Tarih – Rıdvan Badur / 2014 Nisan / 17. Sayı
Toplumsal ilişkileri düzenleyen, maddi yaptırımı olan ve zorlayıcı bir niteliğe sahip olan kurallar bütününe “hukuk” adı verilmektedir. Hukukî kuralların temel amacı, toplumsal düzeni korumak ve güven ortamı oluşturmak; daha genel bir ifadeyle adil bir düzen sağlamaktır. Bu sebeple, ne tür bir yönetim anlayışına sahip olursa olsun, bütün devletlerin bir yaptırım gücüne, bir hukuki yapıya sahip olmaları gerekmektedir. Çünkü iki kişinin olduğu yerde iki farklı anlayış, iki farklı görüş ve iki farklı düşünce stili var demektir. Bu sebeple, insanlar arasındaki çıkar çatışmalarını gidermek, meydana gelebilecek olumsuz durumlara bir üstün güç tarafından yönlendirici ve engelleyici olmak gerekmektedir. Bu durum da hukuki kuralların oluşturulmasına zemin hazırlamaktadır.
Arapça’da hükm kökünden mekân ismi olan mahkeme (çoğulu mehâkim) kelimesi sözlükte “hüküm verilen yer, yargılama yeri” anlamındadır. Fıkıh terimi olarak kadıların içinde davalara baktıkları daire ve makamı, daha teknik bir ifade ile kamu hizmeti niteliğindeki yargılama yetkisinin kullanılması için kurulmuş resmî makam ve kurumu ifade eder.(1)
Tarihe bakıldığında yeni yeni devletler ve medeniyetler kuran eski milletlerin, kendi anlayışlarına ve yaşam koşullarına, örf ve adetlerine, dinî telakkîlerine uygun şekilde birtakım kanunlar ve nizamlar meydana getirmek suretiyle hakkı ve adâleti emniyet altına almaya çalıştıkları görülür. Eski Türkler’in aileye, mülkiyete, cezaya dair dikkat çekici kanunlarıyla Bâbil’in Hammurabi kanunları, Sümerler’in, Hititler’in kanunları, İspartalılar’ın Likurg, Atinalılar’ın Solon ve nihayet Roma hukukunun -ki bugünkü Medenî Hukukun temelidir- doğmasına sebep olan Roma kanunları, eski milletlerdeki hukuk anlayışının ayrı ayrı birer ifadesidir.(2)
İslam dininin Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem aracılığıyla yayılmaya başlaması süreciyle beraber İslam hukuku da teşekkül etmeye başlamıştır. Hz. Peygamber, İslamiyeti yaydığı ve hayatta olduğu sürece insanları bu dine ısındırmak, hakkın ve mutlak adaletin sağlanması üzerinde önemle durulduğuna herkesi inandırmak için kadılık görevini bizzat ifâ etmiştir. Bir süre sonra İslam dini Arap coğrafyasına yayılmaya başlayınca gerekli yerlere kadılar tayin edilmeye başlanmıştır.
Şer’iyye mahkemelerinin temeli Hz. Peygamberin Asr-ı Saadeti’nde, Medine İslam Devleti’nde atılmıştır. İslam dünyasının ilk kadısı da olan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yargı için mekân düşünmemiş; sokakta, evde, camide uyuşmazlıklara çözüm bulmuştur. Sonrası ise onun görevlendirdikleriyle gelişen ve onun da sonrası dört halife döneminde hızla ilerleme kat eden kadılık sistemidir. Bu, Şer’iyye mahkemelerine esas teşkil etmektedir.
Hz. Peygamberin vefatından sonra da gerek dört halife devrinde gerekse Emevi ve Abbasiler devrinde halifeler şer’î buyrukların ışığı altında hüküm koymakta büyük bir titizlik göstermişlerdir. Özellikle ikinci râşid halife ve adaleti ile nam salmış olan Hz. Ömer’in titizliği, nakiller yoluyla günümüze kadar ulaşmıştır.
İlk dönemlerde kadılar ictihad derecesine ulaşan âlimler arasından tayin ediliyordu. Emevîler’den itibaren genel olarak meslekî tecrübe de dikkate alınıp kadılık mesleğinin ilk basamağı olarak mahkeme zabıt kâtipliği esas alınmış, kadı kâtipliğinden nâibliğe, oradan da kadılığa yükselmeyi sağlayan bir yol izlenmiştir.(3)
İslam devletlerinde, dava görülürken riayet edilen muhâkeme usulü, Kurân ve Sünnet’te yer alan hükümlere göre şekillenmiştir. Kadı, taraflara eşit muamelede bulunmak için onları önünde oturtur ve ilim ehillerini de yanında bulundururdu. İslâm tarihinde yargılamanın alenîliği genel bir ilke olarak benimsendiğinden camilerin yargılama yeri olarak seçilmesiyle bu amaç kolayca gerçekleşiyor, duruşmaları evinde yapan kadılar ise evlerinin kapılarını herkese açık bulundurmaya özen gösteriyordu. Duruşmaları taraflar ve şahitler dışında dinleyiciler de izleyebiliyordu. Kadı genel ahlâk ve âdâba uygun olmayan durumlarda kapalı oturumlar düzenliyor, bu durumda sadece ilgililer duruşma salonuna alınıyordu. Duruşma oturumunun yönetimi kadı’nın yetkisindeydi.
Kadı, mahkemenin âdâbına ve saygınlığına uygun olmayan davranışlarda bulunanları uyarır, bundan bir sonuç alamazsa onları mübâşir aracılığı ile salondan çıkarır ve gerektiğinde ta‘zîr(4) cezası verirdi. Duruşmaları alenî yürüten kadı ilim erbabıyla gizli olarak istişare edip hükmünü tek başına verir ve hükmü ilgililere açıkça tefhim(5) ederdi.(6)
Mahkemelerin Osmanlı’daki seyrine değinecek olursak şunu belirtmemiz gerekir ki Osmanlı mahkemesi, İslam devletlerinde görülen örneklere nispeden biraz daha gelişmiş bir yapı arz eder. Osmanlı mahkemesinin görev ve yetki alanı genişlemiştir; hem şer’i hem de örfî davalarda tek yetkili mahkeme konumundadır. Hangi hukuk alanına (şer‘î-örfî) ait olursa olsun bir hukuk uygulamasının kadı’nın izni olmadan yapılması da yasaklanmıştır. Sadece hukuk uygulamalarının değil, vergi toplanması, tahrir yapılması gibi idarî tasarrufların da hâkimin bilgisi (kadı mârifeti) olmadan gerçekleştirilmemesi kanunnâmelerde ve adaletnâmelerde sıkça vurgulanmıştır.(7) Mahkeme kararları sicil defterlerine işlenir ve taraflara da birer belge verilirdi.
Osmanlı hukuk tarihinde mahkeme yapısındaki en köklü değişiklik Tanzimat sonrasında meydana gelmiştir. Bu dönemde tek hâkimli klasik Osmanlı mahkemesi yerini giderek toplu hâkimli mahkemelere bırakmaya başlamıştır. 1838 yılında Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye, ardından 1868’de oluşturulan Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye ve Şûrâ-yı Devlet bu döneme damgasını vurmuş yüksek yargı kurumlarıdır.(8)
Tanzimat Fermanı, bütün Osmanlı vatandaşlarını hak ve görev bağlamında eşitliyordu. Fermanın en geniş anlamda maddelerini analiz edecek olursak, Osmanlı vatandaşlarının can, mal ve namus güvenliğinin sağlanması, herkesin -gelirine göre- vergi yükümlülüğü altına alınması ve askerlik yükümlülüğünün adalet temelinde paylaşılması şeklinde özetlemek mümkündür. Yeni kurulmuş olan “Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye” de bu ilkelerin yürütülmesi ile görevlendirilmiştir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde içine sürüklendiği “batılılaşma” cereyanının Yeni Türk Devletinde zirveye ulaşması sonucunda birçok müessese bu cereyandan etkilenmiş ve İslam hukuku da nasibini almıştır. 1920 yılında TBMM’nin açılışı ve Ekim 1923’te de Cumhuriyetin ilanıyla esas hedeflerden biri olan Milli Egemenlik sağlanınca, sıra toplumsal alandaki yeniliklere gelmiştir. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan üç yasadan biri olan Şer’iye ve Evkaf Nezareti’nin kaldırılması ile devlet idaresinin laikleşmesi yönünde önemli bir adım atılmıştır. Lağvedilen Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine, İslâm dininin itikad ve ibadete dair hüküm ve işlerinin yürütülmesi ve dinî müesseselerin idaresiyle görevli Diyanet İşleri Reisliği(9) kurulmuştur. Hiçbir değeri kalmayan Şer’iyye Mahkemeleri de 8 Nisan 1924’te kapatılmıştır. Böylece yenilik hareketlerine başlıca engelleyici rolü üstlenen ulemanın gücü oldukça kırılmış ve İslam hukukuna dair ibareler de tarihe karışmıştır.
Gerçekten hukuksal açıdan bir laiklik gerekli miydi? Muasır medeniyetler(!) seviyesine çıkmanın gereklerinden biri de bu hukuki reformlar mıydı? İnsanlar yaşadıkları çevrenin etik ve dini değerleriyle kanunlar yapar, sınırlamaları toplumun hassasiyetine göre belirlerler. Batı bu düzenlemeleri kendi çıkarlarını, kendi etik değerlerini düşünerek yapmıştır. Dolayısıyla şöyle veya böyle kültürel anlamda yeterince uzak kaldığımız toplumların kanunlarından beslenmek yıllardır tartışılagelmiş bir konudur. Fakat Mustafa Kemal, reformlarını hayata geçirirken esas aldığı ilkelerden biri olan “Lâiklik” çerçevesinde, toplumun hassasiyetlerini dikkate almaksızın çeşitli yeniliklere imza atmıştır. Bu süreçte, hukukun ilham alacağı tek kaynak; hayat ve onun gereksinimleri olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin batıyla bütünleşme amacı, batı hukukunun benimsenmesindeki önemli etkenlerden biridir. Çünkü, bu sayede kısmen de olsa batı ile ortak değer yargılarına sahip olunacak ve toplumlar birbirlerine yaklaşacaktı. Fakat batının kültür ve değerlerini topyekün benimsemek ne kadar doğrudur takdir sizin!
——————————————————
1. Fahrettin Atar, “Mahkeme”, DİA, c.27, s.338.
2. Münir Atalar, “Şer’iyye Mahkemeleri’ne Dâir Kısa Bir Tarihçe”, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, c. IV, Ank. 1980, s. 303.
3. Atar, a.g.m., s.340.
4. Lûgat manası; mutlak olarak edeblendirmek (Te’dib etmek), menetmek ve azarlamaktır.
5. Tefhim, hâkimin temyiz edilecek kararı yüze karşı okuması demektir.
6. Atar, a.g.m., s.341.
7. Mehmet Âkif Aydın,“Mahkeme”, DİA, c.27, s.342.
8. Aydın, a.g.m., s.344.
9. Ali Akyıldız, “Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti”, DİA, c.39, s.8.