerimeler işaret etmektedir: “Kendilerine savaş açılan (müslümanlara, savaş konusunda) izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar. Şüphesiz Allah onları zafere ulaştırmaya kâdirdir. Onlar, yalnızca “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmıyla bir kısmını defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi (dini) ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır.” (Hac: 39-40)
2- İslam devletinin sınırlarının dışında yaşayan ve zulme maruz kalan müslümanların üzerindeki baskı ve zulümleri ortadan kaldırmak için cihad farz kılınmıştır. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle ferman buyurmaktadır: “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardımcı yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisâ: 75)
3- Cihadın farz kılınmasının en önemli bir sebebi de yeryüzünde fitnenin kaldırılıp dinin yalnız Allah’ın olmasını; şirk, küfür ve inkârın alçaltılıp, kâfirlerin zelil kılınmasını; Allah’ın sözünün, şeriatının en yüce olmasını ve egemenliğin, hâkimiyetin sadece tek olan Allah’a ait olmasını sağlamaktır. Bu hususta pek çok ayet’i kerime ve hadis’i şerif bulunmaktadır ki, bazıları şunlardır: “Fitne kalmayıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (Bakara: 193) “Hani Allah, iki taifeden birini size vaadediyordu. Siz ise, kuvvetli bulunmayanın sizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da istiyordu ki; sözleriyle hakkı gerçekleştirsin ve kâfirlerin kökünü kessin. Ta ki suçlular istemese de, hakkı gerçekleştirsin ve bâtılı iptal etsin.” (Enfâl: 7-8)
Abdullah b. Ömer radiyallahu anhu’nun rivayet ettiği meşhur hadis’i şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet edinceye, namazı ikâme ederek zekâtı verinceye dek insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu yaptıkları zaman, kanlarını/canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Fakat İslam’ın hakkı (işledikleri suçlardan dolayı şeriatın onlara uygulanmasını gerektirdiği cezalar) müstesnâ olup, (gizli kalan suçları hususunda da) hesapları Allah’a aittir.”(3)
Ebû Mûsâ el-Eş’ari radiyallahu anh’ın rivayet ettiği meşhur hadiste de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Her kim Allah’ın kelimesi/şeriatı en yüce olsun diye savaşırsa, işte o kimse Allah’ın yolundadır.”(4)
İşte selefimiz olan sahabe’i kiram ve iyilikle onlara tâbi olanlar, bu ayet’i kerimelere ve hadis’i şeriflere lebbeyk diyerek hem İslam devletini ve müslüman toplumu korumak ve hem de bütün yeryüzünde ve tüm insanlık âleminde Allah’ın sözünün en yüce olması, O’nun şeriatının hâkim olması, müslüman ve gayri müslim herkesin ilâhî adâletin gölgesi altında yaşaması ve kâfirlerin söz, egemenlik ve sistemlerinin alçaltılıp zelil kılınması için cihad yolunda seferber oldular. Zalim saltanatları ve baskıcı imparatorlukları yıkarak, ilâhi adâletin ve İslam şeriatının hâkim olduğu büyük bir toplum, köklü bir devlet ve çok yüce bir medeniyet inşâ ettiler. O günden bugüne içeriden ve dışarıdan bu medeniyeti yok etmeye çalışan ve İslam’ı da diğer dinlerde olduğu gibi tahrif etmeye gayret eden binlerce çeşit düşmanlara rağmen hâlâ geldiği gün gibi taptaze ve yepyeni durmaktadır. Allah’ın izniyle yakın gelecekte yine önceden olduğu gibi bu ilâhî adâlet olan şeriat’ı ğarra ve İslam medeniyeti tekrar yeryüzüne ve insanlık âlemine hâkim olacak, istikbâlin sâdaları içinde en gür sâda İslam’ın olacaktır.
Şimdi ey şeytanın verdiği vesveselerle, Allah’ın yolunda cihad etme mefhumunu dar kalıpların içine hapsederek hem kendileri hakiki cihaddan uzak duran ve hem de toplumları i’lâ’i kelimetullah uğrunda cihad etmekten uzak tutan ve böylece cihad ruhunu söndüren tahrifçiler, sizler bu parlak neslin neresindesiniz?! Kendinizi hesaba çekiniz ve Müslüman toplumların maruz kaldığı zillet ve zulümlerde bir payınız olduğunu biliniz ve titreyiniz!
Cihadı, savunma savaşı gibi günümüzün dar kalıpları içine sıkıştırmak isteyenlere deriz ki: Sizin bu iddianız şaz bir iddia olup, bu iddianızda hiçbir selefiniz yoktur. Bu görüşünüz, selefimiz olan bütün mutemed âlimlerin söylediklerine ters düşmektedir. Bütün Müslümanlarca hüsnü kabul gören ve ittibâ edilen dört mezhebin de ittifakla kabul ettiği Allah yolunda cihadın hükmüne aykırıdır. Ezcümle:
Hanefi mezhebinin büyük fakihlerinden el-Kâsâni şöyle demektedir: “Cihadın farziyeti iki türlüdür: Zira eğer seferberlik hali değilse, cihad farzı kifâye olur. Yani cihad etme ehliyetine sahip olan herkese farz olur, ancak (yeterli derecede olan) bazıları bu vazifeyi yerine getirdikleri zaman farziyet (ve günah) diğerlerinden düşer. Şayet düşmanın bir beldeye saldırmasıyla seferberlik hali ârız olursa, bu halde cihada güç yetiren her bir Müslüman (düşmanı defetmek için) savaşmak farzı ayın olur.” (5)
Şafii fukahasının önde gelenlerinden olan İmamü’l-Harameyn şöyle demektedir: “Cihad bazen farzı kifâye olur, bazen de farzı ayın olur. Farzı kifâye olmasına gelince: Kâfirler kendi ülkelerinde durup, İslam ülkesinin etrafına saldırılar düzenlemedikleri halde onlarla savaşmak farzı kifâyedir. Fakihler derler ki: Halifenin, her sene en az bir defa kâfirlere savaş açması farzdır. Benim tercih ettiğim ise, usûl âlimlerinin yöntemidir ki, onlar bir sene ile tahsis etmezler. Fakat onlara göre cihad, güçle yapılan bir davettir. Dolayısıyla güç ve imkân ölçüsünde sürekli devam ettirilmesi gerekir. Tâ ki insanlar ya Müslüman olsunlar veya Müslümanlarla antlaşmalı olsunlar.”(6) “Farzı ayın olmakla nitelenen savaşa gelince, fakihler bunu da şöyle tasvir etmişlerdir: Kâfirler, İslam beldelerinden herhangi birine saldırdıkları zaman, onları defetmek farzı ayın olur.”(7)
Büyük Hanbeli fakihi İbni Kudame el-Makdisi şöyle demektedir: “Cihad farzı kifâye olup, yeterli derecede kimseler bu vazifeyi yerine getirdikleri zaman, diğerlerinden sâkıt olur. Düşmanla karşılaşma esnasında savaş meydanında hazır bulunanlara ve düşmanın saldırısına maruz kalan belde ahâlisine ise farzı ayın olur.”(8)
Maliki fukahasından olan İbni Cüzey el-Ğırnâtî ise şöyle demektedir: “Cihadın hükmü, âlimlerin cumhûruna göre farzı kifâyedir. Eğer düşman Müslümanların beldelerinden birine saldıracak olursa, o belde ahâlisinin düşmanı defetmesi farzı ayın olur. Şayet onların buna güçleri yetmeyecek olursa, onların yakınında bulunanlara farzı ayın olur. Eğer bunların hepsinin düşmanı defetmeye güçleri yetmezse, düşman defedilinceye kadar bütün müslümanlara cihad farzı ayın olur.”(9)
Konunun uzamaması için delilleri zikretmedik. Âlimlerin zikrettiği pek çok delilden bazılarına işaret etmemiz yerinde olacaktır. Ezcümle:
Genel olarak cihadın farz olduğunun pek çok delilinden bir tanesi şu ayet’i kerimedir: “Hoşunuza gitmediği halde, savaş üzerinize farz kılınmıştır. Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olabilir. Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216)
Kâfirlerin yurtlarında onlarla savaşmanın farzı ayın değil de farzı kifâye olmasının pek çok delillerinden biri şu ayet’i kerimedir: “Mü’minlerin hepsi de seferber olacak değildirler. Her topluluktan bir taifenin dinini iyi öğrenmek ve kendilerine döndüklerinde kavimlerini uyarmak üzere geri kalmaları gerekmez mi? Olur ki sakınırlar.” (Tevbe: 122)
Seferberlik ve düşman saldırısı esnasında cihadın farzı ayın olduğunun pek çok delillerinden biri Allah Teâlâ’nın: “Ey iman edenler, size ne oldu ki: “Allah yolunda topluca savaşa çıkın” denildiği zaman ağırlaşıp yere çakıldınız? Ahirete karşılık dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahirete göre pek azdır. Eğer topluca cihada çıkmazsanız Allah sizi can yakıcı bir azabla azablandırır. Yerinize başka (itaatli) bir kavmi getirir ve siz O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye güç yetirendir.” (Tevbe: 38-39) ayet’i kerimesi; bir diğeri de şu ayet’i kerimedir: “Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak (genciniz ve yaşlınız, süvari ve piyade, silahlı ve silahsız, zengin ve fakir hepiniz birlikte) savaşa çıkın ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için çok hayırlıdır.” (Tevbe: 41) Yine bir diğer delil de Hz. Âişe radiyallahu anha’nın rivayet ettiği şu hadis’i şeriftir: “(Mekke’nin) fethinden sonra artık (Mekke’den Medine’ye) hicret yoktur. Fakat cihad ve niyyet vardır. Savaşa (seferberlik halinde) çağrıldığınız zaman, hemen savaşa çıkın.”(10)
Açıkça görüldüğü gibi bütün müslümanlarca mutemed olan dört mezhebe göre de cihad iki türlüdür: Düşmanı kendi öz yurdunda talep etme ve düşman bize saldırmasa bile onların diyarında onlarla savaşmak ki, bunun hükmü farzı kifâyedir. Bu bir tahrip değil, imar hareketidir. Bu bir işgal ve sömürü değil, fetih ve gönülleri İslam’a açma hareketidir. Bu emr’i bi’l-ma’rûf ve nehyi ani’l-münker farizasının bir türüdür ve İslam’a davet etmenin zirvesidir. Bu kâfir ve müşrik olan toplumlarla İslam arasındaki siyasi ve askeri engelleri ortadan kaldırmaktır. O toplumların İslam’a girmeyi reddeden ve halklarının da İslam’a girmelerine engel olan siyasi ve askeri müstekbirlerinin ortadan kaldırılıp, siyasi ve askeri olarak Müslümanların otoritesi sağlandıktan sonra halklar İslam’a girmeye zorlanmazlar. İslam’a girmek ya da cizye vererek İslam toplumunun hâkimiyeti altında güven içerisinde yaşamak arasında seçim yapmak hususunda tam bir hürriyete sahip olurlar. Bu da her açıdan onlar için mutlak bir hayır olur. Zira İslam’a girerlerse hem dünya ve hem de ukbada felaha ererler. Şayet İslam’a girmeyip eski dinlerinde kalmayı tercih ederlerse, İslam devletinin hâkimiyeti altında tam bir emniyet içinde ve ilâhî adâletin gölgesinde yaşarlar. İşte sahabe’i kiram ve onlardan sonra gelenler cihadı böyle anlamış ve İslami fetihleri de bu şuur ve inançla yapmışlardır. Bunun neticesinde Müslümanların savaş ve yönetim ahlâklarını gören diğer toplumlar kâhir ekseriyetle İslam’a girmiş ve İslam’a büyük hizmetler yapmışlardır. Zalim kâfirlerin baskıcı ve otoriter rejimleri altında yaşayan halklar da Müslümanları kurtarıcı olarak görmüşlerdir. Gayri müslim olarak kalan zımmîler de asırlar boyunca İslam’ın adâletinin gölgesinde rahat bir şekilde yaşamışlardır. Bu söylediklerimizin en kuvvetli delili ve şâhidi parlak İslam tarihidir.
Farzı ayın olan cihada gelince: Bu da İslam toplumunu ve İslam devletini her türlü tehlikeye ve her türlü düşman saldırılarına karşı korumaktır.
Hülasa: İster savunma savaşı olsun ister de saldırı savaşı olsun genel olarak cihadın hükmü farz olmasıdır. Bu farziyetin niteliğinin farklı olması neticeyi değiştirmez. Zira farzı kifâye olan talep ve fetih cihadı ihmal edildiği ve yeterli derecede yerine getirilmediği zaman bütün Müslümanlar günahkâr olurlar. Diğer taraftan İslam âleminin her tarafının işgal edildiği günümüzde Müslümanların cihadı, farzı ayın olan savunma ve ihtilalci kâfirleri defetme cihadıdır. Böyle olmasına rağmen cihadı difâî/savunma savaşı olmakla sınırlayan ve bu hususta parlak laflar eden demogoji ustalarını bırakın cihad meydanlarında görmeyi, cihadı ve mücahidleri karalamaktan asla geri durmadıklarını esefle müşahede etmekteyiz.
Ebû Hureyre radiyallahu anh dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Her kim gazveye çıkmadan ve gazveye çıkmayı içinden geçirmeden ölecek olursa, nifakın bir şubesi üzerinde ölmüş olur.”(11)
Ebû Ümame radiyallahu anh dedi ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Her kim gazveye çıkmaz, ya da bir gaziyi techizatlandırmaz veya bir gazinin ailesine hayırlı bir şekilde bakmaz ise; kıyamet gününden önce Allah Teâlâ onu büyük bir musibete maruz bırakır.”(12)
Enes b. Malik radiyallahu anh dedi ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle müşriklere karşı cihad ediniz.”(13)
—————————————-
1 Fi Zilâl: 3/1580
2 Fi Zilâl: 3/1582
3 Buhari: 1400; Müslim, İman: 21; Ebû Dâvûd: 2640; Tirmizi: 2606; Nesâi: 2443; İbni Mâce: 3927
4 Buhari: 7458; Müslim: 1904
5 el-Kâsâni, Bedâiu’s-Sanâi’: 9/380- 382
6 Nihâyetü’l-Matleb: 17/397
7Nihâyetü’l-Matleb: 17/409. İmamü’l-Harameyn bu konuyu çok güzel ve tafsilatlı ele almıştır. Konuya derinlemesine vâkıf olmak isteyenler oraya müracaat etmelidir.
8 İbni Kudame, el-Umde: 2/273
9 İbni Cüzey, el-Kavaninü’l-Fıkhiyye: 167
10 Buhari: 3900; Müslim: 1864
11 Müslim: 1910
12 Ebû Dâvûd: 2503. İsnadı Sahihtir.
13 Ebû Dâvûd: 2504. İsnadı Sahihtir.