Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2018 Eylül / 70. Sayı
Kur’an-ı Kerim tüm insanlığın selameti, hidayeti için Allah tarafından gönderilmiş ilahi bir kitaptır. Kendisinde asla şüphe barındırmayan bu kitap, Arap diliyle Hz. Muhammed aleyhisselam’a indirilmiş olmakla beraber ırk, renk, cinsiyet, yaş ayrımı yapmaksızın insanlığın tamamına hitap edebilecek bir muhtevayla karşımızda durmaktadır. Bu açıdan; gönlünü bu ilahi hitaba açan her insanın iman ve istitaat ölçüsünde alacağı ders ve ibretler muhakkak vardır. Bu ise; Allah azze ve celle’nin Kur’an-ı Kerime ihsan ettiği çok büyük bir lütuftur. Zira dünya üzerinde genç ile yaşlıyı, çoban ile profesörü, cahil ile âlimi aynı tedrisatta buluşturabilen ikinci bir kitap mevcut değildir.
Kur’an-ı Kerim bir ayna gibidir. O aynanın karşısına geçen herkes karşısında kendi yansımasını bulur. Diğer bir ifadeyle Kur’an-ı Kerim, farklı farklı anlayış düzeylerine ve çeşit çeşit fıtrat yelpazesine rağmen içinde herkesin kendisini bulabileceği bir yapıya sahiptir. Bu ise O’nun, zengin bir muhtevaya ve bunu en güzel şekilde ifade edebilecek bir üsluba sahip olmasından ötürüdür. Tabi bunların hepsinden öte Allah’ın kelamı olması sebebiyledir.
Kur’an-ı Kerim’in kullandığı üsluplardan birisi de “Kıssa” yöntemidir. Ancak, hikâyeleme, öyküleştirme olarak bilinen bu üslup Kur’an-ı Kerim tarafından kendine has yöntemiyle ele alınmıştır. Klasik hikâye türlerinde olay örgüsü; yer, zaman ve kişiler belirtilerek kronolojik bir sırayla aktarılırken Kur’an’da durum daha farklıdır. Kur’an Kıssalarında bunun tam aksine zamanı net olarak belirtilmemiş bir olay, isimlerinden daha ziyade vasıfları ön plana çıkarılmış şahıslar ve neredeyse hiç değinilmemiş mekân olgusu vardır karşımızda. Belki bu hususta Hz. Yusuf kıssası istisna tutulabilir. Zira bu kıssa diğerlerinin aksine daha bütüncül bir şekilde ve kronolojik düzene yakın bir tarzda işlenmiştir. Ancak buna rağmen bu kıssada da normal hikâye türünün özelliklerini tam olarak göremeyiz.
Kur’an’ın kıssa konusunda kullandığı bu farklı üslubun altında; alınması gereken ders ve ibretleri gölgelememe hassasiyeti yatmaktadır. Zira bir hayat kitabı olan Kuran-ı Kerim tüm bu kıssaları oyun, eğlence olsun diye değil ibretler alınsın, aynı hatalar tekerrür etmesin diye aktarmaktadır.
Kur’an’dan öğrendiğimiz ve ibret almamız gereken kıssalardan birisi de; Bakara Sûresi’nde 246 ila 252. ayetler arasında anlatılan “Tâlut- Câlut Kıssası’dır.”
Kıssaya göre; Hz. Musa’dan sonraki bir dönemde zillet içinde yaşayan, memleketlerinden sürülmüş, çoluk çocuğundan ayrı düşmüş İsrail oğulları, bu zilletten kurtulmak için Allah’ın peygamberinden kendilerine bir hükümdar gönderilmesini talep ederler. Amaçları ise bu hükümdar öncülüğünde savaşmak ve bulundukları zelil durumdan kurtulmaktır. Neticede bu istekleri Allah tarafından kabul edilir ve başlarına “Tâlut” isimli bir kimse tayin edilir. Ancak yan çizmede son derece mahir olan İsrail oğulları, Tâlut’un hükümranlığını reddederek kendilerine verilen savaş emrini çiğnerler. Tâlut ise kendisine inanan kimselerle yola çıkar ve onları tekrar sınayarak ikinci bir elemeye tabi tutar. Beraberinde az sayıda mümin kalmıştır. Yapılması gereken ise; çok olan düşman ordusuna karşı Allah’tan yardım ve zafer istemek için elleri açmaktır. Allah da kendisine iltica eden bu kullarına yardımını gönderecek ve düşmanları karşısında onları muzaffer kılacaktır. Savaşa damgasını vuran kişi ise; düşmanın görkemli komutanı Câlut’u elindeki sapanıyla yere seren küçük bir yiğit, Davut’tur.
Genel hatlarıyla bu şekilde olan Kıssa’yı şimdi de Bakara Sûresindeki ayetler ışığında inceleyelim.
Bakara Sûresi 246. Ayet:
“Musa’dan sonra, Benî İsrail’den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere: ‘Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım’ demişlerdi. ‘Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?’ dedi. ‘Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?’ dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.”
Ayette peygamber olarak zikredilen kimsenin isminin ne olduğu bir yana; İsrail oğulları Hz. Musa’dan sonra bir süre daha doğru yol üzere kalmışlar, aradan biraz zaman geçtikten sonra asli bozuk tabiatlarına geri dönerek Allah’ın dininden uzaklaşmaya başlamışlardı. Bu dönemde aralarında onları hakka çağıran peygamberler de bulunuyordu. Ne var ki bu asi insanlar kendilerine gönderilen peygamberleri dinleyecek değillerdi. Bu taşkınlıkları üzerine Allah, düşmanlarını üzerlerine musallat etti de; birçoğu öldürüldü, birçoğu da esir alındı. Nihayetinde ellerindeki topraklardan mahrum edildiler. Onlarla kim savaştıysa kendilerine galip geldi. Eski zamanlardan Hz. Musa’ya gelinceye kadar nesilden nesile miras kalan ve kendilerine manevi olarak güç veren “Tâbut” ve “Tevrat” ellerindeydi. Onlar bu şekilde sapıklık üzere devam edegelince Allah’tan bir ceza olarak; bir savaşta krallardan birisi kendilerinden Tâbût’u ve Tevrat’ı alıverdi. Artık İsrail oğulları için tam bir zillet dönemi başlamıştı. Memleketlerinden sürgün ediliyor, evlatlarından ayrı düşüyorlardı. Nihayet katılaşmış kalpleri bu zillete dur demeye karar verdi. Soluğu kendilerine gönderilen peygamberde aldılar ve Allah’tan bir hükümdar göndermesini istediler. Amaçları ise bu hükümdar öncülüğünde savaşmak ve bulundukları zelil durumdan kurtulmaktı.
İsmi kaynaklarda “Şem’un ya da Samuel” olarak geçen bu peygamber, onların tabiatını bildiğinden dolayı taleplerinin ne denli büyük olduğunu tekrar tekrar hatırlatsa da görünüşte kararlı gibiydiler. Savaşmaya azmetmişlerdi. Hem niye savaşmayacaklardı ki! Yurtlarından çıkarılan, oğullarından ayrı düşen onlar değil miydi? Bu yüzden elbette savaşacaklardı.
Bakara Sûresi 247. Ayet:
Peygamberleri onlara: Bilin ki Allah, Tâlût’u size hükümdar olarak gönderdi, dedi. Bunun üzerine: Biz, hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur? Dediler. ‘Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir’ dedi.
Allah İsrail oğullarının bu isteğini kabul etmiş ve onlara savaşta öncülük etmesi için “Tâlut” isimli bir kimseyi hükümdar olarak tayin etmişti. Ne var ki; melik olarak seçilen bu kimse ne peygamberlik kolu olan “Lavi’ler”e ne de krallık kolu olan “Yahuda”ya mensup bir kişiydi. Dahası deri tabaklayan, çobanlık yapan basit bir adamdı. Kısacası bu önemli göreve ondan daha varlıklı olan, güç ve imkân sahibi başka bir kimse getirilmeliydi.
İsrail oğulları gösterdikleri bu tavır ile aslında kronikleşmiş hastalıklı zihniyetlerini sergiliyorlardı. Haşa, Allah’a işini öğretmeye kalkışıyorlar; sözü “bula bula bu çulsuz adamı mı başımıza tayin ettin” demeye getiriyorlardı. Daha öncesinde de savaş ile emrolundukları zaman; Hz. Musa’ya “Sen ve rabbin gidiniz, ikiniz savaşınız” diyerek aynı küstah tavrı sergilemekten kaçınmamışlardı.
Bu olay diğer yandan onların mala ve mülke ne kadar bağlandıklarını, dünyaya ne kadar tamah ettiklerini apaçık bir şekilde ortaya koyuyordu. Çünkü aralarındaki üstünlük mertebesi iman ve takva olması gerekirken onlar servet ve zenginliği ölçü olarak kabul etmişlerdi. İşin daha da üzücü tarafı ise; bu tavrı gösterenler, servetine derman yetmez Karun’ları, gücüne dur denilmez Firavunları Allah’ın nasıl da helak ettiğini gözleriyle görenlerin evlatlarıydı. Evet, onlar bu zalimleri babalarından işitmiş, Allah’ın yardımının nasıl tecelli ettiğini yakinen anlamışlardı. Şimdi ise Allah’ın seçmiş olduğu hükümdara itaat etmeleri gerekirken tam aksine fakirliğinden dolayı ona isyan edip Allah’ın hükmüne itiraz ediyorlardı. Oysa ne yapsalar boşunaydı; çünkü Allah emrini tahakkuk ettirecek ve Tâlut’u muzaffer kılacaktı.
İbn Abbas’ın radıyallahu anh ifadelerine göre Tâlut; o gün için İsrail oğulları arasında en bilgili, en yakışıklı ve en eksiksiz yaratılışa sahip olan kişiydi. Düşmanın kalbine heybet verecek şekilde iri yarı bir cüsseye sahipti. Uzunluğu dolayısıyla ona Tâlut denildiği de söylenmiştir.
Ayet-i Kerime’ye göre; Tâlut’un hükümdarlığa seçilmesinin iki sebebi vardı. Bunlar; insanın en büyük servetini teşkil eden bilgi genişliği ile savaşta kendisine yardımcı olan, düşmanla karşılaşıldığında kendisine üstünlük sağlayan beden gücüydü. Kısacası, Tâlut hem ilim hem de beden gücü bakımından aldığı sorumluluğu yerine getirebilecek en donanımlı kişiydi.
Bakara Sûresi 248. Ayet:
Peygamberleri onlara: Onun hükümdarlığının alameti, Tabut ‘un size gelmesidir. Meleklerin taşıdığı o Tabut ‘un içinde Rabbinizden size bir ferahlık ve sükûnet, Musa ve Harun hanedanlarının bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için bunda şüphesiz bir işaret vardır, dedi.
Ayette bahsedilen Tabut, yukarıda da değindiğimiz gibi, İsrail oğullarının kutsal kabul ettiği ve kendisiyle düşmana karşı zaferler kazandıklarına inandıkları tabuttur. Bu tabut “Amalikalılar” ile yapılan bir savaşta ellerinden alınmış ve Tâlut’un hükümdarlığına işaret olarak İsrail oğullarına geri döndürülmüştü.
Tabut ayette geçtiği üzere meleklerin taşımasıyla ulaştırılmıştı. Bu konuda da; “meleklerin Tabut’u gökle yer arasında taşıyarak getirip insanlar bakıp dururken Tâlut’un önüne koydukları” rivayet edildiği gibi “Meleklerin onu bir ineğin çektiği araba üzerinde getirdikleri ”de rivayetler arasındadır. Melekler tarafından alenen ya da sırren getirilmiş olması bir yana; neticede Tabut Tâlut’un hükümdarlığına bir işaretti.
İçinde ise rivayetlerin yekününe göre; Tevrat levhalarının parçaları, Hz. Musa’nın asası ve ayakkabısı, Hz. Harun’un sarığı, İsrail oğullarına daha önceden çölde nimet olarak indirilen “Menn ve Selva”dan numunelik bir miktar” vardı.
Bakara Sûresi 249. Ayet:
Tâlut askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca: Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Eliyle bir avuç içen müstesna kim ondan içmezse bendendir, dedi. İçlerinden pek azı müstesna hepsi ırmaktan içtiler. Tâlut ve iman edenler beraberce ırmağı geçince: Bugün bizim Câlut ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur, dediler. Allah’ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az sayıda bir birlik Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.
İsrail oğulları gördükleri alametler üzerine Tâlut’un hükümranlığını kabul edip Beytü’l- Makdis’ten cihad etmek için çıktılar. Rivayetlere göre Tâlut İsrail oğulları arasından tam 70.000 kişi seçmişti. Ancak, Tâlut Beni İsrail’in kaypak yapısını bildiğinden dolayı onları tekrar bir imtihana tabi tutma ihtiyacı hissetti ve bir nehir ile imtihan olacaklarını, buradan ancak bir avuç içmeleri gerektiğini bildirdi. Nihayetinde bu kuru kalabalığın büyük bir kısmı sudan kana kana içerek imtihanı kaybetti. Rivayetler o ki; içtikçe yüzleri morarıyor, takatleri kesiliyordu. Kendilerine verilen emri çiğneyip kalplerinde iman zafiyeti oluştuktan sonra da yan çizip Câlut ve ordusuyla mücadele edemeyeceklerini söylediler. Tâlut ise beraberindeki az sayıda mümin ile birlikte Câlut’a karşı cihad etmek için nehrin diğer tarafına geçmişti. Taberi’nin rivayetine göre Bera İbn Azib diyor ki:
“Biz Bedir günündeki Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem ashabından bahsediyorduk. Onlar Tâlut ile birlikte nehri geçenlerin sayısı gibi üç yüz on küsur kişi idiler. Tâlut ile nehri ancak mümin olanlar geçmişlerdi.”
Geride az sayıda mümin kalmıştı. Ama onlar gücün, kuvvetin sayı çokluğunda olmadığını iyi biliyorlardı. Çünkü büyük kalabalıklar kolay oluşur, kolay dağılırdı. Daha az öncesinde onlar da kalabalıktı. Ama küçük bir nehir ordunun neredeyse tamamının dökülmesi için tek başına yeterliydi. İşte bu nedenle yollarından dönmediler ve Câlut’a karşı koymak için ilerlemeye devam ettiler. Nihayetinde iki ordu karşı karşıya geldi.
Bakara Sûresi 250. Ayet:
Câlut ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında: Ey Rabbimiz! Yüreğimizi sabırla doldur; bize direnme gücü ver; kâfir kavme karşı bize yardım et, dediler.
Tâlut ve beraberindeki müminler sebeplere sarılıp verilen emri yerine getirdikten sonra gücün asıl sahibine ellerini ve gönüllerini açarak dua etmeye başladılar:
“Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır; bize direnme gücü ver; kâfir kavme karşı bize yardım et!”
Evet, bu dua yan gelip yatanların değil yola koyulanların duasıydı. Bu dua, sahte güçlere değil güçlerin asıl sahibine iltica edenlerin duasıydı. Bu dua Allah için canından geçenlerin duasıydı.
Onlar biliyordu ki; bu bir sabır yarışıydı. Sabreden değil daha çok sabredenin kazandığı bir savaştı bu. İşte bunun için dualarında, “Rabbimiz, bize sabır ver” demek yerine “Rabbimiz, üzerimize gökten yağmur gibi boşalan bir sabır yağdır” şeklinde dua ettiler.
Bakara Sûresi 251. Ayet:
Sonunda Allah’ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlut’u öldürdü. Allah ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü altüst olurdu. Lakin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir.
Dualara icabet eden Allah bu samimi kullara da icabet ederek zafer nasip etti. Haşmetli kral Câlut, savaş meydanında herkese meydan okumuş; ancak Tâlut’un ordusundaki küçük bir çocuğun attığı bir sapan taşıyla yere yıkılmıştı. İşte zalimlerin sonu hep böyledir. Zamanın zalim kralı Nemrut’u bir sivrisinekle helak eden Allah’ın hükmü bu sefer küçük bir taş ile tecelli etmişti. Zalimler bilmezler mi ki Allah’ın ordularının sonu yoktur! Onlar düşünmezler mi ki gücü veren Allah onu elbet alır bir gün! Tarihe dönüp bakmazlar mı ki mezarlar Allah’a savaş ilan edenlerin cesetleriyle doludur!
Bu savaşın sonunda yeni bir kahraman doğmuştu. Allah’ın ileride hükümdarlık ve peygamberlik vereceği bir kahraman… Kendisinden sonra gelecek genç nesillere kendilerinin büyük olduğunu hissettirecek bir kahraman… Allah yolunda atılan hiçbir taşın küçük olmadığını öğreten bir kahraman…
İşte, bu kahraman Davut(as), ileride İsrail oğullarının başına geçecek ve onları hidayete davet edecekti.
Bu olay bir kez daha gösterdi ki; Allah kötü insanları iyi insanlar ile yok etmeseydi yeryüzünde fesat çoğalırdı. Bir kez daha öğrendik ki; Allah yolunda ter akıtmadan, kötülerin kanını dökmeden, zalime dur demeden iyilere izzetli bir şekilde yaşama hakkı yok!
Bakara Sûresi 252. Ayet:
İşte bunlar Allah’ın ayetleridir. Biz onları sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen, Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerdensin.
Evet, kaç bin yıl öncesinde yaşanmış bu olay; kendisinde asla bir şüphenin bulunmadığı, her harfiyle Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı Kerim’in tamamen hak olarak anlattığı bir olaydır. Ve şahitlik ederiz ki; bize bu kitabı ulaştıran Hz. Muhammedsallallahu aleyhi ve sellem Allah tarafından hak ile gönderilmiş peygamberlerdendir.