Tarihin Karanlık İdeolojilerinin Yakın Döneme Etkileri: 1-Milliyetçilik (2)

Yakın Tarih – Furkan Uyanık / 2019 Eylül / 82. Sayı

Hamd, yerin ve göğün yaratıcısı olan, gücün ve kuvvetin gerçek sahibi Allahu Teâlâ’yadır. O ki vaadini yerine getirendir. Salat ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e, ailesine ve ashabına olsun.

Yakın dönemimizde milliyetçilik akımının baş unsuru veya uyanışındaki en büyük sebebi Napolyon olarak görmek gayet tabiidir. Napolyon hürriyet, bağımsızlık, özgürlük naralarıyla yola çıktığını iddia etse de tarih bize şunu gösterdi ki bu düşüncenin temeli faşist yapılanmaya dayanmaktadır. Her ne kadar Moskova’da Ruslar tarafından ağır tokatlar yese de düşüncesinden vazgeçmedi. Çünkü faşist yapılanma, diktatörlüğe geçişteki en kolay yol, totaliter yapı oluşturup bütün her şeyi kontrol etmek istedi. Nihayetinde bu milliyetçilik hastalığını batı da iyi bir şekilde kullanıp İslâm devletinin kendi içindeki unsurları veya etnik grupları kışkırtıp bölme, parçalama yoluna gitti. Bu yazımızda milliyetçilik akımının etkisiyle birlikte ortaya çıkan Kara Yorgi Sırp ve Yunan isyanlarını işleyeceğiz. Bu süreçte şunu da göreceğiz ki milliyetçilik kavramı zaman zaman bir figüran haline gelmiş ve Haçlı Siyonist ideolojisinin binek eşeği olarak Hıristiyanlık propagandasıyla ağır saldırılar yapılmıştır. Şunu da belirtmekte fayda var ki bizler şimdilik Hilafetin ilgasına kadarki dönemde yanan isyanları kısa bir şekilde aktarmaya çalışacağız.  

Sırp İsyanı ve Sonrasındaki Süreç

Slav Sırplar yakın dönemde Kırım harbinde ağır bir yenilgi alsa bile Rusların etkisinden kurtulamayarak Rusların güdümünde hareket etmekten hiç kurtulamadı. Ruslar Balkanlar ve Kafkaslarda hakimiyet ve hegemonyasını güçlendirmek adına 1800’lerin modası milliyetçilik propagandasını da iyi bir şekilde kullanıp hedeflerine adım adım yürümek istedi. 

“Fransız İhtilâli’nin Avrupa ve Balkanlar’daki etkileri Sırbistan’da da kendisini göstermiştir. Bundan dolayı, Sırplar 1804 yılında Kara Yorgi liderliğinde Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandılar ve Müslümanlara karşı bir katliama giriştiler. Kara Yorgi zaten son derece acımasız bir insandı. “Ben vurduğum zaman öldürürüm” derdi. Sırpların, görünüşte Yeniçerilere karşı olmak üzere başlattıkları bu ilk isyan hareketinin başında asıl adı George Petroviç olan Kara Yorgi bulunuyordu. İsyan Şubnice köyünde patlak verdi ve çok geçmeden bütün eyalete yayıldı. Asiler, kalelere hücum ettiler ve Müslüman halkın, bulundukları yerlerden toptan kaçırılması için şiddet kullandılar. Bir domuz tüccarı olan, bir zamanlar eşkıyalık yapmış ve Avusturya ordusunda hizmet etmiştir.

1806-1812 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Sırplar Ruslara yardım etmeye çalıştılar. Fakat, Napolyon 1812’de Moskova seferine başlayınca, Rusya alelacele Osmanlı Devleti ile 1812 Bükreş Barışı’nı imzaladığı gibi, Sırplarla da ilgisini kesti. Osmanlı Devleti ile iyi geçinmek için. Bununla beraber, Bükreş Barışı’nın 8. maddesi Sırplara ait hükümler ihtiva etmekteydi. Buna göre, Osmanlı Devleti Sırplara “şefkatle” muamele edecek, yaptıkları ayaklanma dolayısıyla Sırplara af çıkaracak, ayaklanma sırasında Osmanlı Devletinin Sırbistan’da yapmış olduğu istihkâmlar yıkılacak ve nihayet umur-i dâhiliyelerinin kendi taraflarından idaresi sağlanacak. Yani, Sırplara bir takım özerklik yetkileri tanınıyordu. Ne var ki, bundan sonra Sırplar, bu yetkilerle, kendilerini neredeyse bağımsız saymaya başlayacaklardır. Kara Yorgi, Bükreş Antlaşması’ndan sonra da mücadelesine devam etmeye kalkınca, Osmanlı kuvvetleri karşısında 1813 Ekim’inde ağır bir yenilgiye uğradı ve canını kurtarmak için Besarabya’ya kaçtı. Yerine, bir domuz tüccarı olan fakat askerî yeteneği de bulunan Miloş Obrenoviç geldi. Miloş’un Sırbistanın başına geçmesi, bundan sonra Kara Yorgi ailesi ile Obrenoviç ailesi arasında bir mücadelenin ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Nitekim, Kara Yorgi, 1817 Temmuz’unda gizlice Sırbistan’a girmeye kalkınca, Miloş’un adamları tarafından öldürüldü ve kafası İstanbul’a gönderildi. Viyana Kongresi, Mora Rumları için olduğu kadar, Sırplar için de bağımsızlık konusunda bir ümit kapısı oldu. Viyana Kongresi’nin toplantı halinde bulunduğu bir sırada, bütün Sırp ileri gelenleri bir kilise ‘de toplandıklarında, Miloş Obrenoviç Sırp millî bayrağını açarak şöyle diyordu: “Zalimlere savaş! Ben buraya sizin aranıza, vatanı kurtarmaya veya onunla beraber ölmeye geldim.” Kara Yorgi’nin 1817’de öldürülmesinden sonra da Sırp millî meclisi (Skupçina), aynı yılın Kasım ayında, Miloş Obrenoviç’i, babadan oğula geçmek üzere Sırbistan Prensi ilân etti. Tabiî Osmanlı Devleti bunu tanımadı. Sırp beyleri Osmanlı Padişahının fermanı ile “tayin” ediliyorlardı.

Avrupa’daki milliyetçi nitelikli 1848 ihtilâlleri de Sırpları etkilemekten geri kalmadı. 1848 Macar ihtilâlinde belirttiğimiz gibi Avusturya sınırları içindeki Sırplar da Macarlara karşı gelmişler ve hatta Sırbistan’dan giden birçok gönüllüler de Macarlara karşı çarpışarak, Sırpların Macar egemenliği altına girmesini önlemek istemişlerdir. Sırbistan meselesi Paris Kongresi’nde de ele alındı. Paris Anlaşması’nın 28. ve 29. maddeleri Sırbistan’a aittir. 28. madde ile Sırbistan’a şimdiye kadar tanınan ayrıcalık ve yetkiler, devletlerin ortak garantisi altına konmakla beraber, “saltanat-ı seniyyeye tebaiyetinde devam eyleyecektir.” Yine bu maddeye göre, “zikr olunan beylik, idare-i müstakille-i milliyesile umur-ı mezhebiye ve kanuniye ve ticaret ve seyr-i sefain serbestisini muhafaza idecektir.” 29. maddeye göre de Osmanlı Devleti, diğer devletlerin onayı olmadan Sırbistan’da askerî tedbirlere (“vesatet-i müsellaha”) başvurmayacaktır.

9 Haziran 1876 da Sırbistan’a bir nota vererek, bu aşırı silahlanmanın sebebini sordu. Bu sırada, Panslavist’lerden Çernayef isimli bir Rus generali de Sırbistan ordusunun başına getirilmişti. Savaş ilânı Sırbistan ve Karadağ’da olduğu kadar, bu iki Slav ülkesini koruyan Rusya’da da büyük heyecana sebep oldu. Sırbistan ve Karadağ’ın Osmanlı Devleti’yle mücadeleye başlaması, Avusturyayı endişelendirdi. Zira, Balkanların, antlaşmalarla tespit edilmiş olan statükosunun, alt-üst olması ihtimali ortaya çıkıyordu. Eğer Sırbistan ve Karadağ bağımsızlıklarını kazanır ve bu yolla, Bosna-Hersek de Rus nüfuzu altına girecek olursa, Avusturya-Macaristan sınırlarının yanı başında büyük bir Slav tehlikesi belirmiş olacaktı. Avusturya’nın bu durumu kabullenmesi mümkün değildi. Sırplar ise başlangıçtan itibaren yenilgilere uğradılar. Zaman zaman şiddetli muharebeler olmasına rağmen, savaş Sırplar için bir hezimetler dizisi oldu.

Her şeye rağmen Sırbistan 1878 Berlin Anlaşmasının 34 ve 42. maddeleriyle bağımsız olup devleti İslâmiye’den ayrılmıştır. Şer ve bela İslâm düşmanlarının üzerinedir…

Yunan Ayaklanması

Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında ortaya çıkan bu yeni süreci, iki sebebe bağlamak mümkündür: Birincisi, Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama ve yıkma siyaseti, İkincisi de 19. yüzyıl boyunca gelişen milliyetçilikakımıdır. Rumların bağımsızlık için harekete geçmelerinde ilk adımı, 1814’de Odesa’da, ikisi Rum ve biri Bulgar olmak üzere üç kişilik bir tüccar grubu tarafından kurulan gizli, Etniki Eterya derneği veya örgütüdür. Sözde eğitim ve öğretim amacı ile kurulduğu belirtilen dernek, tam manasıyla bir ihtilâl örgütü olup Rumların ayaklanması için, paralar toplanmış, silâh dağıtmış ve ayaklanma için propaganda faaliyetlerine girişmiştir. Derneğin İstanbul merkezi, 1815 Ekim’inde Fenerli üç Rum tarafından kurulmuş ve bundan sonra dernek adalar da dahil olmak üzere, İmparatorluğun her yerinde şubeler açmıştır. Amaç, Bizans İmparatorluğunu yeniden kurmaktı. Yunan ayaklanmasını işte bu Aleksandr Ypsilanti başlattı. Yalnız, Mora’da değil de Boğdanda da. Ypsilati 6 Mart 1821 günü 3.000 kadar askerle, Prut nehrini aşarak Buğdan’a girdi. Burada bir ayaklanma çıkarmak istedi. Moldavya Prensi Soutzo da Ypsilanti’yi desteklediğini açıkladı. Ypsiland ise Yaş şehrinde yayınladığı demecinde, “Elenler, saat çalmıştır. Dinimizin ve vatanımızın intikam zamanı gelmiştir… İleri! Çok güçlü bir devletin haklarımızı koruyacağını göreceksiniz” diyordu. Ypsilanti’nin ayaklanmayı ilk önce Buğdan’da çıkarmasının amacı, Eflâk ve Buğdan Rusya’nın sınırında olduğundan, bu surede Rusya’yı harekete geçirip ondan yardım sağlamak. Esasen, Ypsiland, Buğdan halkını ayaklandırmak isterken, Çar’ın onayı ile hareket ettiği propagandasını yaymaktaydı. Ypsiland harekete geçtiğinde, Laybach Kongresi toplantı halindeydi. Çar Aleksandr, Ypsilanti’nin bu teşebbüsünü görünce sevinmiş ve “Cesur çocuk!” demişti. Fakat Metternich, Çar’a, Laybach Kongresi’nin bu gibi ihtilâlci hareketleri bastırmak için toplandığını hatırlatınca, Aleksandr, Ypsilanti’ye mektup yazıp “Türkiye’nin temellerini, gizli bir dernek vasıtası ile dinamitlemek, bir İmparatora yakışmaz” diyerek Ypsilanti’yi desteklemediğini belirtmiştir. Ypsilanti’nin Buğdan’daki ayaklanması başarılı olamadı. 21 Mart 1821’de de Ypsilanti’nin kardeşi Demetrius Ypsilanti de Mora’da ayaklandı. Bu ayaklanma, Buğdan’dakinden çok farklı oldu ve ayaklanma, kısa sürede, bütün Mora’ya ve adalara yayıldı. Mora ayaklanması bütün Avrupa’da büyük bir heyecan uyandırdı. Tabiî, aynı zamanda sempati de. Bu ise İstanbul’da hem telâşa ve hem de sinirliğe sahip oldu. İmparatorluk sınırları içindeki bütün Rumlara karşı sert tedbirler düşünüldü ise de İngiliz elçisinin teşebbüsleri ile, Padişah yumuşatıldı. Sadece, soruşturma yapılmasına ve suçlu görülenlerin cezalandırılmasına karar verildi. Bu arada, Osmanlı Devleti büyük bir hata yaptı. Yapılan incelemelerde Fener Patriği Gregoryus’un da hem Etniki Eterya üyesi ve hem de ayaklanmada parmağı olduğu öğrenilince, resmî elbisesi ile Patrikhanenin önünde asıldı. Aynı şekilde, suçlu görülen, diğer yerlerdeki metropolitler de aynı şekilde cezalandırıldı. Lâkin, bu idamlar da Avrupa kamuoyunun Yunanlıları daha fazla desteklemesine ve Osmanlı Devleti’nin aleyhine dönmesine sebep oldu. Patriğin idamı üzerine ilk harekete geçen Rusya oldu. Çar Aleksandr, Laybach’dan döndükten sonra, Fener Patriğinin idamının, Rus halkını da heyecanlandırdığını ve Yunan davasını benimsediğini görünce, fikrini değiştirdi ve Rumlar için harekete geçmeye karar verdi. Rusya’nın harekete geçmesi ise, diğer devletlerin de harekete geçmesi, yani sorunun “enternasyonalize” olması ve kontrolün Osmanlı Devleti’nin elinden çıkması demekti. Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki 16.000 piyade, 800 at, pek çok toptan meydana gelen Mısır kuvvetleri 60 gemi ile temmuz ayında İskenderiyeden hareket ettiler. İbrahim Paşa kışı Girit’te geçirip, hazırlıklarını tamamladıktan sonra 26 Şubat 1825’te Moda’nda Mora’ya çıktı. İbrahim Paşa’nın Mora’ya gelmesi ile birlikte, ayaklanmanın askerî gelişmeleri de Osmanlı Devleti’nin lehine döndü. Bu sebeple 1825 ve 1826 yılları Rumlar için hiç iyi gitmedi. Çarpışmaların en şiddetlisi, âsilerin yoğun olduğu Missolonghide oldu. İbrahim Paşa burasını 1825 yılı başında kuşatmaya başladı ise de âsiler 15 ay direndiler ve sonunda 1826 Nisan’ında Missolonghi teslim oldu. Diğer yerlerde de şiddetli çarpışmalara rağmen, İbrahim Paşa kuvvetleri âsileri yenmeyi başardı. İbrahim Paşa kuvvelerinin Mora’daki başarıları ve âsi Rumların yenilgileri Avrupa diplomasisini de harekete geçirmiş ve Yunan ayaklanması 1825 yılından itibaren “enternasyonalize” oldu; yani milletler arası diplomasinin bir sorunu niteliğini kazandı. Konuya herkes elini soktu. Tabiî bu da Osmanlı Devleti’ne, sorun üzerindeki her türlü kontrolünü kaybettirdi. Londra Anlaşması Osmanlı Devleti’ne 16 Ağustos 1827 de bir bildirim (nodfication) ile tebliğ edildi. Kendilerinden “Üç Müttefik” diye söz ettikleri bu bildirimde, ayrıca “Hıristiyan Devletlerin çıkarları” deyiminin kullanılması da ilginçti. Diğer taraftan, Bildirim’de, Osmanlı Devleti’nin, şimdiye kadar yapılan bütün aracılık tekliflerini reddettiği de belirtilerek, bu defa da 6 Temmuz 1827 anlaşmasını reddedecek olursa, üç devletin, “genel ticarî menfaatleri ve Avrupa barışı açısından”, gerekli tedbirleri alacakları bildiriliyordu. Esasında Bildirim tam bir ültimatom niteliğindeydi. Üç Müttefik donanması, Navarin’i kuşatma altına aldılar ve İbrahim Paşa’dan ateşkes istediler. İbrahim Paşa, Osmanlı Devleti’nden yetki ve izin isteyeceğini bildirince, 20 Ekim 1827 sabahı İngiliz, Rus ve Fransız filoları Osmanlı-Mısır donanmasına saldırdılar. Bu baskında, Osmanlı Devleti 6.000 asker kaybetti. Müttefiklerin kayıpları ise sadece 140 kişiydi. Buna karşılık 64 parçalık Osmanlı-Mısır donanması tamamen tahrip edildi. Navarin olayı, bütün Avrupa’da, fakat özellikle Rusya, Fransa ve Yunanistan’da büyük sevinç gösterileri ile karşılandı. Hıristiyanlığın Müslümanlığa karşı bir zaferi olarak telâkki edildi. Üç devlet bu adımı da attıktan sonra, 22 Mart 1829 da Londra’da yeni bir Protokol imza ettiler, bu Protokol ile Yunanistan, Osmanlı Devleti’ne bağlı bağımsız bir devlet haline getiriliyordu. Osmanlı Devleti’ne bağlılığı ise yılda ödeyeceği 1,5 milyon kuruştan ibaretti. Yunanistan bir Krallık olacak ve başına bir “Hıristiyan” Prens getirilecekti. Fakat, bu Prens, İngiltere, Rusya ve Fransa hükümdarlık ailelerinden herhangi birine mensup olmayacak. Yunanistan’ın kuzey sınırları, Doğu’da Volo Körfezi ile Batıda Arta körfezi arasında çizilen bir çizgi oluyordu. Bu Protokol imzalandığı zaman, bu sınırları ne Yunanlılar ne de Osmanlı Devleti kabul etti. Yunanlılar, bu sınırların tespit ettiği toprakları çok küçük, Osmanlı Devleti de çok büyük bulmuştu. Lâkin Osmanlı Devleti Edirne Barışı ile bu Protokolü aynen kabul etmek zorunda kaldı. Bu durum üzerine İngiltere, Rusya ve Fransa Londra’da 3 Şubat 1830’da yeni bir Protokol imza ettiler. Bu Protokol artık Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılığından söz etmeyip doğrudan doğruya Yunanistan’ın “bağımsızlığını” kabul ediyordu.”[1]

Mesele Yunanlılarla ilgili olduğu için Navarin ve Osmanlı Rus savaşına pek girmedik. Bu bilgilerden anlaşıldığı üzere tarih boyunca ortaya atılan bütün kavramlar İslâm düşmanları tarafından kullanılarak İslâm beldelerine silahlı saldırılar gerçekleştirilmiştir. Bizler ne milliyetçiliği öne alırız ne de bu kavram üzerinde insanları ayrıştırırız. İlk yazımızda milliyetçilik kavramının tarihsel sürecine, bu yazımızda da bu coğrafyadaki etkilerine azami miktarda aktarmaya çalıştık. Gelecek yazımızda ise bu aktarımlara devam edip Ermeni meselesini işleyeceğiz. 


[1]Armaoğlu Fahir, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, İstanbul, Kasım 2014.