Bir Hadis Bir Yorum – Ali Yücel / 2013 Şubat / 3. Sayı
Tarih boyunca keyfiyyete değil de kemmiyyete, niteliğe değil de niceliğe önem verenler daima olagelmiştir. Güneşin ışığı yarasalar için ne ifade ediyorsa sayı da aynı şeyi ifade eder bu kimseler için. İnsanların zihin dünyalarını karıştıran ve çoğulculuk esasına dayandığı söylenen rejimler için de aynı şey geçerlidir. Az sayıda olanlar haklı da olsalar, çoğunluk başka bir şey söylüyorsa haksızdırlar bu tip düzen ve nizamlarda, bakış açılarında. “Herkes yanlış da bir tek sen mi doğrusun?” en sağlam kulpları gözükmektedir bu düşünce sahiplerinin. Kavimlerinin karşısında gerçekleri beyan eden peygamberleri dahi sayıları daha az olduğu için farkında olmadan mahkum eden, nitelikten yoksun kuru kalabalık düşkünlerinin her çağda dillendirdiği söylemler farklılık arzetmektedir.
Sayı bakımından fazla olmak, haklılığın ve muzafferiyetin yegane vesilesi midir? Doğruluk ve hakikat her zaman kalabalık olan zümre tarafında mı aranmalıdır? Âmiyâne tabirle, her zaman kalabalığa mı karışmak gerekir? Yoksa tek başına kalsan da hakkı yaşamaya ve yaşatmaya mı çalışmalısın? Allah azze ve celle şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar.” (En’am Suresi 116)
Mücahid komutan Talut’un kıssasını anlatırken şöyle buyuruyor Yüce Rabbimiz: “Allah’ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az sayıda bir birlik Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.” (Bakara Suresi 249) Bedir’i, Nihavend’i, Ayn Câlut’u, Malazgirt’i, sayı bakımından fazla olanların mı yoksa sayıca az oldukları halde “Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez”in sırrına vakıf olanların mı kazandığını tarihten az da olsa nasibi olan herkes bilmektedir.
En son din olarak kıyamete kadar baki kalacak İslam dininin de ne şartlar altında olursa olsun daima bir grup tarafından hakkıyla temsil edileceği, bu yolda yalnız bırakılsalar bile buna aldırmayacakları ve hatta bu uğurda savaşacakları hadis-i şeriflerde sabittir. Bu, dostun ve düşmanın dilin de el-Emin olan Hz. Peygamber’in müjdesi olarak sabittir. Şöyle buyuruyor Resulullah aleyhisselam: “Ümmetimden bir taife hak üzere üstün olmaya devam eder. Onları yardımsız bırakanlar onlara zarar veremezler. Allah’ın emri gelinceye kadar onlar bu hal üzere devam ederler.”(1)Küçük bir makaleden böylesine manidar bir hadisin tafsilatlı izahı beklenmemelidir. Buna ne zemin ne de zaman müsaittir. Bu sebeple makalede, zikri geçen bahtiyar yiğitlerin özelliklerinin kısaca anlatılmasıyla yetinilecektir. Sonunda mertebelerin en yücesi olan şehitlik nasip olmak üzere Yüce Allah’tan niyazımız, bizleri de dininin müdafii bu zümreye dahil etmesidir.
Tâife-i mansûrada bulunması gereken başlıca özellikler şunlardır:
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye Sarılmak
Resulullah aleyhisselamın “Ümmetimden…” buyurarak kendisine nispet ettiği güzide topluluğun, onun getirmiş olduğu yüce hakikatlerden gafil olması ve bu hakikatleri tatbik sahasında uygulamaya geçmeden bahse konu yüce övgüye mazhar olması düşünülemez. Din-i mübin-i İslam’ı gerçek manasıyla temsil edecek insanların en bariz vasıfları; Hz. Peygamber’in en büyük mucizesi Kur’an-ı Kerim’e ve ahlaki, ictimai, siyasi vs. prensipleri içinde barındıran sünnet-i seniyyesine tabi olmalarıdır. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa, 59) “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.” (Nisa Suresi 115) Resulullah aleyhisselam şöyle buyuruyor: “…Benden sonra sizden kim yaşarsa o, pek çok (dini) ihtilaflara şahid olacaktır. Binaenaleyh size gereken, sünnetime ve doğru yolum üzerinde bulunan halifelerimin sünnetine sarılınız…”(2)
İlim Sahibi Olmak
İlk emri “Oku!” olan, yeryüzündeki en yüce hakikat kelime-i tevhidin hakkıyla anlaşılamsı için ilmi bu yüce kelimeden önce zikreden(3) bir dinin gerçek temsilcilerinin ilimden, irfandan yoksun olmaları düşünülemez. Allah azze ve celle, Kitabında isminin yanında melekleri ve ilim sahiplerini anmışken, (4) kendisinden gereğince korkanların ilim sahipleri olduğunu beyan etmişken(5) ve “verdiğimiz misalleri yalnız bilenler anlayabilir” buyurmuşken(6) bu dinin baykraktarlığını yapacak olan, İslam’ı temsil etmeye namzet kimselerin ilimden habersiz olmaları nasıl mümkün olsun ki? O halde bu güzide topluluk, ilim ve irfan sahibi olmalı, kulluğun hakikatine ermek için kulu olduğu Rabbi tanımalıdır. “…Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.” (Mücadele Suresi 11) Resulullah aleyhisselam şöyle buyuruyor: “Allah her kimin hayrını isterse ona din hususunda büyük bir anlayış verir.“(7)
Allah Yolunda Mücadele
Söylenilen sözler doğru, yapılan davet ve çağrılar haklı olsa bile nasipsiz insanların genel davranışıdır hakikati söyleyenleri kovmaya, uzaklaştırmaya çalışmak. Hatta canlarına bile kastedilebilir hakikat meşalesini taşıyan davetçilerin. “Hatırla ki, kafirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni (yurdundan) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı.” (Enfal Suresi 30)
Bazen öyle bir zaman olur ki, şirk, küfür, zulüm ve isyan sahipleri bütün imkanlarıyla çullanmak isterler doğruluğun temsilcilerine, ardlarına koymazlar ellerinden gelenleri. Peki ya bütün bu durumlar karşısında ne yapmalı son Peygamber’in hüsn-ü teveccühünü kazanmış muzaffer zümre? İlhadın ve küfrün tahkir, tezyif ve zulüm tazyikleri karşısında sağ yanağına tokat atılınca sol yanağını mı çevirmeli? Dinine su-i kasıtlarla dahledenlere eyvallah mı çekmeli? “Hoşgörü”, “diyalog” gibi içi boşaltılmış, asli mecrasından saptırılmış kavramlara mı yapışmalı içinden bulunmuş olduğu aciz hali gizlemek için? Yoksa “kafirlere karşı onurlu ve izzetlidirle”i mi kuşanmalı? Peygamberinin dilinde bu dinin en yüce mertebesi olan cihadın(8) her türlüsüne mi sarılmalı? Bu soruların cevabı, konumuz olan hadis-i şerifin başka metinlerinde açıkça izah edilmiştir zaten: “Ümmetimden bir taife hak üzere savaşmaya devam eder.”
Sahip olduğu imkanları Allah yolunda sarfetmeyenlerin Hz. Peygamber’in haber verdiği “ümmetinden bir grup” şerefine nail olmaları mümkün müdür? “Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.” (Ankebut Suresi 69)Resulullah aleyhisselam şöyle buyuruyor: “Bir kimse (Allah yolunda) savaşmadan ye onu gönlünden geçirmeden ölürse bir çeşit nifak üzere ölür.”(9) Yine şöyle buyuruyor: “…Tarımı seçtiğiniz ve cihadı terkettiğiniz zaman Allah size öyle bir zillet musallat eder ki dininize dönünceye kadar onu üzerinizden kaldırmaz.”(10)
el-Velâ ve’l-Berâ/Allah İçin Dostluk ve Düşmanlık
Terazi yanlış olduğunda tartılan şeyler mutlaka eksik veya fazla çıkar. Bu durumu bile bile yapıyorsa terazinin başındaki, kabahati sadece kendisinde aramalıdır. İnsanları değerlendirirken ölçüleri anlık duygular ve menfaatler olanlar dost ve düşman seçiminde yanılmışsalar kendilerini kınamalıdırlar. “Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim!” (Furkan Suresi 28) “O gün, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler.” (Zuhruf Suresi 67)
Sınırlarını Allah azze ve cellenin belirlediği en son ve mükemmel dinin gerçek temsilcilerinin dost ve düşman algısı da şüphesiz bu sınırlar çerçevesinde olmalıdır. Gerekirse en yakınlar bile tanınmamalıdır bu açıdan. “Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O (oğlun) asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hud Suresi 46)
Tek başına ümmet Hz. İbrahim ve maiyyetindekiler de aynı inanca sahiptiler: “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” (Mümtehine, 4)
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” (Maide, 51) “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kafirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer müminler iseniz.” (Maide, 57)
Bu ayetler şu gerçeği haykırmaktadır: Allah’a inanan, şeriat-ı Muhammediyye’yi din olarak telakki eden her müslümanı dost edinmek, Allah’ın dininin dışında adı ne olursa olsun her hangi bir düzen, nizam ve rejimin meşruluğunu kabul edenlerden teberri etmek, sahip oldukları batıl düşünce ve inançlardan ötürü onlara karşı izzetli ve amansız olmak, Allah azze ve cellenin te’yidine, desteğine ve yardımına mazhar olan kutlu zümrenin başka bir vasfıdır. Müslümanlara olan kinleri ağızlarından taşmış kimseleri dost edinenler onlardan gelecek ihanet hançerini her an enselerinde hissetmelidirler. Dinlerine girilmediği müddetçe müslümanlara rıza göstermeyecek olan yahudi ve hristiyanları dost edinip bu dostluğu müslümanlardan esirgeyenler Allah’tan korkmalıdırlar. Müslümanları gönül dünyasından kovanlar şu ilahi emre kulak versinler: “Ben onları kovarsam, beni Allah’tan (onun azabından) kim korur? Düşünmüyor musunuz?” (Hud, 30)
Mutedil Olmak
Dünya ve ahiret dengesini gözeten, beden ve ruha hakkını veren, ferdi ihmal etmediği gibi ictimai hayata hassasiyet gösteren, ifrat ve tefriti yeren İslam dininin tatbik sahasındaki uygulayıcıları da ölçülü ve mutedil olmalıdır. “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl’ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık.” (Bakara, 143)
İmam Tahavi (v. 321) şöyle der: “Göklerde ve yerde Allah’ın dini birdir. O da İslam dinidir. O, ifrat ve tefritin arasında orta yoldur.”(11) Yaşantısında, Rabbine karşı vazifelerinde; nefsi, ailesi, komşuları ve toplum katındaki davranışlarında ölçülü, orta yollu olmak, Resulullah aleyhisselamın varlıklarından bizi haberdar ettiği bahtiyar topluluğa dahil olmanın vazgeçilmez şartlarındandır. Her türlü ölçüden ve değerden mahrum insanlığa bu konuda yol gösteren bir Peygamberin ümmeti, onun getirdiği dinin mikyaslarından habersiz olmamalıdır.
Sabırlı Olmak
İslam Şehidi Seyyid Kutub şöyle diyor: “Rabbin için sabret.” (Müddessir, 7) Sabır, bu dava ile ilgili her yükümlülük sırasında ya da her direnme gerektiren zorluk karşısında tekrarlanan bir direktiftir. Sabır bu çetin savaşın, insanları Allah’a çağırma savaşının en vazgeçilmez azığı ve cephanesidir. Bu savaş aynı anda iki ayrı cephede verilecektir. Cephelerden birinde nefsin ihtiraslarına ve gönüllerin arzularına karşı savaş verilirken öbür cephede ihtiraslarının şeytanları tarafından güdülen, kişisel arzularının dürtüleri tarafından itilen davanın düşmanları ile savaşılacaktır. Bu savaş sürekli, kesintisiz ve çetin bir savaştır. Tek azığı, tek cephanesi yalnız Allah’ın rızasını amaçlayan, O’nun vereceği ödülden başka hiçbir şeyde gözü olmayan sabırdır.”(12)
Yüce davanın mensubu, Allah’ın şeriatının hamisi yiğit erlerin özelliğidir sabır. Sineleri zorlayan imtihanlar karşısında tek tiryak yine sabır olacaktır. Müslüman’ı zinde tutan, mücahide direnç veren, zahidlere ahireti sevdiren es-Sabûr isminin tecellisi olan sabırdan başka nedir? Müjdeler olsun sabredenlere!
Bu sayılanların dışında başka özellikleri de vardır taife-i mansûranın. Birlik ve beraberliğe önem verip ihtilaf ve ayrılıktan uzak durmak, istişareye önem vermek, bütün Müslümanları kucaklayacak şekilde ümmetçi olmak, zikir ve zühd hayatı gibi ruhi terbiye bunlardan bir kaçıdır. Bu vasıfların asgari düzeyde hep bir arada bulundurulması zorunludur. Göndereni tarafından kemale erdirilmiş mükemmel bir dinin mensuplarının, hele hele kendine vazife addedip bu yüce dinin himayesini üstlenenlerin gözleri rahatsız edecek, yürekleri yoracak, kulakları tırmalayacak, “bu nasıl olur?” sorusunu sorduracak bütün kusurlardan kendilerini muhafaza etmeleri gerekir.
Kervan yürümeye devam ediyor, bayrak elden ele, nesilden nesile dolaşıyor. Aç ve susuz kalmak pahasına, Peygamberinin sözünü yere düşürmemek için toprağı döşek, taşları yastık ederek yollarına devam ediyor yiğitler. Küfrün ekmeğini yiyip kılıcını sallayan şaşkınların nefret söylemlerine rağmen, yardımsız bırakanların vurdumduymazlıklarına rağmen, “uluslararası konjöktür bunu gerektiriyor deyip” zalimlere teslim eden zavallılara rağmen. Sahi ya, nöbet kimde? Biz, bu zümrenin neresindeyiz? Bu konuda Allah’tan bizleri doğruya iletmesini, kınayanlara ve yardımsız bırakacaklara aldırmadan dini için mücadele etme şuurunu ihsan etmesini niyaz ediyorum.
———————————
Hadisler için bkz. Buhari, Kitâbü’l-İ’tisâm, 10 (Hadis no: 7311-7312) Müslim, Kitâbü’l-İmâre, 53 (Hadis no: 1920-1925 arası)
Ebu Davud, Kitâbü’s-Sünne, 6 (Hadis no: 4607)
“Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Muhammed Suresi 19)
Âl-i İmran Suresi 18.
Fatır Suresi 28.
Ankebut Suresi 43.
Buhari, Kitâbü’l-İlim, 14.
Tirmizi, Ebvâbü’l-Îmân, 8 (Hadis no: 2749)
Ebu Davud, Kitâbü’l-Cihad, 17 (Hadis no: 2502)
Ebu Davud, Kitâbü’l-Büyu’, 56 (Hadis no: 3462)
İbn Ebi’l-‘İzz el-Hanefi, Şerhu’l-akideti’t-Tahâviyye, 2/787.
Seyyid Kutub, Fî Zilali’l-Kur’ân, 15/361.