Savaşmakla Emrolundum

Nebevi Damlalar – Yener Yılmaz / 2019 Kasım / 84. Sayı

Abdullah bin Ömer’den radıyallahu anhuma rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 

“Ben, Allah’tan başka bir ilâh bulunmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehadet edip, namazı dosdoğru kılıncaya ve zekâtı hakkıyla verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkları takdirde, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. İslâm’ın gerektirdiği haklar ise bunların dışındadır. Onların gizli hallerinin hesabı Allah’a aittir.”

Buhârî, Îmân 17, 28, Salât 28, Zekât 1, İ’tisâm 2, 28; Müslim, Îmân 32-36. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 95; Tirmizî, Tefsîru sûre (88); Nesâî, Zekât 3; İbni Mâce, Fiten 1-3.

Açıklama

– Bu hadisi şerif, herhangi bir kişi ya da toplumun kelime-i şehadet getirip İslâmın emirlerini uyguladıkları takdirde İslâm dairesine gireceklerini, canları ve malları hususunda güvende olacaklarını, İslâm dininin insanlar üzerinde birtakım haklarının olduğunu bu haklar ihlal edildiğinde İslâm hükümeti tarafından ceza hukukunun uygulanabileceğini, insanların zahirlerine göre hükmedileceği ve sırlarının araştırılmayacağını ifade eden değerli bir hadistir.

– Hadisin içerisinde geçen “emrolundum” sözünde emreden Allah azze ve celle’dir. Çünkü Hz. Peygamber’e sallallahu aleyhi ve sellememredebilecek olan sadece Allah azze ve celle’dir. Eğer bir sahabi “emrolundum” derse bu durumda emreden kişi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’dir . Burada “bana diğer bir sahabi emretti” demeyi kastetmiş olamaz. Çünkü onlar müçtehit olmaları itibarıyla başka bir müçtehidin emrine uymazlar.

– Hadisimizde kendileriyle savaşılacağından söz edilen kimseler, öncelikle müşrikler ve kitap ehli olmayan putperestlerdir. Kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlarla savaşılmasının sebebi ise Allah azze ve celle’ye inanmakla beraber, inançlarının bozukluğu ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah’ın Rasûlü olduğuna inanmayışlarıdır. Bu kimseler İslâm’ın hâkimiyetini kabul etmeye ve Müslüman olmadıkları takdirde cizye vermeye mecbur edilirler.[1]

– Allah azze ve celle’ye ve Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’e inandıklarını söyleyenlerle yani kelime-i şehadeti getirenlerle savaşılmaz. Daha sonra onlardan namaz kılmaları, zekât vermeleri ve İslâmın diğer şartlarını yerine getirmeleri istenir. Çünkü kelime-i şehadet getirip İslâm’a girenler, İslâm dininin bütün gereklerini yerine getirmeyi kabul etmiş sayılırlar. Bunları yapıp yapmadıkları, İslâm devleti tarafından takip edilir. Dinin gereklerini yerine getirmeyenlere ise gereken ceza verilir[2]

Savaşmanın Farz Olması

Açıklamaya çalıştığımız hadisi şerifteki “…savaşmakla emrolundum” ifadesi açıkça İslâm’da savaşın emredilen bir fariza olduğunu ifade eder, Yüce Allah azze ve celle bu konuyla alakalı şöyle buyurmaktadır: “Hoşunuza gitmediği halde, cihad üzerinize farz kılınmıştır. Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olabilir. Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)

Yüce Allah azze ve celle, düşmanların hile ve tuzaklarını geri çevirmek, İslâm akidesinin sancağını yeryüzü ümmetleri üzerinde dalgalanıncaya kadar yükseltmek için savaşı farz kılmıştır. Bununla birlikte İslâm, ehlikitaba cizye vergisini ödemeleri şartıyla dinleri üzere kalmalarına müsaade etmiştir. Arap müşrikleri ya da putperestler için Müslüman olmaları yahut da kendileriyle savaşılmalarından başka bir seçenek yoktur.[3]

Cihadın Gayesi ve Savaşın Sebepleri Nelerdir?

Öncelikle bilinmesi gereken bir husus şu ki cihad, insanları zorla İslâm inancına sürüklemek değildir. O ancak Allah azze ve celle’nin arzında Allah azze ve celle’nin hükmünü geçerli kılmak için yapılan mücadeledir.

İslâm, diğer dinler gibi sadece bazı inanç ve ibadetlerden oluşan bir din değil, hayatın her alanını etkileyen Allahu Teâlâ’nın sistemidir. Bu din insanları pratikte etkisi olmayan inanç manzumesine değil tüm yaşamı etkileyen bir inkılaba davet eder. Hedefi, şeriatı yeryüzünde hâkim kılarak kulların adalete ulaşmasını sağlamak, zulüm ve fesadı olabildiğince uzaklaştırmaktır. İslâm otoritesi sağlandığı zaman kâfirler isterlerse kendi inançları üzere kalma konusunda serbest bırakılırlar, ancak bu kâfirler heva ve hevesleriyle çıkardıkları ve uyguladıkları kanunlar ile diğer insanları kendilerine kul yapmaya kalkışırlar, yeryüzünde ahlâksızlığı yayıp insanların tabiatlarını bozar ve onların hakkı öğrenip kavramalarını engellerseler artık İslâm’ın tahammülü kalmayacak ve müdahale edecektir. İşte bu nedenlerden ötürü İslâm saldırı cihadı için iki hedef belirlemiştir;

1) Kâfirlerin hak din olan İslâm’ı kabul etmeleri 

2) Eğer Müslüman olmayı kabul etmezlerse kendi dinlerinde kalıp cizye vermeleridir. Sembolik denilecek kadar basit bir meblağ olan cizyeyi kabul ettikten sonra İslâm hükümeti onların mallarını ve ırzlarını korumayı üstlenecektir. Kendi bölgelerinde kişisel olarak dinlerine göre yaşama imkânı bulacak olan bu insanlar artık yaşadıkları bölgelerde kendi kanunlarını uygulayamazlar. İslâmî ahkam nasıl Müslümanlara uygulanıyorsa aynı şekilde kâfirler için belirlenmiş olan İslâmî kanunlarda o bölgede geçerli olacaktır.

Cihadın asıl gayesi Allahu Teâlâ tarafından açıkça belirtilmiştir: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” (Enfâl 39)İmam İbn Cerir et-Taberi bu ayeti tefsir ederken şöyle der: “Şirk ortadan kalkıncaya ve yeryüzünde yalnız Allahu Teâlâ’ya ibadet edilinceye ve kulların üzerinde var olan bela yani fitne (hak dinden alıkoyan etkenler) bitinceye kadar onlarla savaşın”

Ribi bin Amir, İran kralı Rüstem’in karşısına çıkınca bu hedefi açıkça ifade etmişti. Rüstem neden geldiniz diye sorunca “Allahu Teâlâ’nın dilediği kişileri kula kulluktan kurtarıp bir olan Allah’a ibadete, dünyanın darlığından ahiretin genişliğine, diğer dinlerin zulmünden İslâmın adaletine sevk etmek için buraya geldik” dedi.

Kâfirler yeryüzünde Allahu Teâlâ tarafından konulan adaletli hükümlerin uygulanmasını kabul eder ve cizye vermeye razı olurlarsa artık kendi inançlarıyla yaşamaya devam edebilirler. Herhangi bir şekilde -kılıç ya da silah zoruyla- İslâm’a girmeleri talep edilmez, onlar artık vicdanlarıyla baş başa kalırlar ta ki gözleri açılıp İslâm’ın hak din olduğuna kanaat getirinceye kadar. Tevbe sûresinde Yüce Mevla şöyle buyuruyor “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın” [4]

Tevbe sûresinin 5. ayeti kerimesi hadisi şerifte geçen konuları içermekte ve bu hadisi daha iyi anlama konusunda bize yardımcı olmaktadır “…Eğer şirkten vazgeçer, namazı kılar ve zekâtı verirlerse yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Tevbe, 5)

Yani müşrik ya da kâfirler artık tevbe ederlerse, yani şirkten vazgeçip imana gelirlerse, namazı kılıp zekâtı verirlerse, yani namaz ve zekâtı kabul ederek Müslüman olurlarsa hemen yollarını açınız, koymuş olduğunuz engelleri kaldırınız, onları kendi hallerine bırakınız. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir. İmana girmelerinden dolayı, daha önce yapmış oldukları şeyleri, şirk, küfür ve haksızlıkları bağışlar, üstelik iman ve taatlerine ecir ve sevap da verir.

Namaz Kişinin Kanını Koruyan Bir Emandır

Halid bin Velid radıyallahu anh, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den bir adamı öldürmek için izin istedi “Hayır, belki o namaz kılıyordur” buyurdu. Halid radıyallahu anh dedi ki: Nice namaz kılan vardır kalbinde olmayanı söylüyor Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ben insanların kalbini delmekle emrolunmadım, içlerini yarmakla da emrolunmadım.”[5]

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Hayır, belki o namaz kılan birisidir” sözü, namazın hadisin geri kalan bölümünde zikredilen hususlarla birlikte, kanın dökülmesine engel teşkil ettiğine bir delildir.

Zekâtı Vermeyenlere Karşı Tutum

Zekât veren bir kimse, kanını ve malını korumuş olur. Zekâtın farziyetini inkâr eden kişi ise kâfir olur ve dinden çıkar. Zekâtın farz olduğuna inanmakla birlikte zekât ödemeyen kimse elbette ki günahkâr olur fakat dinden çıkmaz. Müslümanların imamı (İslâm devleti başkanı) zekâtı ondan zorla almalıdır. Herhangi bir topluluk zekâtın farz olduğunu inkâr etmeksizin edâ etmiyor ve de bunların belli bir gücü ve kendilerini koruyabilme imkânları bulunuyorsa, Müslümanların imamı, zekâtı verinceye kadar onlarla savaşmakla yükümlüdür.[6]

İslâm’ın Gerektirdiği Haklar Nelerdir?

Müslümanların üzerinde var olan kanının ve canının koruma garantisi bazı suçlar işlendiği takdirde ortadan kalkacaktır. İşte bu durum «İslâm’ın hakkı» olarak isimlendirilir. Örneğin öldürülmesi haram olan bir cana kıymak, muhsan[7]olduktan sonra zina etmek ve dinden dönüp mürted olmak gibi. Bu gibi durumlarda kişi Müslüman da olsa ona ceza hukuku uygulanacak ve hak ettiği ölüm cezasına çarptırılacaktır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim Allah’ın Rasûlü olduğuma şahitlik eden Müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden birisi ile helâl olur: Zina eden evli kimse, cana karşılık can ve Müslüman cemaatten ayrılarak dinini terk etmek.”[8]

Müslüman zahire göre hükmeder. İnsanın kalbini Allah bilir. Hesaba çekecek olan O’dur.

İslâm insanların görünüşlerine göre hükmetmeyi bizlere emretmiştir. Kalplere ve niyetlere hükmeden ancak Allah azze ve celle’dir.

Ömerradıyallahu anh şöyle diyor: “İnsanlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında vahiy ile gizli hallerinden de sorumlu tutulurlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefatı ile vahiy kesilmiştir. Bugün sizi gördüğümüz amellerinizden dolayı sorumlu tutarız. Bu yüzden kim bize hayır ve adalet gösterirse onu emin sayar ve güvenilir kabul ederiz. Gizli hallerin hesabı Allahu Teâlâ’ya aittir. Bize zahiren fena hal gösterenlerden de emin olamayız. Niyetinin iyi olduğunu söylese bile ona inanmayız.”[9]

Hz. Ömer radıyallahu anh, niyetlerinin iyi olduğunu iddia ederek kötü ameller işleyen insanların iç hallerini Allah azze ve celle’ye havale ederek onları zahirleri ile sorumlu tutuyor.

Bu Hadisten Çıkartılan Bazı Hükümler:

1- Bir kâfirin Müslüman olduğuna hükmetmek için kelime-i şehadet getirmesi yeterlidir.

2- Kişiler, dış görünümleri ve davranışlarına göre değerlendirilir, haklarındaki hüküm de buna göre verilir.

3- Gizli olan niyet ve düşüncelerin hesabını sormak, kulların vazifesi olmayıp Allah azze ve celle’ye aittir.

4- Kelime-i şehadet getiren ve İslâm’ın emirlerine uyan bir kimse, işlediği suçlardan dolayı hesaba çekilir ve ölüm cezasına veya başka bir cezaya çarptırılır.

5- Bu hadisten, Allah azze ve celle’nin birliğini kabul eden ve O’nun koyduğu hükümlere bağlanan, bununla birlikte bidat ehli olan (ehli sünnet dışındaki mezheplere bağlı bulunan) kimselerin tekfir edilemeyeceği, inkârından tevbe eden kişinin, inkârının açık veya gizli olmasına bakmaksızın tevbesinin kabul edileceği de anlaşılmaktadır.  


[1]Riyazu’s Salihin şerhi Erkam Yayınları

[2]Kırk hadis şerhi Y. Kaplan

[3]. İbn Kesir, I, 368.

[4]Fethul Mulhim bi şerhi sahihi imami Muslim; Tevbe, 29

[5]Buhari

[6]Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslâm 

[7]. Muhsan: Evli veya dul olan iffetli Müslüman erkek. Evli olan iffetli kadına ise muhsana denir

[8]. Buhârî rivayet etmiştir. Müslim Şerhi, IV, 243. Lafız Müslim’indir

[9]Buhari